Eleştirmenin Not Defteri

27 Aralık 2012 Perşembe

Film eleştirisi: ANNA KARENINA



Joe Wright’ın adeta “hikayeyi biliyorsunuz işte” diyerek daha çok biçimsel numaralarla tıkış tıkış doldurduğu “Anna Karenina”sını bazı izleyicilerin fazla gösterişçi bulması kaçınılmaz. Wright bu çok abartılı bulduğum biçimsel sinemayı zaman zaman hikayenin önüne geçirmekle kalmayıp bir üslup bombardımanı ya da galerisi haline getiriyor filmini. Özellikle filmin ilk yarısında, sahne içinde sürekli dekor değiştirip, dikkat dağıtıcı efektlerle öyküyü “zorlayıp”, seyirciyi yabancılaştıracak bir sürü numarayı ve efekti boca etmesi ‘beyhude’ bir yorgunluk yaşatıyor izleyicide. 
Kimi zaman bir Terry Gilliam oluyor Joe Wright (kağıtları ritmik bir şekilde damgalayan memurların ne işi vardı bu filmde?), kimi zaman “Moulin Rouge”daki Baz Luhrmann... Bazen “Dogville”in Lars Von Trier’i olup mekanlarını tiyatro sahnesi ya da daha kısıtlı bir alana kuruyor/hapsediyor, bazense David Lean’in “Doctor Zhivago”su gibi dışarı çıkıp geniş çerçevelerle büyük kırları, ovaları seriyor önümüze. Bazen sahne geçişlerini Spike Jonze’nin “Sil Baştan”daki (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) gibi parlak fikirlerle gerçekleştiriyor, bazen de Peter Greenaway’in sahne geçişlerine öykünüyor, hatta video kliplerde sık sık gördüğümüz gibi ana karakterlerini donmuş kalabalıklar içinde hareket ettiriyor... Yani iç içe geçmiş bir dizi üslup, bindirme üstüne bindirme yapıyor film boyunca. 
Arada bazı oyuncular İngiliz aksanlarını saklamadan konuşurlarken (Keira Knightly ve Kelly Macdonald), bazı oyuncular da daha düz bir İngilizceyle hatta Amerikan İngilizcesiyle konuşuyorlar... Ama bütün karakterler de Rus bu arada. Her şey Tolstoy’un Rusya’sında geçiyor olmasına rağmen, izlediğimiz hiçbir mekanı Rusya’da geçiyormuş gibi hissedemiyoruz... Joe Wright iyi çekilmiş vals sahnesinde bile yüzlerce senelik bir tarihi olan dansa garip figürler ekleyerek sanki parodi yapıyor. (Aslında bu sahne bir ZAZ filmi olan “Çok Gizli”deki, böyle kostüme filmlerdeki dans sahnelerinin parodisinin yapıldığı sahneyi hatırlattı bana...) 
imdb.com'da filmle ilgili yayınlanan bir klipte rastgele bir an "Print Screen" tuşuna basarak bu görüntüyü yakaladım... en ufak bir müdahelem olmadı... Keira Knightly hep böyle abartılı mimiklerle oynuyor işte...

Bütün bu yabancılaştırıcı biçimsel numaraları verirken bir yandan da filmin duygusunu sürdürebilmekse eğer denenen şey, belli sahnelerde bunu başarıyor da film. Ama buna en çok ışığın, kameranın ve müziğin büyük destek verdiği bazı ‘sinemasal an’larda ulaşıyor. (sık sık kameraya doğru tutulan ışık kaynağı, yani ‘ters ışık’ da mesela J.J. Abrams’ın çok kullandığı bir teknik...)   

Keşke bu üsluplardan birinde karar kılsaydı Joe Wright... Tamam, yine değişik bir “Anna Karenina” olsaydı; mesela “Moulin Rouge” gibi deli dolu bir duygusallık ve müzikal bir tavırla anlatabilirdi, ya da Trier’in yaptığı gibi tek bir “kısıtlı mekan” üzerinden de gidebilirdi... Ama bütün bunların bir çorbasını yapmayı “Kefaret” (Atonement) gibi her açıdan daha “bütünlüklü” bir filme imza atmış Joe Wright’a pek yakıştıramadım doğrusu... Açıkçası buradakine benzer bir duyguyu “Hanna”da da yaşamıştım. 
Son olarak; Keira Knightly’nin olanca antipatik haliyle Anna Karenina’nın o müthiş ‘aşık kadın’ imgesine uymadığını düşündüğüm filmde, “Kick-Ass”de çok beğendiğim Aaron Taylor-Johnson’ın canlandırdığı, Gene Wilder’ın gençliğiyle “Alacakaranlık” filmlerindeki Cullen ailesinin kıvırcık saçlı vampir çocuğu karışımı Vronsky’i de film boyunca yadırgadım doğrusu... 2 / 5


Filmin Vronsky'sinin böyle bir karışımla elde edildiğini düşündüm film sırasında... 


Film eleştirisi: Pİ'NİN YAŞAMI





Uyarlandığı kitabı okumamış biri olarak, bir gemi kazası sonucu açık denizde bir Bengal kaplanıyla aynı botu paylaşmak zorunda kalan genç ve meraklı bir adamın Tanrı’yı sorgulamasını, sonra da inancına sarılmasını “misyonerlik”le açıklayamıyorum. Çünkü misyoner filmler sizi belirli bir dine doğru iterler. “Pi’nin Yaşamı” belki Tanrı inancına doğru yönlendirme yapmasıyla eleştirilebilir (ki zaten olumsuz eleştiriler de bu yüzden yapılıyor) ama bir yönetmenin (bir misyoner mantığı gütmeden) bunu yapabilme özgürlüğü ve hakkının da olduğunu düşünüyorum. Çünkü bence Tanrı’nın varlığı üzerinden hayatı kutsayan bir film “Pi’nin Yaşamı”... 
Sadece insanın değil her ‘canlı’nın sahip olduğu ‘yaşam’ın, anlamı, değeri ve kutsallığını, bazen sert bazen de hassas ve duygusal bir hikayeyle ele almak için ille de ateist olmaya gerek yok sonuçta...
Bu temayı, Hitchcock’un “Yaşamak İstiyoruz” (Lifeboat) filmindeki gibi din mevzularına hiç girmeden de anlatabilirdi aslında Ang Lee. Nitekim filmin yumuşak karnı asıl meseleye ulaşana kadarki kısmı, yani kahramanın (Piscine’nin) çocukluğunda farklı dinlerle olan teşvik-i mesaisinin anlatıldığı bölüm. Bu sahneleri kitabın aslına uygun olarak çekip  kimi sevimli bazı detaylarla da aşmayı amaçlayan Lee bu bölümü daha kısa tutarak dinsel bazlı bir hikaye anlatıyor hissini azaltabilirdi aslında...   

Finalde de yapılabilecek küçük bir rötuşla filmin etkisini daha da arttırabilirdi diye düşünüyorum. Olayları yaşayan Pi’nin anlattıklarının hangisinin gerçek olduğunu soran müfettişlere söylediği gibi “sen hangi versiyona inanıyorsan, bu hikaye öyle bir hikaye”dir... Finalde bize gerekli olan tek cümle bu, ama film bu noktada biraz fazla gevezelik ediyor...     

“Pi’nin Yaşamı”, üç parçalı bir büyük hikaye ihtiva ediyor.  Bu üç parçanın en iyi kotarılmış olanı hikayenin en zor kısmı... Yani bir kurtarma filikasında kaplan Richard Parker’la tam 227 gün başbaşa kalan Pi’nin okyanus ortasındaki yaşam mücadelesi... Bu bölüm özellikle de genç Hintli oyuncu Suraj Sharma’nın inandırıcı performansıyla daha da yükseliyor.

3D filmlerin cirit attığı bir ortamda Lee’nin 3D teknolojisini, bazen biraz fazla zorlayıp kartpostal resimleri yaratma merakına yenik düşmesine rağmen, çoğunlukla hakkıyla kullandığını da söylemek mümkün. 3,5 / 5

24 Aralık 2012 Pazartesi

GÜZEL BAŞLANGIÇLAR - 1


Jenerik deyip de geçmemek lazım, bazı filmlerin açılış jenerikleri o kadar güzel yapılıyor ve filmlerle o kadar iyi bütünleniyor ki; filmin dışında da tek başına bir değer olarak kabul görebiliyorlar... Sadece jenerikler için yapılan siteler var mesela.. Bazılarını fırsat buldukça "Dolu Hayat"ta bir araya getirmek istiyorum... Hatta arasıra hepsini topluca bir arada tekrar tekrar izlemek için bile bunu yapabilirim... Ama meraklıları için de güzel bir seçki hazırlamış olacağım diye düşünüyorum... 
Şimdilik 6 tanesiyle başlıyorum, devamı gelecek... 

KAYIP OTOBAN / Lost Highway
David Bowie'nin "Outside" albümünün en karanlık şarkısı "I'm Deranged", David Lynch'in muhteşem psikolojik gerilim filmi "Lost Highway"in açılışını yapar... Karanlıkta yolu son derece kısıtlı bir şekilde aydınlatan bir çift far, karanlık bir beyinin içinde yapılan tekinsiz bir yolculuk gibidir...  

DÜŞÜŞ / The Fall
Tarsem Singh'in şairane filmi "Düşüş"ün açılışı siyah beyaz, ağır çekim görüntülerden oluşur ve Beethoven'ın "7. Senfonisi"nin 'allegretto'suyla tamamlanır. Filmin hikayesinin en başlangıcını müthiş bir görsel şölenle sunar...

 YEDİ / SE7EN
David Fincher'ın filmlerinin jenerikleri hikayelerinin atmosferi ve temasıyla bütünlük sağlar. Her seferinde de özel bir ihtimamla hazırlanırlar. "Se7en", psikopat bir beynin içinde dolaşan bu jenerikle açılır. Jeneriğin mimarı ise konunun uzmanlarından Kyle Cooper...

CASINO ROYALE
James Bond'un Daniel Craig'li geri dönüşünün ilk filmi, bence bu son üç Bond filminin hâlâ en iyisi... Chris Cornell'in şarkısının eşlik ettiği jenerik, filmin kumarhane temasını sürdüren bir mantıkla hazırlanmış. Eski Bond filmleri gibi sadece erotizme sırtını dayamamış...  
 
EJDERHA DÖVMELİ KIZ / The Girl With The Dragon Tattoo
David Fincher'ın uyarlaması ilk uyarlamasından daha iyi değildi ama jeneriğe laf yok! Led Zeppelin'in anarşist şarkısı "The Immigrant Song"un Trent Reznor cover'ı bu 'metalik kabus' klibine yakışmış ve bizi tehlikeli, karanlık bir hikayeye hazırlamıştı...   

SIKIYSA YAKALA / Catch Me If You Can
Steven Spielberg'in filmi, bütün hikayeyi özetleyen bir animasyonla açılıyordu. Ama animasyondaki retro bakış, 1960'ların bazı Hollywood filmlerinin açılışlarını andırıyordu. John Williams'ın caz tınılarıyla süslediği müziği ile uyumlu, filmin kimyasına çok uygun alaycı bir kısa filmdi adeta... 

20 Aralık 2012 Perşembe

2012'NİN SİNEMA KARNESİ


Aşağıdaki listeler son derece kişisel değerlendirmeler olup, 2012 sinema vizyonu sırasında izlediğim filmlerden oluşturulmuştur. (Mavi renkte yazılmış  filmler, haklarında yazdığım eleştiri yazılarına linklidirler...)

2. The Master 
3. Sürücü / Drive 
4. Pi’nin Yaşamı / Life of Pi
5. Moonrise Kingdom
6. Katil Joe / Killer Joe 
7. Utanç / Shame 
8. Aşk / Amour 
9. Gri Kurt / The Grey 
10. Tetikçiler / Looper 



EN İYİLER (Türk)
1. Yeraltı
2. Tepenin Ardı 
3. Babamın Sesi
4. Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir 
5. Geriye Kalan 
6. Canavarlar Sofrası
7. Lal Gece
8. Araf 
9. Gözetleme Kulesi 
10. Ateşin Düştüğü Yer

EN KÖTÜLER (Yabancı) 
1. Takip: İstanbul (Taken 2) 
SEVDİĞİM FİLMLER 
Kibarca Öldürmek / Killing Them Softly 


HAYAL KIRIKLIKLARIM 
Bulut Atlası / Cloud Atlas 
Prometheus  
Şahane Misafir / Magnifico Presenze
Resident Evil 5: İntikam / Resident Evil: Retribution  
Total Recall  
Yargıç Dredd / Judge Dredd  
Ejderha Dövmeli Kız / The Girl with the Dragon Tattoo  
Bourne’un Mirası / The BourneLegacy  
Roma’ya Sevgilerle / To Rome With Love  
Silent Hill: Karabasan 3D / Silent Hill: Revelation
Karanlıklar Ülkesi: Uyanış / Underworld Awakening
Paris-Manhattan  
Siyah Giyen Adamlar 3 / MIB 3

14 Aralık 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 19



HOBBIT: BEKLENMEDİK YOLCULUK 

“Yüzüklerin Efendisi” filmlerini o kadar seven biri olarak “Hobbit”in üç film olarak karşımıza getirileceğini duyduğum andan itibaren tatsız duygular besledim bu filme karşı. Beklentimin çok düşük olmasına rağmen ilk filmin beni en azından belli oranda memnun bıraktığını söylemek durumundayım yine de. 
Ancak bu memnuniyet Tolkien’in “Yüzüklerin Efendisi” kitaplarının ilk cildinin yarısı kadar olan bir kitaptan 3 film çıkarıp multi gişe rakamlarına ulaşmak arzusun yarattığı kekremsi tadı alıp götürmüyor. İlk Hobbit filmi kitaptaki Gollum’lu kısmın sonuna kadar getiriyor hikayeyi (Bizde Altıkırkbeş yayınlarından çıkan baskının 125. sayfası.) Ama ana hikayenin girizgahı (cücelerin Bilbo Baggins’in evinde toplanlanması ve yolculuğa çıkış) uzatıldıkça uzatılmış. Cücelerin Elf’lere ulaşmadan önce Orkların saldırısına uğramaları gibi aksiyon sahneleri aslında hep uzatma manevraları... Böyle olunca film ne kadar aksiyona boğulursa boğulsun, hikaye sık sık bölünüyor, uzuyor  ve bir “top çevirme” operasyonun işlediğini ara ara hissettiriyor. Ama hikaye kitabın ritmine yetiştiği zaman yeniden işlemeye başlıyor. Bu yüzden filmin ikinci yarısı yani cücelerin ve Gandalf’ın yer altına indiği sahneler, Bilbo’nun Gollum’la olan sahneleriyle birlikte çok iyi gidiyor. Dolayısıyla film ancak yarısından sonra kendi ritmine kavuşup özlediğimiz Orta Dünya tadını bize yeniden yaşatıyor. Cücelerin yeratındaki Goblinlerden kaçtıkları sahnelerin teknik başarısı ise tartışılmaz!
Howard Shore’un müzikleri de yine diğer “Yüzükler” filmlerindeki gibi çok başarılı... Bilbo Baggins rolünde Martin Freeman’ın sıcak bir performans gösterdiği filmde Gandalf rolündeki Ian McKellan’a büyük iş düşmüş. Usta aktör göründüğü her sahnenin tartışmasız ilgi odağı oluyor. 
Kısacası benim için büyük bir öyküye nasıl başlanacağının en iyi örneklerinden biri olan “Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği”nin yanında zayıf bir başlangıç ve biraz zoraki bir büyütme operasyonu “Hobbit: Beklenmedik Yolculuk”. Serinin ikinci ve üçüncü filmi de bu genişletme harekatlarından nasibini alacaktır elbette. Peter Jackson nasıl ilk üçlemenin bir süre sonra “Genişletilmiş Versiyonları”nı çıkardıysa ortaya, belki bir gün üç film de sona erince “The Hobbit: Daraltılmış versiyon”unu da çıkarır. Bakın işte o zaman ortaya nefis bir film çıkar, şimdiden eminim...  3,5 / 5

TEPENİN ARDI 

 “Tepenin Ardı” bir ‘ilk film’e göre oldukça yetkin bir film herşeyden önce. Küçük bir topluluktan yola çıkarak bütün bir topluma ulaşabilmek, sinemada iyi yapıldığında lezzet veren filmlere ulaştırır seyirciyi. Emin Alper bunu ilk filminde başarıyor. Güneydoğuda bir ailenin erkekleri ve içindeki tek bir kadından yola çıkarak genel Türk toplumunun korkularına, ikiyüzlülüklerine, zaaflarına, masumiyetlerine, saldırganlığına dokunuyor... Bu resimdeki tek kadının bir evde nasıl da tek başına bırakıldığını, zorla çerçevenin dışına itildiğini de göstermekten geri kalmıyor üstelik...
Bu toplumun yumuşak karnından, evrensel bir temaya ulaşmak da mümkünleşiyor bir süre sonra. Emin Alper adeta bir western tonu yakalayarak bu yerel gibi görünen hikayeyi başarıyla ‘dönüştürüyor’... Dışarıda, ‘tepenin ardında’ hayali bir düşman yaratıp, içerde birbirine düşen insanların, kendi içlerindekini dışardaki hayali düşmanlara yükleyen bir toplumun hikayesine dönüşüyor film ilerledikçe. Yine mikrodan makroya ulaşıyor yani... Bütün bunlar yetkin bir görüntü çalışmasıyla, iyi oyuncu performanslarıyla ve dozunda bir ritm duygusuyla bir araya getirilmiş...
“Tepenin Ardı” aldığı bütün ödülleri hak eden, neredeyse “Sonbahar” kadar güçlü bir ‘ilk film’... 4 / 5


 

11 Aralık 2012 Salı

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 4


Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... Herbiri de farklı lezzetler barındırmakta...

1. İki Kadın / La Ciociara
 
İtalyan yeni-gerçekçiliği denince ilk akla gelen yönetmen Vittorio De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” (Ladri di Biciclette), “Milano Mucizesi” (Miracolo a Milano), “Umberto D” gibi ilk akla gelen başyapıtları arasına girmese de “İki Kadın” (La Ciociara) onun en sevilen ve bilinen filmlerinden biridir. Bunda tabi ki İtalyan ve dünya sinemasının en iyi aktrislerinden biri olan Sophia Loren’in güçlü performansının etkisi büyüktür. 
“İki Kadın” en çok II. Dünya Savaşı’nın İtalya cephesinde yaşanan bir trajediye odaklı gibi gözükür. Genç yaşta dul kalan Cesira ve 13 yaşındaki zayıf bünyeli kızı Rosetta’nın Hitler’le yakınlaşan Mussolini yüzünden karanlık bir geleceğe sürüklenen İtalya’daki hayatta kalma çabalarını izleriz filmde. Zira Cesira ve Rosetta’nın başına gelen ve filmin zirve noktasını oluşturan trajik olayın sorumluları da düşman askerleri değildir. Müttefiklere destek olan Fas’lı askerlerdir...
Bu nedenle De Sica’nın bu savaş dramasında önemli olan, hangi tarafın iyi ya da kötü olduğu değil savaşın insan ve topluluk psikolojilerindeki yıkıcı etkisidir. Cesira ve Rosetta Roma’dan daha güvenli olacağını düşündükleri kasabaya giderler ve orada idealist bir genç adamla Michele (gencecik bir Jean-Paul Belmondo) ile tanışırlar. Genç Rosetta ondan çok hoşlanır. Annesi Cesira da çaktırmasa da ona karşı boş değildir. Michele de Cesira’ya aşık olmuştur. 
Bu konvansiyonel aşk üçgeni savaşın bir sonucu olmakla beraber yine savaşın etkileri yüzünden darmadağın olacaktır. Cesira ve Rosetta’nın yolculukları sırasında karşılaştıkları insanlar ve onların hikayeleri de bize çıldırmış, şirazesinden çıkmış bir dünyanın fotoğrafını çeker.
Kendisine Oscar kazandıran rolünde Sophia Loren “hayat dolu” bir performans göstermiş. Yaşanılan onca olumsuz şeye rağmen kilisede yaşadığı büyük hayal kırıklığına kadar umudunu koruyan ancak sonunda savaş bitse de hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gerçeğiyle yüzleşen Cesira, film bittikten sonra bir süre sizinle birlikte yaşıyor adeta...
Filmin AE Film’den çıkan DVD’si hâlâ bulunabilir...

2. Dokuz Kadın / Nine Lives

Filmdeki erkek karakterlerden biri şöyle bir cümle kurar: “Her kadın bambaşka bir evren”. “Dokuz Kadın” orijinal adı olan “Dokuz Yaşam”dan daha doğru bir ad aslında. Epizodik yapısıyla dokuz farklı yaş, sosyal statü ve farklı yaşamlı kadının günlük hayatlarından kesitler sunuyor bize film.
Filmin senaryosuna da imzasını atan Meksikalı yönetmen Rodrigo Garcia 2009 yapımı filmi “Anneler ve Kızları”ndaki gibi (Mother and Child) pek çok ‘kadınlık hali’nden bir film oluşturmuş. Alejandro Gonzalez Inarritu’nun yapımcılığında gerçekleştirdiği filminde ele alınan kadın hikayelerinde daha çok bir hüzün, tatminsizlik, anlaşılamama, umutsuzluk hakim... Her hikaye kesintisiz, plan-sekanslarla anlatılıyor. Her bir bölüm yaklaşık olarak 12’şer dakikadan oluşuyor. Hikayeler arasında kesin bağlar yok. Bazılarının kahramanları diğerlerinin de içinde belli bir yer edinebiliyorlar ama.
Hangi suçtan dolayı mahkum olduğunu bilmediğimiz Sandra (Elpidia Carrillo) hapishanedeki zor koşullar içinde kızından uzak olmanın mutsuzluğunu yaşıyor ilk hikayede. Eski sevgilisiyle bir markette karşılaşan Diana’nın (filmin en iyi performansını veren Robin Wright Penn) yaşadığı ikilem ve duygusal karışıklık filmin en tatmin edici hikayesi aslında. Üvey babasıyla hesaplaşmaya çalışan Holly’nin (Lisa Gay Hamilton) hikayesi de dokunaklı. 
Erkek arkadaşıyla ciddi sorunları olan Sonia’nın (Holly Hunter) ve annesiyle babasının bozuk ilişkisi arasında ne yapacağını bilemez bir halde çırpınıp kendi hayatına yoğunlaşamayan Samantha’nın (Amanda Seyfried) hikayeleri de fazla sığda kalıyorlar. Eski eşinin kendisinden sonraki karısının cenazesine katılan Lorna’nın (Amy Brenneman) kocasını teselli ettiği hikaye de öyle.  
Kocasından tatmin olamayan Ruth’un (Sissy Spacek) yaşadığı yasak ilişkiden tekrar ailesine dönüşü hikayesi klişe ama duyarlı, kanser tedavisi için hastaneye yatan Camille’in (Kathy Baker) kocasıyla (Joe Mantegna) olan tatlı didişmesi ve Maggie’nin (Glenn Close) bir mezarlıkta kendisi ve hayatla olan hesaplaşması filmin en anlamlı hikayeleri. Bu epizodik filmde bazı bölümler bir ‘final’ istiyor ama yönetmen Garcia bunu pek önemsemiyor.
Filmin Tiglon’dan çıkan DVD’si biraz zor bulunabilir artık…

3. Aşk Uğruna / Pour Elle

Tek çocuklu bir karı-kocanın mutlu mesut hayatı, sıradan bir sabah evlerine baskın yapan polisler tarafından allak bullak olur. Lisa (Diane Kruger) bir cinayetin sanığıdır. Kocası Julien (Vincent Lindon) bir saniye bile onun suçlu olduğuna inanmaz. Birlikte adalet sistemine güvenirler. Ancak 3 yıl içinde müspet bir sonuç alınamaz, hatta hapishanede giderek ümitsiz bir hale gelen Lisa’nın yaşama isteği bile tükenmek üzeredir. Julien haksız yere hapis yatan karısını oradan kaçırmak için bir firar planı hazırlar. Bundan sonrası gergin bir kaçış hikayesi...
Julien’in karısına olan aşkı, ona olan inancı ve yeniden aile olabilmek için yaptıklarını takdir eden seyirci, bu güdüyle yaptığı herşeye göz yumma eğiliminde. Dolayısıyla kahramanıyla sağlam bir ödeşleşme kuran film, sonrasındaki tüm olay ve gelişmeleri gayet akıcı ve inandırıcı yollarla çözüyor. Firara da inanıyorsunuz, Julien’in firarı finanse etmek için yaptığı çırpınışlara da.
Film, adalet kavramını tartışmaya hiç yanaşmıyor bile. Bunu yapan tonla film olduğu için, öykünün o tarafını çarçabuk hallediyor ve meseleyi erkek seyircinin kendisini Julien’in yerine koyup aynı durumda olsa neyi yapıp neyi yapamayacağını sorgulamasına getiriyor. Amacına da ulaşıyor. Bunda emektar Fransız aktör Vincent Lindon’ın son derece inandırıcı ve süssüz performansının etkisi ise büyük.    
Film Hollywood’da Paul Haggis’in eliyle 2010’da uyarlanmıştı. Russel Crowe’un başrolde olduğu film orijinali kadar olmasa da ilgi çekici olabilmişti. Aynı hikaye Türk televizyonlarında “20 dakika” adlı bir TV dizisi olarak da uyarlandı...
Filmin Tiglon’dan çıkmış DVD’sini uafak çaplı bir aramayla bulunabilir...

4. Zombieland

Bazen artık suyu çıkmış türlerden hâlâ yenilikçi örneklerin çıkabiliyor olması, yerde para bulmuş etkisi yaratabiliyor bünyede. Yakın geçmişte iki film bunu düşünmemize sebep oldu. Biri romantik komedi türüne farklı yakalaşabilen “Aşkın (500) Günü”ydü. Diğeri de “Zombieland”. George A. Romero’nun “Yaşayan Ölülerin Gecesi”nden beri (1968) zombiler neredeyse her türlü bakış açısıyla ele alınmıştı aslında. Dolayısıyla oldukça geniş bir külliyat var geride... “Zombieland” öncelikle bu külliyattan besleniyor ve yeni fikirlerini bu külliyatın üzerine ekliyor.
Evet, muhteşem bir jenerikle açılan “Zombieland”, zombie’lerle dolu bir dünyada yaşama rehberi sunuyor ilk önce. Bunu uç noktaya götürüp absürd bir komedi yapmıyor ama. Ya da bağırsakların dışarılara döküldüğü bir vahşet komedisi de çıkarmıyor. 
Grafik anlamda bir çizgi roman uyarlaması havası yaratarak, eğlenceli bir senaryo eşliğinde ‘insanoğlu her şekilde ortama ayak uydurabilen bir organizma’dır da diyor. 
Öte yandan o kadar öldürülen zombie ve atılan kurşuna rağmen o kadar iyi niyetli bir film ki; insan bu kombinasyon karşısında ne düşüneceğini şaşırıyor. Bill Murray’nin olaya dahil oluşu ve çıkışı ise son yıllarda bir korku-komedi filminde rastladığımız en parlak fikir olabilir...
"Zombieland"de Emma Stone'a da ayrı bir parantez açmak pek de abes olmaz. Genç aktris bu 'parodik' komedide bile sadece güzelliğiyle değil filmden taşan enerjisiyle de dikkat çekiyor...
Filmin Tiglon’dan çıkan DVD’si iyi bir aramayla edinilebilir...
 
5. Çılgın Aile / Parenthood

80’lerin popüler komedyenlerinden, bir Saturday Night Live oyuncusu olmasa da aynı dönemde çıktığı için hep öyleymiş gibi algılanan Steve Martin’in hep entelektüel bir tarafı vardı. Martin safkan komedilerde başarılı olduğu kadar trajikomik filmlerde hatta melodramlarda bile rol almaktan çekinmedi hiç. Özellikle de bu Ron Howard filmi “Çılgın Aile” o zamana kadar onun safkan komedi filmi olmayan ilk filmiydi.
“Çılgın Aile” adına bakıp da aklınız başka bir yere gitmesin. Filmlere Türkçe isim koyanlar bazen filmlerin ilgi görmesini böyle isimlere bağlarlar. “Çılgın Aile”de büyük bir aile var ama öyle çılgın filan değiller. Nasıl çılgın bir aile olunur ondan da pek emin değilim açıkçası. Buckman ailesinin ebeveynleri aslında dünyanın her yerindeki ebeveynlerle aynı sorunları ve endişeleri yaşıyorlar. ‘Çocuklarımızın geleceğini nasıl garantileriz?’, ‘yaşlanınca ne olacağız?’, ‘nasıl iyi anne-baba olunur’ gibi meseleler bunlar. İçinde çocuklarını mükemmellik uğruna zeki robotlar gibi yetiştirmeye çalışan bir babanın yanısıra babalığı akıntıya kapılmış gibi yaşayan ve ne olup bittiğinin farkına varamamanın huzursuzluğunu taşıyan bir baba da var. Başını sürekli derde sokan oğluna bir türlü kızamayan yaşlı bir babanın yanısıra annesi ve kızkardeşiyle yaşayan, tam da ergenlik çağında bir babaya çok ihtiyaç duyan yalnız bir çocuk da var... Bu çok hikayecikli yapı, acı-tatlı sahne ve durumlarla samimi bir biçimde oluşturmuş...
“Çılgın Aile” kalabalık kadrosu (Steve Martin, Tom Hulce, Jason Robards, Keanu Reeves, Dianne Wiest, Mary Steenburgen, Rick Moranis, Martha Plimpton...) güleryüzlü bir üslupla yazılmış senaryosu ve sıkmayan temposuyla iyi bir aile filmi... Bugünün aynı tornadan çıkmış gibi duran ‘aile olmak’ temalı Amerikan bağımsızlarının temel filmlerinden de biridir aslında...
Filmin As Sanat’tan çıkan DVD’si kolayca bulunabilir…

7 Aralık 2012 Cuma

Arşivden: 2012 (En kötü felaket filmi mi?)



Madem takvimin sonuna geliyoruz, biraz tam da bugünlere selam çakan bir filmi hatırlayalım... "2012" felaket filmlerinin anası olmak için yola çıkmış hesapta ama felaket filmlerinin en komiği oldu istemeden.  Zaten dünyanın sonuyla ilgili yüksek bütçeli bir film yapılacaksa Roland Emmerich’e gitmek Hollywood’un kaderi de olmamalıydı! İşte karşınızda felaket filmlerinin en kötülerinden biri...

Felaket filmleri, olağanüstü bir kriz ortamında ortaya çıkan erkek liderin, ritüelleştirilmiş kahramanlıklarıyla, dağılma eğilimi gösteren babaerkil aile kurumunu baştan kurup, çıkış noktasını göstermesi ve bunu meşrulaştırmak için yapılırlar. Ayrıca insanlar başlarına gelebilecek olası felaketleri en inandırıcı olabilecek şekillerde görerek güvenlik ihtiyaçlarını pekiştirip nispeten güvenli hayatlarına geri dönerler. Üstelik kendilerine dikte edilen mesajları da bilmeden almış olarak...
Felaket filmleri genelde muhafazakar ve ahlakçı olurlar. Felaketin sonunda kimin ölüp kimin yaşadığı bu açıdan çok anlamlıdır. Dağılmış ailelerin birleşmesi ve bunun aile reisi olan adamın kahramanlaşması yoluyla yapılması mutlak bir gerekliliktir. Film hükümete ve ABD çıkarlarına bir şekilde hizmet etmek durumundadır. “Armageddon”un nükleer silah teknolojisinin bir gün işimize yarayabileceğini söylemesi, “Kurtuluş Günü”nün gizli teknolojik deneyleri ve araştırmaları haklı göstermesi gibi; yüzbinlerce dolara mal olan her felaket filminin ABD hükümetine bir katkı sağlaması şarttır. Bu filmler her ne kadar ince ya da kaba yazılmış esprilerle ‘Beyaz Saray’ı eleştiriyor gibi yapsalar da hepsinde Beyaz Saray’ın işine yarayan bir şeyler vardır.
Evet, evet dünyanın sonundan koşarak kaçabilmek mümkün!
Roland Emmerich’in yaptığı her felaket filmi ise 1970’lere ait, daha ortalarındayken kimin ölüp kimin kurtulacağını çözebildiğimiz basit ama samimi görünümlü türdeşlerinden çok daha sorunlu. Çünkü Emmerich bu tür filmlere başlarken sanki olaylara sadece şöyle basit heyecanlarla yaklaşıyor: “Uzaylılar gelsinler Empire State’i bir anda tuzla buz etsinler! Beyaz Saray’ı patlatsınlar”, “New York’u öyle bir donduralım ki kurtlar filan insin şehre! Beyaz Saray da donsun!” ya da “Öyle bir dünyanın sonu filmi çekelim ki kıtalar yarılsın. Beyaz Saray’ın tepesine de John F. Kennedy uçak gemisini çakalım!”
Evet, “2012” Kennedy’nin Beyaz Saray’dan aldığı intikamını bu kadar çocukça ifade eden bir film. 2009’da bir jeoloğun tehlikeyi anladığı ama diğer felaket filmlerinin aksine bu sefer hükümetleri çok kolay inandırabildiği filmde iki sene içinde her türlü teknolojiyle donatılmış dev limanlarda dev gemilerin Everest’in hemen kıyısında gizlice ve Çin’de kaynak yapabilen herkesin sayesinde (!) inşa edilmelerine inanmamızı isteyen bir film. Hiç kimse Roland Emmerich’e “Bu sefer sululuk yapma. Biraz inandırıcı, samimi ol. Büyük bir film yap ama Titanik’i taklit etme. Hüzünlü bir senfoni çıkar. Dünyanın sonunu çekiyorsun be adam!” dememiş. Emmerich de halefi Michael Bay gibi bütün klişeleri içinde barındıran teknik olarak kusursuz ama içerik anlamında gayet boş bir felaket filmine imza atmış. Filmin son yazılarının beşinci sınıf rock şarkılarıyla bitmesinden bile dünyanın sonunu ne kadar ciddiye aldığı belli oluyor!
- Bak burada yazıyor zaten, niye bana inanmıyorsun? Yapacak bir şey yok, gel biz keyfimize bakalım işte...
Film, babaerkil aile düzenini yeniden kurmakla görevli, değeri anlaşılmamış yazar ama gerekirse zenginlere limuzin şoförlüğü yapacak kadar fedakar bir baba olan Jackson Curtis’i (Cusack) kahramanlığa zorluyor. Tıpkı “Dünyalar Savaşı”ndaki Tom Cruise gibi kendisini pek iplemeyen erkek çocuğuna (çocuğun adı Nuh anlamına gelen Noah bu arada!) kendisini ispat etmek zorunda kalan ve tam da Atlantis’i konu alan, az satmış (500 tane!) bir kitabın yazarıdır kendisi. Diğer ‘cici baba’yı gerektiği yere kadar kullanıp sonra bir şekilde ekarte edecektir ama bu bizi hiç rahatsız etmeyecek bir şekilde gerçekleşecektir mesela. Onun dağılmış ailesini hayatta tutup bir araya getirme çabasını heyecanla izlerken de düşünmemize fırsat tanımamak için bir sürü aksiyon sahnesini birbiri ardına dizecektir Emmerich...
Ancak insan işte, gene de düşünüyor... Dünyanın sonu gelirken insanlar hâlâ birbirlerine şaka yapabiliyorlar... Los Angeles karton gibi yırtılırken iki rakip baba birbirlerine komik ifadelerle göndermeler yapabiliyorlar! Dünya yıkılıyor ama jeolog kahramanımız, Obama türevi yumuşak başlı başkan Danny Glover’ın kısık sesli mütevazı kızıyla flört edebiliyor! Milyonlarca kişinin öldüğü sahnelerde kahramanlar, 90’lardaki aksiyon filmlerindeki gibi bayat espriler yapabiliyorlar... Ve tabi ki de 1970’lerden beri kullanılan türün vazgeçilmez klişelerinden biri olan, son anda kurtulan bir köpek de illa ki olacaktır!
Çin malı da olsa o gemiye yetişmek zorundayız!
(Çin'e selam olsun, sizi seviyoruz mesajı...)
Emmerich’in filminin sunduğu en büyük erdem, dünyanın sonunun geldiğini yıllarca saklayan ABD Başkanının son gün insafa gelip insanlığa gerçeği açıklayacak kadar asil bir davranışta bulunması! Yani diyor ki: Böyle bir şey olursa saklamayalım, olur mu?
Filmin sözkonusu büyük kıyamete karşı öngördüğü kurtuluş da komik. Çin malı Nuh’un gemilerinin kurtuluşu, Afrika’ya yani zengin ülkelerin dünyanın çöplüğü olarak kullandığı ‘Arka Bahçe’ye bağlı... Nasılsa çeşitli ilaç denemeleri için oradaki çirkin nüfus  epey bir azaltılmıştı! Şimdi gemilerde kendilerine yer bulan zenginler, iyi kalpli mühendisler, dünyanın çeşitli liderleri gene muhteşem yozlukta bir dünya kurarlar artık. Herhalde ilk işleri de, orada hâlâ hayatta kalmayı başaran yerlileri de bir güzel temizlemek olur!
Oysa dünyanın son üç gününü anlatan ne güzel bir film vardır: İspanyol yapımı “Tres dias”, hiç de böyle gösteriş budalası olmadan kıyamete çeyrek kala İspanya’nın küçük bir köyünden bakar olaya. Onda da yönetmen, kahramanlığı serseri bir gencin zayıf omuzlarına bırakır ama kaçınılmaz son yaklaşırken kahraman olmayı, ‘insan olmak’la o kadar güzel bağdaştırır ki... İki filmi de seyredince Emmerich’in olaylara bakışının ne kadar sağlıksız ve samimiyetsiz olduğuna daha net şahit olabilirsiniz...