Joe Wright’ın adeta “hikayeyi biliyorsunuz işte” diyerek
daha çok biçimsel numaralarla tıkış tıkış doldurduğu “Anna Karenina”sını bazı
izleyicilerin fazla gösterişçi bulması kaçınılmaz. Wright bu çok abartılı
bulduğum biçimsel sinemayı zaman zaman hikayenin önüne geçirmekle kalmayıp bir
üslup bombardımanı ya da galerisi haline getiriyor filmini. Özellikle filmin
ilk yarısında, sahne içinde sürekli dekor değiştirip, dikkat dağıtıcı efektlerle
öyküyü “zorlayıp”, seyirciyi yabancılaştıracak bir sürü numarayı ve efekti boca
etmesi ‘beyhude’ bir yorgunluk yaşatıyor izleyicide.
Kimi zaman bir Terry Gilliam oluyor Joe Wright (kağıtları ritmik bir şekilde damgalayan memurların ne işi vardı bu filmde?), kimi zaman “Moulin Rouge”daki Baz Luhrmann... Bazen “Dogville”in Lars Von Trier’i olup mekanlarını tiyatro sahnesi ya da daha kısıtlı bir alana kuruyor/hapsediyor, bazense David Lean’in “Doctor Zhivago”su gibi dışarı çıkıp geniş çerçevelerle büyük kırları, ovaları seriyor önümüze. Bazen sahne geçişlerini Spike Jonze’nin “Sil Baştan”daki (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) gibi parlak fikirlerle gerçekleştiriyor, bazen de Peter Greenaway’in sahne geçişlerine öykünüyor, hatta video kliplerde sık sık gördüğümüz gibi ana karakterlerini donmuş kalabalıklar içinde hareket ettiriyor... Yani iç içe geçmiş bir dizi üslup, bindirme üstüne bindirme yapıyor film boyunca.
Arada bazı oyuncular İngiliz aksanlarını saklamadan konuşurlarken (Keira Knightly ve Kelly Macdonald), bazı oyuncular da daha düz bir İngilizceyle hatta Amerikan İngilizcesiyle konuşuyorlar... Ama bütün karakterler de Rus bu arada. Her şey Tolstoy’un Rusya’sında geçiyor olmasına rağmen, izlediğimiz hiçbir mekanı Rusya’da geçiyormuş gibi hissedemiyoruz... Joe Wright iyi çekilmiş vals sahnesinde bile yüzlerce senelik bir tarihi olan dansa garip figürler ekleyerek sanki parodi yapıyor. (Aslında bu sahne bir ZAZ filmi olan “Çok Gizli”deki, böyle kostüme filmlerdeki dans sahnelerinin parodisinin yapıldığı sahneyi hatırlattı bana...)
Kimi zaman bir Terry Gilliam oluyor Joe Wright (kağıtları ritmik bir şekilde damgalayan memurların ne işi vardı bu filmde?), kimi zaman “Moulin Rouge”daki Baz Luhrmann... Bazen “Dogville”in Lars Von Trier’i olup mekanlarını tiyatro sahnesi ya da daha kısıtlı bir alana kuruyor/hapsediyor, bazense David Lean’in “Doctor Zhivago”su gibi dışarı çıkıp geniş çerçevelerle büyük kırları, ovaları seriyor önümüze. Bazen sahne geçişlerini Spike Jonze’nin “Sil Baştan”daki (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) gibi parlak fikirlerle gerçekleştiriyor, bazen de Peter Greenaway’in sahne geçişlerine öykünüyor, hatta video kliplerde sık sık gördüğümüz gibi ana karakterlerini donmuş kalabalıklar içinde hareket ettiriyor... Yani iç içe geçmiş bir dizi üslup, bindirme üstüne bindirme yapıyor film boyunca.
Arada bazı oyuncular İngiliz aksanlarını saklamadan konuşurlarken (Keira Knightly ve Kelly Macdonald), bazı oyuncular da daha düz bir İngilizceyle hatta Amerikan İngilizcesiyle konuşuyorlar... Ama bütün karakterler de Rus bu arada. Her şey Tolstoy’un Rusya’sında geçiyor olmasına rağmen, izlediğimiz hiçbir mekanı Rusya’da geçiyormuş gibi hissedemiyoruz... Joe Wright iyi çekilmiş vals sahnesinde bile yüzlerce senelik bir tarihi olan dansa garip figürler ekleyerek sanki parodi yapıyor. (Aslında bu sahne bir ZAZ filmi olan “Çok Gizli”deki, böyle kostüme filmlerdeki dans sahnelerinin parodisinin yapıldığı sahneyi hatırlattı bana...)
Bütün bu yabancılaştırıcı biçimsel numaraları verirken bir
yandan da filmin duygusunu sürdürebilmekse eğer denenen şey, belli sahnelerde
bunu başarıyor da film. Ama buna en çok ışığın, kameranın ve müziğin büyük
destek verdiği bazı ‘sinemasal an’larda ulaşıyor. (sık sık kameraya doğru
tutulan ışık kaynağı, yani ‘ters ışık’ da mesela J.J. Abrams’ın çok kullandığı
bir teknik...)
Keşke bu üsluplardan birinde karar kılsaydı Joe Wright...
Tamam, yine değişik bir “Anna Karenina” olsaydı; mesela “Moulin Rouge” gibi
deli dolu bir duygusallık ve müzikal bir tavırla anlatabilirdi, ya da Trier’in
yaptığı gibi tek bir “kısıtlı mekan” üzerinden de gidebilirdi... Ama bütün
bunların bir çorbasını yapmayı “Kefaret” (Atonement) gibi her açıdan daha
“bütünlüklü” bir filme imza atmış Joe Wright’a pek yakıştıramadım doğrusu... Açıkçası
buradakine benzer bir duyguyu “Hanna”da da yaşamıştım.
Son olarak; Keira Knightly’nin olanca
antipatik haliyle Anna Karenina’nın o müthiş ‘aşık kadın’ imgesine uymadığını
düşündüğüm filmde, “Kick-Ass”de çok beğendiğim Aaron Taylor-Johnson’ın canlandırdığı,
Gene Wilder’ın gençliğiyle “Alacakaranlık” filmlerindeki Cullen ailesinin
kıvırcık saçlı vampir çocuğu karışımı Vronsky’i de film boyunca yadırgadım
doğrusu... 2 / 5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder