Eleştirmenin Not Defteri

15 Ekim 2015 Perşembe

KORKU TERAPİSİ

İnsanoğlunun inanç meselesiyle imtihanı...
Filmin türkçe adının “Korku Terapisi” olduğuna bakmayın, bu filmin içinde korku öğelerinin de olduğunu seyirciye hissettirmek için yapılmış bir numara. Filmde sık kullanılan bir terapi var gerçekten ama onun adı “regresyon terapisi”. Uzman terapistler hastalarına uyguladıkları bu terapide onları anılarına götürerek, travma yaşamalarına neden olan duygusal ve zihinsel kilitleri açmaya çalışırlar. Bu terapinin handikapı, terapistin hastayı yönlendirmesi sırasında anıların fantezilerle karışabilme olasılığı... En çok da “Diğerleri” (The Others) adlı filmiyle uluslararası ilgi kazanan Alejandro Amenabar da orijinal adı “Regresyon” olan bu yeni filminde hem karakterlerine hem de seyircisine bu terapiyi uyguluyor adeta...
1980’lerde patlayan satanizm korkusu, tıpkı 60’lı yıllardaki komünizm korkusu gibi bazı toplumların dengesini bozmuş, insanların birbirlerini ihbar etmesine yol açmıştı. “Korku Terapisi” de 1990’da geçen hikayesinde küçük bir Amerikan kentinde dedektif Bruce Kenner’ın peşine takılıyor. Kenner bir agnostiktir (Tanrı’nın varlığını tümüyle reddetmeyen ama şüpheyle yaklaşan düşünce akımı) ve baba tacizine uğradığı için kiliseye sığınan Angela adlı genç bir kızın vakasıyla ilgilenmeye başlar. Angela’nın ifadesine göre babası ve beraber yaşadıkları büyükannesi satanist bir tarikata mensupturlar. Kenner bir psikologtan destek alarak Angela’nın babasına regresyon terapisi uygular. Böylelikle gerçeklerle hayallerin karıştığı karmaşık bir inanç savaşı başlar. Psikolog bilimi, Angela’nın sığındığı kilisenin rahibi dini, polis de otoriteyi temsil eder. Herkes kendi inancına tutunarak Angela’nın ifadelerini yorumlamaktadır ve herkes kendi inandığını diğerlerine kabul ettirme derdindedir.
Zaten Amenabar’ın anlatmak istediği tam da bu. Film şeytana tapan bir tarikatın peşine düşen polisin hikayesini anlatırmış gibi yaparken aslında insanların ‘körü körüne inanmak’ eğilimlerine eleştirel bir bakış getiriyor. Zira kendi inandıklarını radikalleştirenler önlerindeki gerçeği farkedememektedirler. Ethan Hawke ve David Thewlis gibi nitelikli oyuncuların göz doldurduğu film belki büyük bir buluşa ve unutulmaz bir yapıta dönüşmüyor. Ama  düşünmeye zorlayan, sürekli ters köşeye yatıran ve şüphe duyduran hikayesi ve kopkoyu tekinsiz atmosferiyle kendisini ilgiyle izleten bir film olmayı başarıyor. Bizim cinli islami korku filmleri çeken yönetmenlerin asla cüret edemediği sorgulamalara giriyor tecrübeli yönetmen Amenabar. Kutsal bir mesaja ulaşmayı reeddetip karakterini (Kenner’ı) ortada bırakması ise neye inanacağını şaşıran insanoğlunun halini gösteriyor aslında...  Filmdeki tüm günahkar karakterlerin içinde bedel ödemeye razı olan tek karakterin ise Angela’nın babası olması son derece düşündürücü... 3,5/5

Korku Terapisi
Regression
Yönetmen: Alejandro Amenabar
Oyuncular: Ethan Hawke, Emma Watson, David Thewlis, Aaron Ashmore

106 dakika

TEHLİKELİ YÜRÜYÜŞ

Nefes kesen anlamlı bir yürüyüş!

1974 senesinde, bugün artık olmayan İkiz Kuleler’in arasına çelik halat çekip üzerinde yürüyen Fransız sanatçı Philippe Petit’nin gerçek hikayesi “Tehlikeli Yürüyüş”te...

Yapımı yaklaşık altı yıl süren ve 1973’te açılan Dünya Ticaret Merkezi gökyüzüne yükselen ikiz kuleleriyle New York şehrinin sembollerinden biriydi. Malum 11 Eylül saldırısında 2.606 insanla birlikte tarihe gömülen ikiz kuleler, kimine göre kapitalizmin en ihtişamlı eseri, kimine göre göklere ulaşmaya çalışan insanlığın zaferiydi. Fransız sanatçı Philippe Petit içinse başka türlü bir cazibe merkezi. Petit 1968’de bir dişçi muayenehanesinde beklerken karıştırdığı dergide ikiz kulelerin inşaatının başladığını okuduğundan ve bitmiş halinin çizimini gördüğünden beri bir hayal kurmuştu: İki kulenin arasında bir çelik hat çekip üzerinde yürümek... Kendi ifadesiyle bu “yüzyılın en artistik suçu” olacaktır.
Petit’nin altı yıl boyunca hazırlık yapıp 1974’te gerçekleştirdiği bu zor hayalinin hikayesi daha önce 2008’de Oscar ödüllü bir belgesele de konu olmuştu. “Teldeki Adam” (Man on Wire) Petit’nin hayalinin ve gerekçelerinin heyecanlı ve eğlenceli bir anlatımıydı. Bu barışçıl başkaldırının güzel bir ifadesiydi. Nasıl olmasındı ki, hikaye durduğu yerde cazipti. Petit yerden 400 metre yükseklikte, yaklaşık 200 kilo ağırlığındaki ve 8 metre uzunluğundaki bir çelik halat üzerinde 45 dakika boyunca elindeki 25 kiloluk denge çubuğuyla tam 6 yürüyüş gerçekleştirmişti. Çıkarıldığı mahkemede New York’un ünlü Central Parkı’nda çocuklar için gösteri yapma cezasıyla (!) salıverilmişti.
Petit yardımcılarıyla birlikte henüz inşaatı yeni bitmiş olan kulelere gerekli malzemeleri bir gece önceden gizlice sokmuş ve sabahında bu nefes kesen, anarşist ve artistik yürüyüşünü gerçekleştirmişti.

Hayalinin peşinden yürü!
“Geleceğe Dönüş” (Back to the Future), “Mesaj” (Contact) ve “Forrest Gump” filmlerinin usta yönetmeni Robert Zemeckis’in filmi ise Petit’nin Fransa’daki akrobasi tutkusundan başlayarak İkiz Kuleler’deki yürüyüşüne kadar geliyor. Sanatçının Fransa’daki yıllarını adeta, yine çok sevilen başka bir Fransız filmi “Amelie” gibi anlatıyor Zemeckis. Petit’nin hiperaktif tavırları, güleryüzü ve pozitif bir rol model olarak portresi filmin ilk yarısını bir komedi filmi profiline yaklaştırıyor yer yer. Sanatçıyla ilgili bir sürü cümle kuruyor film buralarda ancak bu hayalinin ardındaki felsefeyi önceki belgesel film kadar güçlü kuramıyor. Türlü oyunlarla (Petit’nin film boyunca Özgürlük Heykeli’nin tepesinden yaptığı anlatıcılık, siyah beyaz sokak performansları, küçük bir romantik hikaye gibi) eğlendiriyor, izletiyor kendisini ama Petit’nin akıl hocası eski akrobat Baba Rudy’nin birkaç sahnesi dışında çok da derinleşemiyor.
Filmin son 30-40 dakikası ise olayı bambaşka bir boyuta taşıyor. Sinemada seyirciye yükseklik duygusunu bu kadar güçlü veren başka bir film hatırlamıyorum. Petit’nin olağanüstü yürüyüşünü Zemeckis apayrı bir film gibi ele alıyor adeta. Son derece inandırıcı bir sinematografiyle (biraz da süsleyerek) o telin üzerinde yürüdüğünüzü düşündürtüyor. Yükseklik korkunuz olmasa bile kalp atışlarınızı hızlandırmayı, yer yer başınızı döndürmeyi başarıyor. Özellikle de IMAX bir salonda 3D izlediğinizde bu etki iki üç kat artıyor. Zemeckis’in filmi tabi ki belgeselle olan farkını bu son yarısında gösteriyor en çok. Petit rolünde izlediğimiz Joseph Gordon-Levitt her filminde olduğu gibi yine şeker gibi! Sevimli performansıyla film boyunca izletiyor kendisini.. Baba Rudy rolünde Ben Kingsley o kadar rahat ki, zaten benzer karakterlere defalarca hayat vermişti...
“Tehlikeli Yürüyüş”, bir ‘hayalinin peşinden koş’ hikayesi olarak 7 yaşından büyük çocuklarla da izlenebilir. Ama yüksek yerlerde yürümek konusunda gereğinden fazla cesaretlenmelere kapılmamalarını da hatırlatmalısınız onlara. 3,5/5

Tehlikeli Yürüyüş
The Walk
Yönetmen: Robert Zemeckis
Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt, Charlotte Le Bon, Ben Kingsley, James Badge Dale, Clement Sibony, Cesar Domboy

123 dakika 

3 Ekim 2015 Cumartesi

BULANTI

Aydınlığı emen karanlık! 


Türkiye’nin önemli sinemacılarından biri olan Zeki Demirkubuz’un yeni filmi “Bulantı”, en başta Fransız düşünür ve yazar Jean-Paul Sartre’ın aynı adlı romanından uyarlanmış gibi algılansa da onunla pek ilgisi yok. Ama kuşkusuz Dostoyevski, Camus ve Goethe gibi yazarların dünyasına olduğu kadar Sartre’ın varoluşçu romanını anımsatan kimi özellikleri de yok değil. Demirkubuz bu filminde üst orta sınıfının aydın bir üyesinin, bir edebiyat öğretim görevlisinin karanlık ruh haline çeviriyor kamerasını. Ahmet sevgilisiyle olduğu akşam karısı ve kızını (‘Yazgı’yı) bir trafik kazasında kaybeder. Ancak bu büyük trajediden çok etkilenmemiş gibi hayatına devam eder. Derslerine giriyordur, sevgilisiyle ilişkisi sürüyordur. Ama Ahmet’in içindeki karanlık giderek büyüyecektir. Sevgilisiyle arası giderek bozulacak, huzursuzluğu artacak ve kendi sağlığından da şüphe etmeye başlayacaktır. Zaten gözleri açık uyuyan hatta bazen ölü sanılan, yarı ölü bir adamdır. Evine temizliğe gelen ve eski hayatından tanıdık kalan tek şey olan apartman görevlisi Neriman, etrafında insanlığını hatırlatabilecek tek kişidir aslında. Sonunda içindeki karanlık dışarıyı da kaplayınca kendisiyle yüzleşecektir (bir nevi ‘İtiraf’ edecektir)..
Filmin sonunun neredeyse tümüyle karanlıkta geçmesi, yani Ahmet'in kendi kendiyle başbaşa kalıp bir yüzleşme yaşadığı sahne sinematografik bir zirveyi işaret etse de öncesinde fazlasıyla bildik sularda yüzüyor Demirkubuz. Aydın bencilliği, insanların kötücüllüğü ve hatta modernitenin insanı yalnızlaştırıcı, farkındalıktan uzaklaştırıcı etkisini bir bulantı olarak tarifleyen film, Demirkubuz’un önceki filmlerinin neredeyse tümüne de referanslar gönderiyor.   
Ahmet’in hali ister istemez 'ne kadar çok bilirsen o kadar mutsuz olursun’u düşündürtmüyor değil bir yandan. Mesela Neriman tek odalı bodrum dairesinde (‘Yeraltı’nda), küçük oğlu ve kızını tek başına kıt kanaat geçindirebilse de Ahmet kadar mutsuz ve arayış içinde değildir. Ahmet’in arayışı ise çok umutsuzdur. Saçma sapan flörtlerinden tatmin olması mümkün değildir. Sahte karizmasının çizilmesi an meselesidir. Nitekim eski öğrencisinin evindeki kaçamağı sırasında, bir genç kızın odasında (‘Bekleme Odası’nda) kızgın bir erkek arkadaştan saklanmak zorunda kaldığında bu gerçekleşir de...
Demirkubuz’un Ahmet’i başka bir oyuncuya bırakmaması cesur ve son derece de bilinçli alınmış bir karar. Yine kendisinin başrolde olduğu 2003 yapımı filmi “Bekleme Odası”nı bir ölçüde tamamlayan bir film olmuş “Bulantı”. Ancak tabi ki Demirkubuz’un oyunculuğu bazen yabancılaştırıcı bir etki yaratmıyor da değil. Ayrıca karakterin baskınlığı diğer oyuncuların da alanını bir hayli kısıtlıyor. Yine de bu kısıtlı alanda sevgili rolünde Öykü Karayel yemek sahnesindeki, Ahmet'in hiç önemsemediği erkek kardeşi rolünde Çağlar Çorumlu da kısa performanslarıyla dikkat çekebiliyorlar..
Belki “Masumiyet” ya da “Kader” gibi zirve filmlerinden biri değil ama “Bulantı” yine de baştan sona ilgiyle izlenen ve kendisinin de oynamasının etkisiyle daha önce hiç olmadığı kadar samimi bir Zeki Demirkubuz filmi...  3/5 

Bulantı
Yönetmen: Zeki Demirkubuz
Oyuncular: Zeki Demirkubuz, Öykü Karayel, Şebnem Hassanisoughi, Çağlar Çorumlu, Ercan Kesal, Nurhayat Kavrak

117 dakika

2 Ekim 2015 Cuma

MARSLI

Mars’ta tek başına...

Ülkemizde de ilgi gören Andy Weir imzalı “Marslı” adlı popüler romanın jet hızıyla çekilen filmi sinemalarımızda bu hafta... Film uzun süresine rağmen gayet akıcı ve şık bir NASA reklamı gibi.. 

Mars gezegeninde araştırma yapan altı kişilik bir astronot ekibi gezegendeki büyük bir fırtına sonrasında acil kalkış yapmak zorundadır. Bir anda fırtınanın tam ortasında kalan ekipten geride kalan bir kişinin, botanikçi/mühendis Mark Watney’in öldüğünü sanan arkadaşları Mars’ı son anda terk edebilirler. Böylece Mark’ın Mars’taki yanlız günleri de başlar. Mars’ı sürekli gözleyen NASA çalışanları bir süre sonra Mark’ın terkedilmiş üste bazı değişiklikler yaptığını farkederler.. Mark’ın zekası, NASA’nın zeki mühendisleri ve son derece insancıl yöneticileri sayesinde milyonlarca kilometre uzaktan birbirleriyle iletişim kurup geniş çaplı bir kurtarma operasyonu da başlatacaklardır.
NASA’nın milyonluk imkanlarını tek bir astronotlarını bile kurtarmak için bir çırpıda harcayabileceğinin anlatıldığı bu Ridley Scott filmi, başından sonuna ilgiyle izletiyor kendini. Üstelik pek çok bilimsel ve sıkıcı detayın başarıyla üstesinden gelindiği gayet anlaşılır bir senaryoyla yapıyor bunu. Doğrusu son derece popüler olan romanı okumaya fırsatım olmadı, hemen filmi geliverdi zira.. Ama beklenti oldukça yüksekti. Çünkü her ne kadar son yıllarda kariyeri çok iyi gitmese de, bilimkurgu türüne “Blade Runner” ve “Alien” gibi çok önemli filmler armağan etmiş önemli bir yönetmenin bir uzay macerasıyla daha karşımıza geliyor oluşu belli bir heyecan yaratıyor sinemaseverde. 
Ancak bu filmin bir Ridley Scott vizyonundan çıktığına inanmak pek mümkün değil. Kuşkusuz “Marslı” gibi filmler Ridley Scott’ın çok rahat çekebileceği türden filmler, ama yönetmenin dünyasına ya da yorumuna pek de alan açmayan bu tip mega bütçeli filmler her zaman “Gladyatör” gibi sonuçlar doğuramıyor. Müzikleri, görüntüleri, parlak oyuncuları, akıcı diyalogları ve baştan sona pozitif bir tavırla ele alınmış hikayesiyle “Marslı” akıp gidiyor rahat bir şekilde ama derinleşemiyor bir türlü... Aslında bunun sebebi filmin Mark’ın koskoca ve yabancı bir gezegende tek başına kalmasının ne melankolisini ne de felsefesinin tadını hiç çıkarmıyor olması. Bunun yerine hikayenin NASA tarafındaki kurtarma çalışmalarına daha çok önem verilerek yeni bir “Apollo 13” filmi yapılması tercih edilmiş sanki. Mark’ın umutsuzluğa çok fazla kapılmayıp, karşılaştığı tüm zorlukların üstesinden kolayca gelmesi, filmin geçen yıl izlediğimiz “Yerçekimi”nde (Gravity) olduğu gibi izleyicisini uzaydaymış gibi heyecanlandırması mümkün kılmıyor pek. Filmin NASA’da geçen bölümleri ise büyük bir reklam filmi gibi. Kurumun aslında ne kadar şeffaf çalıştığı, basından bir şey saklamamaya özen göstermesi, insana değer veriyor oluşu, ne kadar güzel ve çalışkan insanlar çalıştırdığını gözümüze sokan sahneleri her ne kadar eğlenceli olsalar da filmin dezavantajını oluşturmakta. Evet, bir yandan da uzun bir NASA reklam filmi duygusu vermiyor değil “Marslı”.
Yine de başta Matt Damon olmak üzere sempatik bir oyuncu kadrosu, Abba’dan David Bowie’ye kadar uzanan şarkı listesi, görüntü yönetmeni Dariusz Wolski’nin tertemiz görüntüleri ile 140 dakikanın nasıl geçtiğini anlamıyor ve güzel duygularla çıkıyorsunuz salondan.. 3/5

Marslı
The Martian
Yönetmen: Ridley Scott
Oyuncular: Matt Damon, Jessica Chastain, Jeff Daniels, Kristen Wiig, Michael Pena, Sean Bean, Kate Mara, Sebastian Stan
141 dakika