Eleştirmenin Not Defteri

13 Ocak 2017 Cuma

Sinematografik Paylaşımlar - 1



1.“Uzay Yolcuları” (Passengers) aslında kötü bir film değil. Güzel görüntüler, güzel oyuncular, güzel fikirler barındıran iyi bir seyirlik. Sadece hikayesi aşırı tahmin edilebilir bir Hollywood rotasında ilerliyor. Dakikalar ilerledikçe filmin tansiyonu giderek düşüyor bu tahmin edilebilirlik yüzünden. Sanki finalini de bunun farkındalarmış gibi apar topar getiriyorlar: “tamam tamam her şey aynen tahmin ettiğiniz gibi oldu, hadi kapatalım da bitsin!”  

 

2. Mafyanın kovaladığı iki arkadaş klişesinin komedi yönetmenlerimizi ve yazarlarımızı bu kadar esir almış olmasının sebebi belki de seyircimizin de kendini başından büyük belalara bulaşmış insanlar olarak görmesi ve bununla başedebilmeyi ancak mizahla çekilir bir mesele olarak görmesindendir diye düşünüyorum. “Çalgı Çengi İkimiz” ve diğer türevlerine her daim bu kadar ilgi gösteriliyor olmasına başka bir açıklama getiremiyorum şahsen. Bu filmin yaratıcılarının ise gerçek yeteneklerini sadece “İşler Güçler” TV dizisinde gösterebildiklerini düşünüyorum... Adamlar her bölümü sinema filmi uzunluğunda yapıp belli bir yenilikçi bakış yaratabilirlerken, imkanları çok daha fazla olan sinema filminde niye böyle yapıyorlar anlamak güç! Güç de değil aslında mesele tamamen duygusal sanırım!!


3. "La La Land”in olumsuz eleştirilerini de okuyorsunuzdur. Filmi çok sevsem de  senaryo ve hikaye anlamında sorunları olduğunu ilk izlediğimden beri söylüyorum. Karakterleri yüzeysel, eksik tanımlanan hayalleri de yüzeysel işlenmiş hatta.. Nitekim  bu sevimli karakterler yüzeysel hayallerine bir şekilde erişmiş olsalar da mutlulukları daim değil sonunda. Birbirlerinden ve çok daha iyi bir finalden uzakta bitiriyorlar hikayelerini. Ama ismi bile neredeyse “lay lay lom” olan bir filmde ‘çok etkili’ sosyal gerçekçi mesajlar aramak biraz fazla geliyor bana. Diğer yandan filmin o kadar boş olmadığını düşünmüyor değilim ayrıca. “La La Land”i sonu hüzünlü biten bir “Amelie” gibi okuyorum ben. “Amelie” bize hiç de gerçekçi olmayan bir Paris sunuyordu mesela. Jeunet filmin çekimleri sırasında Paris’in kendilerine hiç de yardımcı olmadığını, filmdeki gibi gösterebilmek için çok çaba sarfettiklerini söylemişti bir röportajında. “La la Land” de benmerkezciliğin başkenti (!) Los Angeles’ı etkileyici finalinde öyle gösteriyor. Herkesin daha güleryüzlü olduğu, eski müzikallerdeki gibi şenlikli, güneşli bir şehir... Böyle olsaydı keşke diyor. Ondan önce sık sık boş caddelere vurgu yapıyor, ruhsuz partileri gösteriyor, boş tiyatro salonu, boş sinema salonu, boş gözlemevi, bardaki müziği dinlemeyen restoran müşterileri, samimiyetsiz Hollywood setleri, aşık çiftin beğenmediklerini sık sık dile getirdikleri ve bize bile doğru düzgün gösterilmeyen bir LA manzarası... Bu ortam içinde hem aşkı hem de hayallerini yakalamaya çalışıyorlar, ama hepsi birden mümkün olamıyor. En çok da bu olamama kısmını anlatamıyor senaryo zaten. Daha iyi bir senaryo olabilir miydi elimizde? Evet, bu kadar lay lay lom anlatmasa, daha güçlü hikayesiyle daha ‘kalıcı’ bir film olabilirdi. Ama bu kadar sevimli ve ‘feel good’ filmi olabilir miydi o tartışılır! “La La Land”in Altın Küre çıkarmasından sonra şunu düşündüm: sattığı nostalji yüzünden muhtemelen Akademi ödüllerinde de “The Artist” gibi bir etki yaratacak. Çünkü sinemacılar bu nostaljik sinema numaralarını sever. Ve çünkü herkes zaman geçtikçe ruhsuzluğun ne kadar yaygınlaştığının farkında ama kimse “Captain Fantastic” gibi yaşamayı da göze alamıyor ya da birileri özlediği dönemlere gidip orada yaşayamıyor. Gelgelelim “Midnight in Paris”teki gibi herkes kendi döneminden şikayetçi olup “eskiden daha güzeldi” diye sızlanıyor da olabilir!!  




26 Şubat 2016 Cuma

HESAPLAŞMA

Herkes kendi filminde!
Bir filmde Al Pacino ve Anthony Hopkins olunca insan gerçekten de büyük bir film bekliyor doğrusu. Ama “Hesaplaşma” bizim bu beklentimizi ve güvenimizi adeta orijinal ismindeki gibi ‘suistimal’ ediyor!  
“Hesaplaşma” bir fidye hikayesi gibi başlıyor. Son zamanlarda hakkında açılan iş davalarıyla uğraşan, ilaç endüstrisinin dev şirketlerinden birinin sahibi olan Arthur Denning’in (Anthony Hopkins) genç sevgilisi kaçırılır ve yüklü bir fidye istenir. Denning ödemeyi yapmaya karar verir. Ancak durum bundan çok daha farklı bir şeydir. Bundan bir hafta öncesine gideriz ve genç sevgili Emily’nin eski erkek arkadaşıyla tanışırız. Büyük bir hukuk firmasının genç avukatı Ben çok hırslı bir adamdır. Bebeklerini kaybettiklerinden beri karısıyla arasında bir mesafe vardır. Eski sevgilisi Emily’nin sosyal medyadan onu bulmasıyla tüm dengesi altüst olur. Ben, Emily sayesinde çalıştığı firmada yükselmek için bir fırsat yakalamıştır böylece. Firmanın patronu Abrams (Al Pacino) ona bu fırsatı verir. Ama yine hiçbir şey göründüğü gibi değildir! 
Bu hiçbir şeyin göründüğü gibi olmaması ve kalabalık karakterlerinin herbirinin farklı amaç ve dertlerinin olması onları bir türlü inandırıcı bir birlikteliğe götüremiyor. Al Pacino ve Anthony Hopkins kendilerini otopilota alıp takılmışlar filmde. Hatta Al Pacino dalga geçer gibi oynuyor... Yönetmen Shimosawa ise en küçüğünden en büyük rolüne kadar hep tanıdık ve iyi oyuncuları (Josh Duhamel hariç!) toplasa da, bol bol kamerayı kaydırıp gergin sahneler tasarlasa da olan biten olaylarda yakaladığımız açıklar bizi bir türlü hikayeyle başbaşa bırakamıyor.
Emily’nin amacı nedir, ne istiyordur? Onun peşindeki Koreli motorlu vatandaş niye öyle melankolik, ne yaşamış da böyle olmuş? Ben’in karısı acılı bir anne mi yoksa zombi mi? Niye herkes başka bir filmin içindeymiş gibi oynuyor? Josh Duhamel niye bu kadar kötü bir oyuncu? Bunlar gibi sorular film boyunca beynimizi meşgul ediyor işte... “Hesaplaşma”da yapılmak istenen şey aslında iki büyükbaşın ortasında kalmış hırslı ama çaylak bir avukatın hikayesini anlatmak sanırım ama o kadar dağılmış ki mesele, yazık olmuş... 2/5

Hesaplaşma
Yönetmen: Shintaro Shimosawa
Oyuncular: Josh Duhamel, Anthony Hopkins, Al Pacino, Malin Akerman, Alice Eve, Byung-hun Lee, Julia Stiles
106 dakika

MISIR TANRILARI

Tanrılar çıldırmış olmalı!

Bazı filmler amaçlarının dışında bir şeye sebep olurlar. “Mısır Tanrıları” çok iyi bir film olmayabilir, ama genç seyircileri mitoloji okumaya davet eden bir etki yaratabilir!


Hollywood’un zaman zaman mitolojiye dalıp istediği değişiklikleri yaparak aksiyon filmi üretmesine iyice alıştık zaten. Mısır mitolojisinde çok bilinen bir hikayedir bu: Tanrı Ra’nın birbirlerinden nefret eden iki oğlu Osiris ve Set’in hesaplaşması Set’in Osiris’i öldürmesiyle biter. Ancak Osiris ölümünün ardından öteki dünyanın efendisi olur. Set de tahta geçer ancak Osiris’in oğlu Horus büyüyünce amcasına kafa tutar. Bu sefer Set-Horus çekişmesi başlar. Ancak Set Horus’u uykusunda yakalar ve kör eder. Annesi Isis onu iyileştirir ve amcası Set ile büyük bir deniz savaşına girişir. Ancak tanrılar duruma el koyar ve Set’i sürgüne, Horus’a da tahta gönderirler.
En bilinen haliyle bu hikaye böyleyken “Mısır Tanrıları” filminde senaryo, “Gladyatör” gibi filmler model alınarak yazılmış. Barışsever kardeşinin tahtı kendi oğluna bırakmasına sinirlenen Set, taç giyme töreni sırasında kardeşini öldürüp Horus’u da kör eder. Sonrası, iyice berduşa bağlayan Horus’un sıradan ve ölümlü bir genç hırsız olan Bek tarafından uyandırılıp Set’i tahttan indirmesini sağlamaya kalmıştır. Tanrılara güvenmeyen Bek ile liderlik konusunu o güne kadar kendine hiç dert etmemiş egosantrik Horus’un intikam yolunu izliyoruz filmin geri kalanında.
Yani mitolojinin sihirli dünyası biraz törpülenip alıştığımız ‘kahramanın yolculuğu’ formatına iyice endeksleniyor. Macera boyunca Horus’un sorumluluk duygusu ve adil olmak konusunda aldığı derslere Bek’in tanrılara yeniden inanç duyması eklenecektir elbette. Set ise tahta gelir gelmez şehirdeki özgürlük havasını sona erdirip, halkı köleleştirip, şehri binalarla doldurmuş; gökyüzüne değecek biçimsiz bir kule yaptırmaya çalışmıştır!
Diğer 299 arkadaşı ne yaptın acaba?
“Gizemli Şehir” (Dark City) filmiyle gönlümüzde taht kuran yönetmen Alex Proyas’ın filmi bir görsel efekt bombardımanı adeta. Bir süre sonra izlediğimiz görüntüler tümüyle animasyonmuş gibi görünmeye başlıyor. Ama Set’i oynayan Gerard Butler (300 Spartalı) ile Horus rolünde izlediğimiz Nikolaj Coster-Waldau (Game of Thrones) ile çekici kadın oyuncular belli ölçüde ilgiyi koruyorlar. Özellikle genç seyircilerin Horus ve Bek’in kötü adamı yakalamaya çalışan iki zıt karakterli polis gibi olmalarına da çok takılmayıp, hikayenin doğru versiyonunu hatta tüm mitolojik hikayeleri okumalarını tavsiye ederim. 2,5 / 5

Mısır Tanrıları
Yönetmen: Alex Proyas
Oyuncular: Brenton Thwaites, Nikolaj Coster-Waldau, Gerard Butler, Courtney Eaton, Elodie Yung
127 dakika


13 Şubat 2016 Cumartesi

DEADPOOL

Benzersiz bir süper kahraman!

Wade Wilson ya da namı diğer, “Deadpool” hiç alışık olmadığımız bir süper kahraman. Onun benzersiz hikayesinin filmi ise tam bir eğlence bombası...

Deadpool’u diğer Marvel kahramanlarından ya da aslında diğer bütün çizgi roman karakterlerinden ayıran özelliği ‘farkındalığı’. Çünkü Deadpool bir çizgi roman kahramanı olduğunun gayet bilincinde bir süper kahraman ve bunu seyirciyle sık sık paylaşıyor..
İlk kez 90’lı yıllarda çizgi roman dünyasına adım atan Deadpool’a ben de çok aşina değildim açıkçası. Ancak çizgi roman raflarında yaptığım kimi okumalarda gördüğüm o ki “Deadpool” süper kahraman evreninin en edepsiz, en doğrudan, en vahşi ve en geveze karakteri. Öyle maceraları var ki mesela bir tanesinde bütün Avengers kahramanlarını tek tek öldürüyor. Örümcek Adam’ın bile gözünün yaşına bakmıyor. Bir diğerinde edebiyat tarihinin en sevilen kahramanlarına saldırıp hepsini çok vahşi biçimlerde katlediyor. Don Kişot’u, Sherlock Holmes’u, Tom Sawyer’ı bile hatta! Deadpool, bu cüretkar ve hayli kanlı mizahıyla tabi ki çocuk okurlar için örnek bir kahraman değil. Zaten filmi de ülkemizde 15+ yaş sınırıyla gösterilmekte.   
Eski bir ordu mensubu olan Wade Wilson, geçimini kiralık kabadayı olarak sağlamaktadır artık. Ancak bir gün yeni sevgilisiyle mutlu mesut yaşarken kanser olduğu haberini alır. Esrarengiz bir organizasyon onu farklı bir yöntemle iyileştirebileceğini söyler. Wilson bu işkenceyle dolu ‘tedavi’yi kabul eder, iyileşir iyileşmesine ama karşılığında yanıklar içindeki vücudunu ve yüzünü bir maskenin ardına saklamak zorunda olan ölümsüz bir ölüm makinesine dönüşür. O artık intikamının peşine düşmüş, merhamet ve vicdan gibi duygulardan muaf ama çok utanmaz bir mizah anlayışına sahip Deadpool’dur. Ana hikayesinde çok büyük bir buluş olmasa da bundan sonrası birbirinden vahşi ve eğlenceli aksiyon sahneleriyle dolu.
“Deadpool”, gösteri sanatında seyirci önündeki bireyin seyirciyle iletişime geçmesine verilen ‘dördüncü duvarı kırmak’ deyimine şahane buluşlarla yeni anlamlar katıyor adeta. Deadpool, bütün olan bitenler sırasında seyirciyle şakalaşıp, bunun bir film olduğunu sık sık açık ediyor. Başka filmlerle, süper kahramanlarla alay ediyor. Gerçek dünyaya ait oyuncular, şarkıcılar ve daha bir sürü pop kültür malzemesi diyaloglarda ve sahnelerde kendisine yer buluyor. Çizgi roman ve Marvel evrenine dair de müthiş iğnelemeler yapıyor Deadpool. "X-Men" filmlerine ve bizzat Ryan Reynolds'ın kendisinin canlandırdığı "Green Lantern"a laf sokması şahaneydi mesela...
Şimdiye dek gördüğümüz en dürüst jeneriklerden biriyle açılan film, asıl kahramanların filmin senaristleri olduğunu yazarak eleştirmenlerin alanına bile giriyor! Çünkü filmin gerçekten de en güçlü yeri senaryosu ve film daha başlarken buna kendisi dikkat çekiyor.
Daha ilk sahnesinden bile farkını ve eğlencesini belli eden “Deadpool” haftanın en eğlenceli yetişkin filmi... 4/5

Deadpool
Yönetmen: Tim Miller
Oyuncular: Ryan Reynolds, Morena Baccarin, Ed Skrein
108 dk.  

6 Şubat 2016 Cumartesi

CAROL

“Carol”, hem Cate Blanchett’in mükemmel oyunculuğu hem de büyüleyici görselliği için mutlaka sinemada izlenmesi gereken filmlerden biri..

Zamanında Ang Lee'nin “Brokeback Dağı” (Brokeback Mountain) vizyona girdiğinde iki kovboyun birbirine duyduğu aşkı ayıplayan, ayrımcılık penceresinden bakarak yargılayan insanlara şöyle diyordum hep: “Kabul etmek zorunda değilsiniz ama neden cinsiyet üzerinden okumak zorundasınız bu filmi? Neden bir insanın bir insana duyduğu aşk olarak göremiyorsunuz bu hikayeyi?”
“Carol”da 1950’lerin Amerika’sında boşanmak üzere olan bir kadın olan Carol, gencecik bir tezgahtar kıza aşık oluyor. Küçük kızına bir oyuncak almaya gelmiştir büyük bir oyuncak mağazasına ama en güzel hediyeyi kendisine seçer bir anlamda. ABD’nin en tutucu zamanları yaşanıyordur. Hem kadınlardır, hem farklı bir sosyal çevre ve sınıfa aittirler, hem de aralarında yaş farkı vardır. Üstelik Carol’ın kocası tek çocuklarının velayetini almak için dava açmıştır. Carol aşkını özgürce yaşayabilmenin yollarını arayıp bulmak zorundadır.
“Carol”ın çok lezzetli bir film olmasının nedeni sadece hikayesi değil aslında. Evet ünlü yazar Patricia Highsmith’in gerilimli bir aşk romanı olan “Tuzun Bedeli” romanından uyarlanmış ancak Phyllis Nagy’nin senaryosu hikayenin polisiye kısmını tümüyle çıkarmış hikayeden. Böylece karşımızda filme adını veren Carol adlı bir kadının züppe bir zengin, fedakar bir anne ve çok aşık bir kadın kimliklerine sırasıyla geçişine şahit oluyoruz. Filmdeki üç şey büyüleyici bir tonda bir araya geliyor. Cate Blanchett’in olağanüstü performansı bunların ilki. Oyuncu rol aldığı her filmdeki gibi karakterinin duygu dünyasını içinde olduğu en küçük görüntü anında bile seyircisine hissettirebiliyor. Yönetmen Todd Haynes’ın ise bu hikayeyi sunuş tarzı kusursuz. Haynes hikayenin merkezindeki iki kadını da sık sık buğulanmış ya da ıslanmış camların arkasında gösteriyor. Aralarındaki saydam engelin belli belirsiz altını çiziyor sürekli. Görsel olarak dönemin ünlü ressamlarının, fotoğraf sanatçılarının eserlerine ve “Kısa Tesadüfler” (Brief Encounter) gibi filmlere çok ince, narin göndermeler yapıyor. İki kadının eşcinsel aşkını asla basite indirgemeden, şairane bir sinemayla anlatıyor. Filme bu tonu veren çok önemli bir etken de Carter Burwell imzalı müzikleri... Filmin melankolik atmosferini tamamlayan çok duygusal, akılda kalıcı, melodik ve kulaktan kalbe akıp giden müzikler bu aşk hikayesine eşlik ediyor. Hikayenin genç kızı Therese’i canlandıran Rooney Mara da Audrey Hepburn’u andırıyor sürekli ve bu hikayeye başka bir çekicilik daha katmayı başarıyor.  
“Carol” Oscar ödüllerinde daha çok adaylığı haketse de sadece 6 dalda aday olabildi.  Uyarlama senaryosu, Cate Blanchett’i, müziği ve görüntü yönetimiyle aday olduğu bu dalların en güçlü filmlerinden biri. 5/5

Carol
Yönetmen: Todd Haynes
Oyuncular: Cate Blanchett, Rooney Mara, Kyle Chandler, Sarah Paulso
118 dakika

5 Şubat 2016 Cuma

KÖTÜ KEDİ ŞERAFETTİN

İyi bir yetişkin animasyonu ama...
“Kötü Kedi Şerafettin” mizah yazarı/karikatürist Bülent Üstün’ün 1990’larda L-Manyak dergisinde çizmeye başladığı çizgi seriydi. Üstün’ün Şero’su, Cihangir’de bohem bir hayat yaşayan Tonguç’tan üremiş yarı insan yarı kedi bir canlıdır. Hikayedeki bütün hayvanlar insanlar gibi konuşabilmektedir. Ama Şero’nun sık sık “insan mıyız lan biz!” diye söylendiği gibi daha bir kendilerine has yaşam kavgaları vardır bu hayvan karakterlerin. Üreme, beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını sağlamaya yönelik sert tavırlarıyla en az insanlar kadar vahşi ve hedonisttirler, ama diğer yandan da ne istedikleri konusunda insanlardan daha dürüstlerdir. Şero mesela yabancı türdaşı Garfield’dan farklı olarak alkol ve tütün ürünleriyle fazlasıyla barışık, libidosu fazlasıyla yüksek ve tembellik etmekten ziyade, sürekli hareket halinde olmayı tercih eden kabadayı bir kedidir. 
Yıllardır kendine ait sadık kitlesi tarafından hararetle takip edilen Şero’nun yaklaşık sekiz yıldır bir sinema filmi yapılması için uğraşılıyordu. Nihayet sonlandırıldı ve bu hafta vizyona çıktı.
evdeki beş cildi çıkarıp
göz gezdirmenin zamanı gelmiş demek ki...
13 yaşından büyük izleyicilere hitap eden film, Bülent Üstün’ün ilk Şero hikayelerine oldukça bağlı kalan bir yapıda. Şero’nun nasıl dünyaya geldiğini es geçerek, Cihangir’deki düzenine göz atıp, yanlışlıkla ölümüne sebep olduğu çizerin zombileşmesiyle başlayan hareketli bir kovalamacayı konu alıyor film. Tıpkı çizgi romanında olduğu gibi argo ve küfürlerin gırla gittiği, şiddetli kavgaların yer aldığı animasyon film, teknik anlamda şimdiye dek izlediğimiz tüm yerli animasyonlardan daha iyi. İki küçük meselesi var sadece. Yıllarca kağıttan okuduğumuz bu kahramanları bir anda bize sunulan seslerle hemen kabul edemiyor, ilk 15-20 dakikasında yadırgıyoruz belki biraz. Hatta zaman zaman bazı cümleler arada kaynayıp gidiyor. Çünkü animasyon seslendirmelerinde çok yapılan bir klişe burada da yer buluyor kendisine. Her biri çok değerli olan isimler kendilerine ait karakterleri olduklarından daha komik seslerle seslendirmişler. Ama dakikalar geçip alıştıkça buna çok takılmıyor kulaklarımız. Diğer mesele ise filmin çok büyük arızaları olmayan senaryosunun yine de gayet ‘hafif’ kalması. Zombi çizerin bir türlü ölmeyip oradan buradan çıkmasına kitlenip kalıyor hikaye, biraz tekrara düşüyor ister istemez... Araya bu hikayeyle çok ilgisi olmayan bir soygun macerası da karışıyor. Şero'nun oğlu Tacettin'in gelişi, Tonguç'un evsahibesiyle yaşadığı problem ve Şero'nun 'manitası' Misket'le tanışması da var bu hikayenin içinde ama ana hikaye omurgası olarak zombi çizer belirlenince bu yan hikayeler küçük kalıyorlar. Çünkü kaçma-kovalamaca yani hareket çizgisi getiriyor zombi hikayesi. Oysa bir yetişkin animasyonunda harekete-aksiyona bu kadar ihtiyaç yoktur. Sonuçta hedef kitleniz çocuklar değildir... 
Yani film şimdiye dek izlediğimiz en iyi Türk yapımı aksiyon olabilir ama yukarıda saydıklarımın ışığında, izlendiği sürenin dışına taşamıyor çok fazla, sadece kendi süresi içinde eğlendirebilen filmler arasında yerini alıyor. Ama yine de çok güzelleşebilecek bir serinin ilk filmi için gayet tatminkar sayılır. Daha güzel filmlere kapı açar inşallah bu ilk film... Tekrar tekrar belirtmeli diğer yandan, animasyon olduğuna aldanıp küçük çocuklarınızla gitmeye kalkmayın sakın. “Kötü Kedi Şerafettin”, aynen dergi sayfalarından fırlayıp çıkmış kadar sert ve tavizsiz! Hatta yaş sınırının daha da yüksek olmasını göze alıp, bence daha da ileri götürebilirdi işi... 3,5/5

Kötü Kedi Şerafettin
Yönetmenler: Mehmet Kurtuluş, Ayşe Ünal
Seslendirenler: Uğur Yücel, Demet Evgar, Okan Yalabık, Yekta Kopan, Ayşen Gruda, Ahmet Mümtaz Taylan
82 dakika

29 Ocak 2016 Cuma

İFTARLIK GAZOZ

Bir zamanlar Türkiye’de...

“İftarlık Gazoz”, kimi dağınıklıklarına rağmen çok samimi, duygusal ve şu zamanda izlenmesi gereken bir film... Cem Yılmaz’ı ise asıl bu filmde görün...

Yönetmen Yüksel Aksu ilk filmi “Dondurmam Gaymak”ta en rahat olduğu bölgelerde dolaşacağının işaretini verenm bir yönetmendi. Özellikle popüler sinemamızın ve televizyon dizilerimizin ikibinlerde bulduğu yeni bir damardı Ege insanının hikayeleri... Aksu ege taşrasını çok iyi bilen, oralı bir sinemacı. Çağan Irmak'ın “Babam ve Oğlum”u (2005) ve Aksu'nun “Dondurmam Gaymak”ı (2006) bu damarın sinemamızdaki parlayan yıldızları oldular. Yüksel Aksu üçüncü filmi “İftarlık Gazoz”da da bu en iyi bildiği sularda yüzmeye devam ediyor.
1974’te Muğla’nın Ula ilçesinde bir ilkokul öğrencisi olan Adem yaz tatilinde mahallenin gazoz satıcısı Cibar Kemal’in yanında çırak olarak işe başlar. Tütün tarlalarında çalışan anne-babası ve diğer büyükler farklılıklarına rağmen birbirleriyle iyi geçinen insanlardır. Adem o sıcak yazda ustası Cibar’ın yanında çıraklık yaparken ilk oruç deneyimini yaşayacak ve büyümenin acılı bir deneyim olduğunu da keşfedecektir.
Yüksel Aksu “İftarlık Gazoz”da bir bilinç savaşı anlatıyor aslında. Sadece küçük bir çocuğun büyümesiyle gelen bilinçlenme değil burada bahsettiğim. Tütün işçilerinin, uğruna deliler gibi çalıştıkları patronlarının devrimci oğlunun ve arkadaşları tarafından bilinçlendirilme çabaları, kasaba imamının kendince cemaatini islamla bilinçlendirme çabaları, Adem’in anne-babasının oğullarını doktor/mühendis olması için bilinçlendirme gayreti, devletin resmi eğitimle vatandaşlarını ‘bilinçlendirme’ çabaları... Bütün hepsi birbirinin içine geçmiş büyük bir karmaşadır. Oysa kasabalılar için hayat çok basittir: “Cenab-ı Allah dünyayı yaratmış, Atatürk de vatanı kurtarmış”tır. Gerisini bilmeye gerek yoktur! 
Adem film boyunca bu ‘bilinçlendirme’ çabalarının tamamına maruz kalıyor. Bütün büyüme hikayesi filmlerinde olduğu gibi örnek aldığı biri vardır elbette: devrimci Hasan abi. Ancak tabi ki de bu sistem içinde en zararlısı ve istenmeyeni de odur (!) çünkü düşünen, okuyan, vicdanlı ve iyi bir insandır!

Cem Yılmaz çok iyi...
Türkiye toplumu her ülkenin yaşadığı bu büyük engeli bir türlü aşamadı. Köy enstitülerinin kapatılmasından 1980 darbesine, faili meçhul cinayetlerden ta bugünkü halimize kadar sürekli sekteye uğratılan ve yanlış yönlendirmeyle yolundan saptırılmış bu ‘bilinçlendirme’ çabaları... Diğer yandan, masum ev yapımı gazozlarımız kapitalist meşrubatlarla elimizden alınacaktı, fakir olduğumuz hoşlandığımız kızın annesi tarafından yüzümüze vurulacaktı, bikinili kızlara bakmak daha en baştan yasaklanacaktı... “Açlık” sadece ramazanda değil hayatımızın her yerinde var olacaktı illa ki...  
“İftarlık Gazoz”daki masum Adem bizsek eğer, babası Osman ve ‘baba yarısı’ ustası Cibar da evin rızkı peşinde koşmaktan başka bir şey düşünemez olmuş şaşkın büyüklerimizdi. Çoğumuz yolumuzu kendimiz bulmak zorundaydık. “İftarlık Gazoz” işte bunun filmi. İçi boş komedilerle, korku filmleriyle dolu bu ortamda bu filmi yapmaya karar veren herkese teşekkür etmeli. Ama keşke seyirci ilgisine daha çok yaklaşmak için bazı sahnelerin uzamasına izin verilmese, finale doğru ağlatmak için çaba gösterilen bir film olmasaydı yine de. Aksu, Cibar’ın da söylediği gibi ‘azı karar çoğu zarar’ diyebilseydi. “Cennet Sineması”na yakın duran masalsı tondan çok “400 Darbe”nin çarpıcı gerçekliğine yakın dursaydı. Suratımıza tokat gibi inseydi. Tatlı bir film izleyip güldük, duygulandık diyerek değil, tokat yemiş olarak çıkabilseydik salondan. Sanırım şu an en çok öyle bir şey lazım çünkü uyanmamız için... Ya da evet, ben hâlâ insanların film izleyerek bile değişebileceklerine inanan saf bir romantiğim! 
Filmin bütün oyuncuları çok iyi, ama Cem Yılmaz’ın oyunculuktaki asıl tonu kesinlikle bu. Hayranı olduğu Sadri Alışık gibi en iyi performanslarını trajikomik karakterlerde çıkarıyor en çok. Küçük oyuncu Berat Efe Parlar da o güzel gözlerinin hakkını veriyor film boyunca... 3,5/5

İftarlık Gazoz
Yönetmen: Yüksel Aksu
Oyuncular: Cem Yılmaz, Berat Efe Parlar, Ümmü Putgül, Yılmaz Bayraktar, Okan Avcı, Macit Koper 
105 dakika

23 Ocak 2016 Cumartesi

DİRİLİŞ

Hepimiz vahşiyiz!

Bu seneki Oscar ödüllerinin en büyük favorilerinden biri olan “Diriliş”, büyük olasılıkla Leonardo DiCaprio’ya da yıllardır beklediği ödülü getirecek...

Aslında “Diriliş” enikonu bir savaş filmi. 19. yüzyılın ‘yeni kara’sında, Amerika’da gerçekten yaşandığı bilinen bir hikayenin biraz daha süslenerek uyarlanmış hali. Aynı hikâye 1971 yılında başrolünde Richard Harris’in olduğu “Man in the Wilderness” adlı bir filme daha kaynaklık etmişti. Kürk avcılarına sert doğa koşullarında, kızılderili bölgelerinin dışında kalmaları için kılavuzluk eden Hugh Glass’ın hikayesi bu. Oğluyla birlikte ekibe yol gösteren tecrübeli iz sürücü, beklenmedik bir kızılderili saldırısından birkaç kişiyi son anda kurtarır. Ancak sonrasında tek başına keşif yaparken bir ayının saldırısına uğrar ve ölümcül yaralar alır. Diğerleri onu bir süre taşımaya çalışsalar da sonunda dayanamazlar. Liderleri Yüzbaşı Henry, onu oğlu ve iki adamıyla geride bırakmak zorunda kalır. Henry adamlarından John Fitzgerald’a, Glass ölene kadar başında durmalarını, öldükten sonra da onu uygun bir şekilde defnedip yola devam etmelerini söyler. Ancak başından beri Glass’la anlaşamayan Fitzgerald, bu anlaşmayı bozar. Diğer adamı da kandırarak baba-oğulu ölüme terkeder. Ama Glass ölmemiştir ve adeta yeniden doğarak Fitzgerald’ın peşine düşer...
“Diriliş”in hikâyesi aslında klasik bir intikam hikayesi. Gerçekten yaşandığına inanılan hikaye daha da dramatize edilmiş. Iñárritu bu 'vahşi doğada yaşam mücadelesi' hikayesini daha çarpıcı hale getirmek için kimi sert ve dramatik tercihler yapmış. Bu hamlelerin sonunda hikâyenin sadece Glass’ın ‘intikam’ hikâyesi olarak kalmayıp, adeta ‘bir dünya savaşı’ filmi olduğunu da söyleyebiliriz. Beyazlar önce kürkleri için hayvanları öldürüyorlar. Sonra kızılderililer kürk avcılarını öldürüp, kürklere el koyuyorlar. Sonra anlıyoruz ki başka beyazlar yerlilerin her şeylerine el koymakla kalmayıp reisin kızını da kaçırmışlar. Hikayenin devamında hayvanlar insanları öldürmekte, beyazlar beyazları hatta hayvanlar da diğer hayvanları... Bu çetin savaşa doğanın sert koşulları da katılıyor. Ağaçlar ve gökyüzü bu kıran kırana geçen savaşın sessiz tanıklarıdır. Dünyanın şiddeti dünyanın yaşıyla aynı yaştadır ne de olsa...

Soğuğu hissediyorsunuz..
Glass’ın insanüstü bir çabayla, adeta intikamına tutunarak verdiği bu yaşam mücadelesi çok çarpıcı sahnelerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Adeta birkaç kere yeniden doğuyor Glass; bir mezardan çıkıyor, bir hayvanın karnında geceliyor, açlıkla, soğukla, ölümcül yaralarla başa çıkıyor... Onu acılı ve dul bir baba olarak karşımıza koyması ise filmin yumuşak karnı. Ailesini kaybetmiş bir adam olmasa yaşama bu kadar tutunmayacak, yaşama dürtüsünü kaybedip, bir yerde teslim mi olacaktı illa ki Glass?
Buna karşılık kamerasıyla bir sinema ziyafeti sunuyor bize Innarritu, bazı uzun süreli ‘tek çekim’ler, efektleri çok iyi gizlenmiş heyecanlı sahneler ve kameranın zaman zaman karakterlerin yüzlerine iyice yaklaştığı anlar hikayeyi olduğundan daha gerçek kılıyor. Mesela soğuğu oturduğumuz yerden bu kadar hissettiğimiz film sayısı azdır.  
Leonardo DiCaprio’nun bir ayı tarafından resmen ‘harcandığı’ sahne de inandırıcılığından dolayı çok zor izleniyor. DiCaprio’nun nefes nefese ve belli ki ‘çok üşüyerek’ verdiği bu performans artık nihayet bir Oscar’ı da hakediyor. Tom Hardy’nin kendisinden beklenenin ne eksik ne fazlasını verdiği kötü adam performansı da etkileyici tabi ama yine de Oscar adaylığı getirmeli miydi tartışılır... 3,5/5

Diriliş
The Revenant
Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Tom Hardy, Will Poulter, Domhnall Gleeson, Ferrest Goodluck
156 dakika

22 Ocak 2016 Cuma

“STARMAN” AİT OLDUĞU YERDE ŞİMDİ

90’lı yıllara çeyrek kalmış; 14-15 yaşında ergensin, kızgınsın, evde-okulda işler çok yolunda değil, öfkelisin ama çekingensin de, ne olmak istediğin konusunda hiçbir fikrin de yok, dünyanın en yalnız insanı sensin sanki, okumak/sinemaya gitmek bir yerden sonra yetmiyor, ne okulda mutlusun, ne evde, ne sokakta... Hani böyle ortada kaldığın bir dönem vardır o ergenlik zamanında, tam oradasın... David Bowie’yle tanışmak için en müsait zaman işte tam da bu zaman olsa gerek... Sonra bir kırılma noktası...
Beyoğlu’nda İstiklal Caddesinin sonunda, bahçe içinde (benim için adeta bir cennet bahçesi olan Narmanlı Han) küçücük bir plakçı dükkanında plaklardan kaset kaydı yapan gözlüklü bir ağabey var, adı Murat. (Yıllar sonra aynı gazetede, ‘Gazetepazar’da o müzik yazıları yazarken ben sinema yazacaktım...) Stüdyo İmge okumaya başlamışım ve ilk okuduğum sayıda sadece “Tonight” ve “Never Let Me Down” albümlerini bilip (en zayıf albümleri de denebilir) birkaç şarkısını sevdiğim David Bowie çıkmış karşıma. Sanırım çeviri bir Bowie yazısıydı okuduğum, soluğu plakçıda almışım. 1970 tarihli “The Man Who Sold The World” ilk kaydettirdiğim albümü oldu.
Kardeşimle paylaştığım küçücük odamda, yatağıma uzandım, kulağımda David Bowie “All The Madmen”i söylüyor. Bowie yıllar sonra intihar edecek olan şizofreni hastası üvey kardeşinin hastanedeki günlerini anlatıyor, sanki onun ağzından. Zaten kıstırılmış hissediyorsun, deliliğin sınırlarında dolaştırıyor seni: “Ben burada kalmayı tercih ederim, bütün delilerle birlikte / Üzgün adamlarla perişan olup, orada burada dolaşıp / Onlarla oynamayı tercih ederim, bütün delilerle birlikte”
Sonra “After All” geliyor... Rock müzikte hiç duymadığın vals dokunuşları ve panayır müziğinden esintiler var içinde: Kulağıma fısıldıyor şunları: “Bazı insanlar birlikte yürürler / ve bazıları yalnız ve sessizdirler / Bazıları koşarlar, küçük olanlar emekler / Ama bazıları sessizce oturur, onlar yaşlı çocuklardır, bu kadardır en nihayetinde..” Bana söylüyor sanki, sadece bana... “İnsanoğlu bir ‘engel’dir, palyaço kadar hüzünlü / Öyleyse hiçliğe tutun, o seni hiç bırakmaz”... “The Man Who Sold The World”de de tamamlıyor insanoğlunun hiçliğini: “Yalnız ölmeliydik / uzun, çok uzun zaman önce”.. Bunlar nasıl sözler? Bu nasıl bir müzik? Nasıl bir melankoli insanı sarıp sarmalayan... ‘Ben daha doğmamışken, 1970’de beni yakalamış bu adam’ hissiyatı, bir dostla kavuşmak sanki... Sonraki haftalar bütün harçlıklar Bowie plaklarından kaydedilmiş Bowie kasetlerine gitti. Hepsi defalarca dinlendi. Şarkılar ezberlendi. Röportajları okundu, onun işaret ettiği kitaplar, şarkılar, filmler bulundu. David Bowie ruhumu iyileştirdi, sakinleştirdi.
Dünyanın bir sahne olduğunu, hayatların birer film olduğunu, hepimizin de bu filmlerdeki birer oyuncu olduğumuzu şarkılarında bu kadar çok söyleyip de, bir bukalemun gibi sürekli değişen, karakterler yaratan bu komple sanatçı nasıl olur da benim neredeyse 30 yıl, onu en başından dinleyenlerin 50 yıllık bir zamandır kalbine dokunabildi? Bu kadar oyunculuğun, hikayenin içinde nasıl bu kadar ‘hakiki’ kalabildi? O farklı sesiyle, daha ingilizceye o kadar da hakim olmadan, o kadar şaşkın, o kadar tecrübesiz, yalnız ve mutsuz bir çocuğun kulağına ‘korkma yanındayım, cesur ol’ diyen bir adamdı bu adam. İnsana babası yapmıyor bu zamanda böyle bir şeyi neredeyse...
Sonraları Bowie neden uzay imgesiyle bu kadar uğraşıyor diye çok düşündüm onu dinledikçe. “Space Oddity” ile başlayan kendisini uzaya bırakan astronot Major (Binbaşı) Tom’un hikayesini “Ashes to Ashes”ta sürdürür. Dünyaya düşen bir uzaylının, Ziggy Stardust’ın sonu hazin hikayesini bir sene içinde bitirir ama Bowie’nin yıldızlararası yolculuğu kariyeri boyunca devam eder. “Starman”, “Fantastic Voyage”, “Dünyaya Düşen Adam” (The Man Who Fell The Earth) sinema filmi (sanki uyarlandığı romanı Walter Tewis onun için yazmış!), “Hello Spaceboy” ve sonunda da 2016’da “Blackstar” ile büyük uzay yolculuğunu tamamladı. Aslında meselesi, insanın içindeki uzaydı. Bizi içimizdeki uzayla tanıştırdı. Onu iyi dinleyenleri içlerindeki gizli kuytularını keşfetmeye çıkarttı.
Avrupalı dinleyecileri ise buna ek olarak Bowie’nin aynen vaadettiği gibi bir eğlenceli yolculuk yaşamıştı. Bizim gibi ülkelerde Bowie hayranlığının içinde bu kafası dumanlı eğlencenin, ‘glam rock’ın renkli dünyasının, Berlin barlarındaki gibi kalabalık eğlencelerin filan yeri pek azdır. Bizim gazeteler Bowie ile ilgili haberlerde kendisine “hötöröf” diye hitap etmektedirler hatta! Yani kibarca ‘ibne’! Bowie’nin Ziggy Stardust’ından haberleri yoktu, zaten olsa da büyüklerimizin prim vereceği bir şey değildi böyle şeyler... Anca görüntüsüne bakıp ‘ne kadın ne erkek olması’yla dalga geçilirdi.
Oysa o dünyadaki bu keşmekeşten sıkılmış, Mars’ta hayat olup olmadığını merak eden fare saçlı kızları (Life on Mars), dünyaya gelmenin büyük talihsizlik olduğunu düşünen, hep aynı arabayla kaza yapan oğlanları (Always Crashing In The Same Car) teselli eder. Bazen kendini bir uzaylı gibi hissetmenin şiirini yazar... Yalnızlığın müziğini besteler. Şarkıları kafanızda canlandırabileceğiniz dramatik imgelerle doludur.
Fantastic Voyage”da usulca şunu söyler Bowie: “Başkalarının depresyonuyla yaşamayı öğreniyoruz / Ve ben başkalarının depresyonuyla yaşamak istemiyorum”, giderek bir çığlığa dönüşen “Heroes”u dinlerken başkalarının depresyonundan bir gün kurtulacağımıza inandık fare saçlı kızlar ve hep aynı arabada kaza yapan oğlanlar olarak.
Tuhaf bir şekilde, kendisinin içinde başka ‘ben’ler taşıyıp bunlarla ne yapacağını bilemeyenlere binlerce kilometre öteden ulaşmayı başaran sanatçılardan biriydi Bowie. Bunu sadece şarkı sözleriyle değil, rock müziğe çok bağımlı kalmadan yaptığı bestelerle de gösterdi. Melankoli duygusunu sadece bildiğimiz, alıştığımız melodik yapılarda değil o yapıların arasında kalan ‘boşluk’larda da deneysel karışımlar yaparak yakaladı. Cazla, elektronik müzikle, ‘drum n bass’la, funk’la doldurdu. İnterneti en verimli kullanan oydu, tuhaf bir video oyununa müzik ve seslendirme yaptı (Omikron), çok istediği gibi bir sonuca ulaşamasa da bir rock grubu kurdu (Tin Machine), çocuklar için “Peter And The Wolf”u seslendirdiği bir plak bile yaptı... Sayısız müzisyene, yazara, şaire ve filme ilham oldu.
Ne zaman bir filmde rastlasam bir şarkısına, bir sırrım açığa çıkmış gibi olurum hâlâ yıllardır. Nasıl da yakışır bazı filmlere Bowie... Mesela “Space Oddity”, “Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı”nda hayal ettiği başka bir hayata son anda cesaretle atlamaya karar veren Walter’a eşlik eder (şu sahnede). “Seven”ı “Heart’s Filthy Lesson” ile “Amerikan Sapığı”nı da “Something In TheAir” ile kapatırız. Bu tekinsiz şarkılar iki filmin de hastalıklı hücrelerini deşifre ederek salondan ayrılmamızı sağlar. Dünyası Bowie’ye en yakın olan yönetmenler listesinin belki de başında olan David Lynch’in “Ateşle Benimle Yürür”ünde (Fire Walk With Me) iki dünya arasında kalmış bir ajan rolünde küçücük de olsa görünür ama esas Lynch’in “Kayıp Otoban”ına (Lost Highway) “I’m Deranged” ile müthiş bir karizma katar... “Francis Ha” ile sokaklarda “Modern Love” ile koşarız (bu sahnede), “Marslı”nın (The Martian) yalnız astronotuyla “Starman” eşliğinde süzülürüz Mars gezegeninde...
Sinemada da epey filmi vardır ama perdede en çok da “Dünyaya Düşen Adam” (The Man Who Fell The Earth), “İyi Noeller Mr. Lawrence” (Merry Christmas Mr. Lawrence), “Labirent” (The Labyrinth) ve “Açlık”taki (The Hunger) performanslarıyla hatırlanır...
David Bowie’nin öldüğü gün saatlerce ağladım... Michael Jackson’da da üzülmüş, bir parça ağlamıştım, ama klişe ifadeyle ‘çocukluğumdan bir parça daha gitti’ üzüntüsüydü o. Bowie’nin gidişinde hıçkıra hıçkıra ağlamamın sebebi onsuz günlerime geri dönme, yalnız kalma korkusuydu belki de. Ama şimdi elimde bir tomar CD, bir sürü kitap, filmler ve beraber onun müziklerini dinleyip kliplerini izlediğim bir oğlum var.
Bir sene önceden bildiği ölümüne hazırlık yaparken “Blackstar” ve “Lazarus” gibi son derece anlamlı sözler ve kliplerle donattığı 7 şarkılık bir albümle veda etti bize. Bana. Ruhumu temize çeken, beni sakinleştiren, bütün bu hoyratlığın ortasında insan olmayı çekilir kılan kahramanlarımdan biri olan David Bowie... Sana çok teşekkür ederim dostum, kendi Major Tom’umla beni barıştırdığın için... Ve teşekkürler son şarkında “Buraya yukarı bak, ben cennetteyim” diyorsun ya sakince, hâlâ teselli ediyorsun beni artık ait olduğun gökyüzünden...       



8 Ocak 2016 Cuma

THE HATEFUL EIGHT

Bu hikayenin bir kahramanı yok!
Quentin Tarantino’nun 8. sinema filmine kötü denilemez ama, ünlü yönetmenin eski  filmlerini de aratıyor.
Amerikan İç Savaşı bitmiş, ‘vahşi batı’nın da son demleridir. Çok sert geçen bir kış mevsiminde, ödül avcısı John Ruth, bir posta arabasıyla, yeni yakaladığı, başına ödül konmuş Daisy Domergue adlı bir kadını asılması için Red Rock kasabasına götürüyordur. Fırtına yüzünden yolda kalmış başka bir ödül avcısı olan, eski asker Warren’ı ve sonrasında rastladıkları ve Red Rock’ın yeni şerifi olduğunu iddia eden Mannix’i de arabaya almak zorunda kalır. Bu uyumsuz dörtlünün yolculuğu giderek artan kar fırtınası yüzünden sekteye uğrayacak ve Minnie’nin Yeri adlı bir konaklama yerine sığınacaklardır. Minnie’nin yerinde de onları bekleyen Bob, Mobray, Joe Gage ve emekli general Sandy Smithers vardır. İçerde şiddet dozu giderek artan bir sürü şey yaşanacaktır!
Filmin ilk yarısı, bütün karakterleri yavaş yavaş bir araya getirmeye çalışıyor ve eski Tarantino diyaloglarını özleten bol bol gevezelik içeriyor. Bariz bir sıkıntı iyice kendisini göstermeye başladığı anda Tarantino, filmin ortasına anlatıcı gibi girip kendi sesiyle aslında öykünün göründüğü gibi olmadığını bize söyleyip, çıkıyor! Sonrası korku filmlerine taş çıkartan bir kan ve dehşet senfonisi... Filmin merkezinde yer alan ve yer yer tekinsiz bir korku filmi canavarı gibi gösterilen Daisy’nin sürekli ve yerli yersiz hırpalandığı filmin, kadın düşmanlığı yaptığını da söylemek mümkün. Çünkü bu sahneleri eğlenceli bir vodvil duygusuyla sunuyor Tarantino. Aslında kendisi "Kill Bill" ve "Jackie Brown" gibi güçlü kadın kahramanlı filmler çekmiş bir insan, "Soysuzlar Çetesi"nde (Inglorious Basterds) bile kadınlara güçlü roller yazmış bir senarist. Buradaysa sanırım rayından çıkan egosantrik bir durum da var. Zaten takip ettiğimiz kadarıyla Quentin Tarantino ve Daisy'i canlandıran Jennifer Jason Leigh'in bugünleri filmin mizojinik olmadığını anlatmakla geçmekte...   
Diğer yandan filmin kafası da karışık. Film bize Amerikan ırkçılığıyla ilgili bir şeyler anlatmaya çalışıyor hatta belki de bu konudaki gidişata karşı umutsuz bir eleştiri de getiriyor denebilir. Ama sonuçta yine de bir netliğe kavuşmak çok da mümkün olmuyor. Ortada dolaşan ve Abraham Lincoln tarafından yazıldığı söylenen bir mektubun hikayesi var ama istenen yere bağlanamıyor bir türlü. Kuşkusuz filmin lezzet veren kimi nitelikleri de yok değil. Çünkü bu yine de bir Tarantino filmi! 
Ennio Morricone’nin müziği, kamera pek fazla dışarı çıkamasa da 70mm formatın verdiği büyük genişlik hissi, birbirinden iyi oyuncuları ve sürprizli sahneleri belli bir ilgiyle izletiyor filmi. Ama Tarantino’nun “Ucuz Roman” (Pulp Fiction) günleri çok çok gerilerde kalmış anlaşılan... 2,5/5

The Hateful Eight
Yönetmen: Quentin Tarantino
Oyuncular: Kurt Russel, Jennifer Jason Leigh, Samuel L. Jackson, Walton Goggins, Demian Bichir, Tim Roth, Michael Madsen, Bruce Dern, James Parks
167 dakika