GERİYE KALAN
Geçen yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde çok
dikkat çeken, ödüllü filmin tam bir sene sonra vizyona girebiliyor olması ciddi
ve ne yazık ki sektörün gözünden kaçan ve önemsenmeye muhtaç bir sorun bence...
Kaldı ki filmin bu toplumu yakından ilgilendiren ve ana akım sinema seyircisine
de hiç uzak olmayan bir derdinin ve hikayesinin olmasına rağmen vizyona çıkmak
için bu kadar beklemek zorunda kalması enteresan...
Bir kadın tarafından yazılıp yönetilmesinin de getirdiği bir
avantajla, sıradan bile sayılabilecek özellikleri olan bir hikaye Türk sineması teamüllerine göre farklı bir
gözle ve detaycılıkla sunuluyor “Geriye Kalan”da...
Evet, filmi değerlendiren herkesin en çok da Çiğdem Vitrinel’in “detaycı bakışından” bahsetmesi yanlış değil. Biz özellikle de 2000’lerin Türk filmlerinde “sinemasal” detaylarda saklı olan fikirlere ve gözlemlere sadece birkaç yönetmenin filminde rastlar olduk. Yeni bir yönetmenin sinema tarihi boyunca defalarca anlatılmış bir hikayede bile bunu sunabilmesi bizi de bir parça heyecanlandırdı tabi...
Evet, filmi değerlendiren herkesin en çok da Çiğdem Vitrinel’in “detaycı bakışından” bahsetmesi yanlış değil. Biz özellikle de 2000’lerin Türk filmlerinde “sinemasal” detaylarda saklı olan fikirlere ve gözlemlere sadece birkaç yönetmenin filminde rastlar olduk. Yeni bir yönetmenin sinema tarihi boyunca defalarca anlatılmış bir hikayede bile bunu sunabilmesi bizi de bir parça heyecanlandırdı tabi...
Karısını aldatan adamın psikolojisiyle pek ilgilenmese de
aldatılan ve tercih edilen diğer kadın arasında olan biten ve bir ‘suç’a doğru
ilerleyen sessiz kavgayı, izleyiciyi bir an bile sıkmayan bir akıcılıkla sunuyor
bize bu ilk filminde yönetmen Vitrinel.
Neredeyse her şeye sahip olduğunun farkında olsa da bir erkekten ne
isteyebileceğini çok da net olarak bilemeyen, elindekilerle tatmin olmayı da beceremeyen bir kadın olan Sevda, kocası Cezmi’nin öteki
kadında 'ne'yi bulduğunu merak eder. Nitekim bir hayalet gibi diğer kadın
Zuhal’in evinde dolaştığı sahne bize Fransız sinemasının gerilim soslu tutku hikayelerini
anlatan filmlerini çağrıştırmakta adeta.. Film “öteki kadın”a da anlayışla yaklaşıyor... Zuhal de duygusal ve manevi
ihtiyaçları olan, küçük oğluyla yalnız başına zor hayat koşullarında 'idare etmeye' çalışan iyi bir
kadın aslında. Sadece olanca zor hayatına ve mutsuzluğuna rağmen daha hayat dolu,
daha ne istediğini bilen bir kadın... Sevda'nın sahip olduklarına sahip olsa ondan çok daha iyi çıkaracak hayatın tadını...
Filmin yine de başka şekillerde de olsa erkeğe muhtaç bu
kadınların birbirlerini anlamak konusundaki isteksizliklerine bir şekilde yer
veriyor olması benim hoşuma gitti. Her ne kadar bunu Sevda’nın hastalık
boyutuna getirip finaldeki büyük patlamaya ulaşmasını karakterin ruh gelişimine
göre biraz ‘hızlı’ ve inandırıcılık problemi taşıdığını düşünüyor olsam da...
“Geriye Kalan” güzel resimler, gergin sahneler ve iyi oyunculuklar (Devin Özgür
Çınar ve Şebnem Hassanisaughi doğru düzgün karşılıklı tek bir sahneleri olmasa da çok
iyi bir dengeyi tutturmuşlar) barındıran eli yüzü düzgün bir film... 3/5
CESUR (Brave)
Pixar büyük küçük herkesin beklediği animasyonlara imza
atan, canımız ciğerimiz bir şirkettir... Bence “Oyuncak Hikayesi” serisinin
özellikle de üçüncü filmi senaryosundan başlayarak her öğesiyle üstün bir
başyapıttır. Pixar filmlerinin öykü yaratmak ve olay örgüsü kurmak konusundaki
kimi zaaflarını “Oyuncak Hikayesi 3” ile atlattığını düşünmüştüm açıkçası.
Pixar filmlerinde mesajları güçlü ama basit yapıda hikayeler anlatmayı ve
kafayı daha çok teknik kusursuzluğa ulaşmaya çalıştırdıklarını söylemek çok da
yanlış olmaz. “Arabalar” filmlerini düşünün mesela... Hızla giden arabaların
üzerine düşen yansımalara harcadıkları enerjinin yüzde kaçını hikayelere
harcadılar acaba? İki filme de bu gözle bakarsak epey küçük bir oran bu...
“Cesur”un hayli dikkat çekici, komik ve çok eğlenceli
görünen bir ‘teaser’ı vardı... Bir prensele evlendirilme kaderine başkaldıran,
savaşçı bir prensesin eğlenceli hikayesini vaat eden bir film gibi algıladık
onu. Evet, film gene bunu anlatıyor bir şekilde ama hiç düşünmediğimiz ve tahmin
etmediğimiz başka bir yolu tercih ederek yapıyor bunu... Anlaşılan Pixar’ın bir
başka teknik takıntısı daha, kusursuz üretilmiş bol saçlı/kıllı karakterler
yaratma takıntısı, bir kez daha hikayenin önüne geçmiş...
Merida adlı yoğun kıvırcık saçlı prenses,
kraliçe annesinin kendisine uygun gördüğü evlilik ve kraliçelik geleceğine
karşı çıkıyor. Annesini bu fikrinden inatçılığı, cesareti ya da kişiliğiyle
vazgeçirmeye çalışmıyor ama çalışıyormuş gibi yapıyor... Normalde bu özellikleri taşıyan kahramanınızı öyle bir durumun
içine sokarsınız ki kendini doğru ifade etsin ve kazanan kişi kendisi olsun... Ama film bunun yerine daha çocuksu bir
fantezinin peşine düşüyor. Merida bir büyücüye giderek annesinin fikrini değiştirmek
istiyor... Ve hiç de inandırıcı olmayan bir takım yanlış anlamalarla (resmen
oldu bittiye getiriliyor sahnede) kraliçe anne bir ayıya dönüşüyor...
Merida’nın saçları ve ayının postu arasında Pixar animatörlerinin ne kadar
zorlandıklarını, kafayı nasıl da çizdiklerini ve bundan da mazoşist bir zevk
aldıklarını düşünebilirsiniz... Üstelik Vikingleri andıran klanların da bıyık
ve sakallarını bu kıl enflasyonuna dahil edebilirsiniz...
"Saçlarını dağıtırsın... Rüzgarlara bırakırsın..." diye bir şarkı vardı... Onu hatırladım sık sık... |
Dolayısıyla film bir anda yanlış bir büyü yüzünden bir ayıya
dönüşen annesini yeniden insanlaştırmaya çalışan çılgın bir kızın filmine
dönüşüyor ki ortada ne gerçek anlamda bir düşman ya da rakip var, ne de kahramanın gittiği yolun,
"amaç"la arasında takip ettiği doğrudan bir yol. Mesajı anne-kızın
birbirlerinin kişiliklerine saygı duyarak uzlaşabilecekleri olabilir ancak.. Ama açıkçası
bundan çok daha güçlü bir cümle bekliyordum ben filmden... Bu anlamda Disney’in
“Karmakarışık” (Tangled) filmini çok daha başarılı bulduğumu söyleyebilirim...
Orada da saç konusunda ciddi bir çalışma vardı üstelik..!
Ölçüsünü bilen bir "anaerkil" toplumun ne kadar düzgün
işleyebileceğini de araya sıkıştıran senaryo bu haliyle güçlü bir öykü
sunamıyor bize. Ama kendini kaptıran izleyiciler için akıp giden, rengarenk bir
seyir zevki yaşatıyor yine de...
Bu arada Beren Saat’in dublajını sevdim ben... Ama filmin
İskoç aksanlı İngilizce dublajının daha eğlenceli olduğundan da eminim... 2,5 / 5
SIR (The Tall Man)
İçinde çocukların olduğu ve çocukların bizzat şiddetli
sahnelerinin içine sokulduğu korku-gerilim filmleri beni tedirgin eder hep... Dolayısıyla
böyle filmlere ekstrra tedirgin başlarım... Hele bir de yönetmeni çok rahatsız edici bulduğum ama bir yandan garip bir şekilde beni cezbeden “Martyr” gibi
bir filme imza atmış -yeni Fransız “kanlı” korku sineması-nın dikkat çeken
yönetmenlerinden biri olan Pascal Laugier ise...
“Sır” çok sağlam başlıyor hikayesine... İşsizlikten ve
aylaklıktan geçilmeyen eski madenci bir Amerikan kasabasında kaybolan
çocukların sayısı giderek artmakta... Kasabalılar bunların sorumlusu olarak “The
Tall Man” adlı gizemli bir adamın varlığına inanmaya başlarlar. Genç yaşta dul
kalmış hemşire Julia’nın küçük oğlu David’i de o gece yine uzun boylu, karanlık
biri kaçırır ama Julia onun peşini bırakmaz...
Çocukları kaçıran bu gizemli kişi kimdir? Çocukların akıbeti
ne olmaktadır? Julia’nın bu konuyla ilgili taşıdığı büyük sır aslında nedir? Gibi
soruların yanıtlarını bir süre saklamayı başaran, başarabildiği yere kadar da
yetkin bir sinemayla tansiyonu yüksek tutan yönetmen/senarist Laugier bu sefer
şiddet ve kanlı sahnelere olan yatkınlığını dizginlemiş... Daha çok duygusal ve
psikolojik gerilime sırtını yaslamış. İlk yarısında koruduğu yüksek oktanlı
gerilim ve şüphe duygusu yerini bir süre sonra daha basit bir çözüme bırakıyor.
Bu çözüm ise korku sinemasına çok iyi uyumlanan bir hikaye çözümü değil. Çünkü
hikayenin ve filmin temel meselesi daha önce pek çok film ve eserde de konu
edilmiş, çocuklarla ve onların gelecekleriyle ilgili en eski paradokslardan
biri... (Sürprizi bozmak istemediğim için böyle biraz kapalı ifade ediyorum...)
Daha çok dramatik bir hikayeye yakışan bu “şaşırtmaca” filmin ilk yarısıyla bir kan
uyuşmazlığı yaratıyor. Nitekim aynı meseleyi ele alan çok iyi çekilmiş dramatik
filmler izledik biz daha önce...
Jessica Biel bazen Nurgül Yeşilçay'ı filan andırıyor filmde... |
Beni filmde en çok şaşırtan şey biraz Jessica Biel oldu...
Biel’in en ufak bir şekilde güzelliğini
kullanmadığı, sıradan bir kadını oynadığı filmdeki performansını beğendim. Özellikle
de filmin henüz başlarında David’in kaçırıldığı evde başlayıp otoyolda son bulan
mücadelesini izlediğimiz tansiyonu çok yüksek
sekans boyunca kendisini nefes nefese seyrettiriyor... 2,5 / 5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder