Tarzan karakterinin yaratıcısı Edgar Rice Burroughs’un zamanına göre olağanüstü bir hayal gücüyle ürettiği bir savaşçı kahraman John Carter. 1912 yılında ilk kez yayımlanmaya başlayan çizgi roman serisi Amerikan İç Savaşı’ndan sonra kendisini altın aramaya adayan Virginialı yüzbaşı Carter’ın, apaçilerden saklanırken bulduğu bir mağaradan Mars’a klonlanmasıyla başlıyor. Carter dünyadaki yerçekim kuvvetine alışık bedeniyle Mars’ta çok daha güçlüdür ve orada birbiriyle savaşan iki ırkın tam ortasına düşer. Tabi ki iyi olanların yanında yer alacak ve Mars prensesine de aşık olacaktır.
Mars’ta (filmde Barsoom olarak geçiyor) Helium’lular düşmanları Zodanga’lılarla savaş halindeler. John Carter en başta “Avatar”daki Na’vi’leri anımsatan bir humanoid kabilesinin içine düşüyor. En başta tek bir derdi var kendi gezegenine geri dönmek. Bu Matai Shang adlı arabozucu Zodanga’lı komutanı Helium’lu Mars Prensesi Dejah ile evlendirmeye gayret ediyor. İşte John Carter yeri geldiğinde dişli bir savaşçı olan güzel prenses Dejah’a tutuluyor ve onlara savaşlarında yardımcı oluyor.
Yoğun bir “Star Wars” etkisinin hissedildiği filmde Carter’a yardımcı olan humanoid Sola’yı C-3PO, Marslı şirin köpekimsi varlığı da R2-D2 işlevinde kondurmuşlar hikayeye. Zaman zaman Conan’ı hatırlatan Carter’ın arenadaki dövüşleri Ridley Scott’ın “Gladyatör”ünden... Arenada mavi kanlı dev yaratığı alt ettikten sonra yüzü gözü maviye boyanan Carter, bir anda “Cesur Yürek”teki (Brave Heart) William Wallace olup tüm humanoid’lere seslenerek onların komutanı oluveriyor... Her şey başka bir yerden alınmış hissi sizi bir an olsun bırakmıyor. Halbuki bütün bu filmler daha yeryüzünde yokken “John Carter” vardı!
Bu yetmezmiş gibi, bütün olayları bir ‘evlilik’ düğümüne bağlama telaşı da filmin gidişatını ciddi anlamda yaralıyor. Dansöz gibi giyinen prenses, bir yandan iyi bir dövüşçü bir yandan da hayli feminist ama Marslı dahi olsa evlenmeden gerdeğe girmeyen, sabahında da göğüslerini kocasının yanında bile çarşafla örten bir kadındır!
Pixar’ın önemli yönetmenlerinden biri olan Andrew Stanton’ın genelde aksamayan yönetmenlik performansı senaryoya kurban gitmiş sonuçta. Hafiften Hülya Avşar’ı andıran Lynn Collins ise tuhaf renkteki lensleriyle göründüğü sahnelerde ‘olumsuz anlamda’ dikkatimizi dağıtıyor... İlk kez “Wolverine”deki küçük rolüyle dikkatimizi çeken Taylor Kitsch ise kameraya karşı soğuk bir ifade ve duruşa sahip. Ayrıca filmdeki birkaç sahne karizmasını da bozunca Kitsch için diyecek pek bir şey kalmıyor... 2/5
SİYAHLI KADIN
Maddi sorunlar yaşayan dul bir baba olan genç avukat, Arthur
Kipps, bir evin satışıyla ilgili sorunları çözmek için İngiltere’nin
kırsalındaki bu boş eve ‘belge düzenlemeye’ geliyor. Ama tabi ki evin lanetli
bir geçmişi var... Bir kadının oğlu o evin eski sahiplerinin hatası sonucunda
ölmüştür. Bu nedenle her ne hikmetse bu kadının ruhu ebediyete intikal etmeyip
o köydeki bütün çocukları, olayla hiç bir ilgileri olmamalarına rağmen, tek tek
intihara sürüklemektedir... Yani ölü olması yetmezmiş gibi kindar ve hasta
ruhlu bir hayalet kendileri! Tabi ki her zaman şunu düşünür ve gereken her
yerde de söylerim: “Dünyanın en tehlikeli insanı kızgın bir annedir!”...
Ancak
bir korku filminde kötülük yapan, cinayetler işleyen bir ‘şey’in ya da kişinin motivasyonunun
daha sağlam olmasını istiyor insan. Nitekim ölen çocuğuyla sırf aynı köyde
yaşıyorlar diye bütün çocukları ölüme götürmek, oradan da onun acısını anlayan
ve dindirmeye çalışan genç avukatın da çocuğuna musallat olmak filan “sağlam”
bir malzeme çıkartmıyor. Üstelik şuncacık hikayeyi oldukça iyi bir atmosfer
yaratarak anlatmaya başlayan yönetmen bir süre sonra filme iyice patinaj çektiriyor.
Çok büyük bir gizemi saklıyormuş gibi uzun süre top çevirmesi filmin ritmini ve
takibini ciddi anlamda zorluyor. Finalde ise zorla son bir sürprizle izleyiciyi
şok etmeye çalışıyor film. Ama aslında o zorlama final de hikayeye vurulan son darbe
oluyor...
Açıkçası çocuk ölümleriyle ilgili filmlere karşı
önleyemediğim sevimsiz bir bakışım da vardır. Bir de üstüne üstlük hayaletin
yarattığı huzursuzluğun içine dahil olamayınca ister istemez filmden koptum.
Ama genel olarak yönetmenin atmosfer yaratma konusundaki becerisini, filmin tam
da Victoria dönemi İngiltere’sine uygun renk skalasını beğendim. Japon
korkularını çağrıştıran siyahlı kadın imgesi de bazı sahnelerde tüyler
ürpertiyor... “Harry Potter” Daniel Radcliffe’i de aklıma hiç Hogwarts’ı
getirmeden izleyebildim. 2/5
GİZEMLİ ADAYA YOLCULUK
Jules Verne bizim gibi 80’lerde çocuk olup da okumayı seven kuşağın
kahramanlarından biridir. 90’larda ya da 2000’lerde çocuk olanlar okurlar mıydı
bilmiyorum. Ama şimdilerin çocuklarının pek bir haberi yok sanırım... Oysa
bizim kuşağımızın babaları buna dikkat edip okumalı veya okutmalı onlara... Yoksa
böyle Hollywood’un sulandırdığı uyarlamalara, bu eşsiz kitapları iyice
sulandırdıkları filmlerle tanıyacaklar onu çocuklarımız...
Serinin yine üç boyutlu olan ilk filmi “Dünyanın Merkezine
Yolculuk” bir şekilde başarılı sahneler ve asıl romana yer yer sadık
kalabilecek bir senaryo sunuyordu bize. Serinin bu ikinci filmi yazarın ünlü
“Esrarlı Ada” klasiğinden bir parça, “Denizler Altında 20 Bin Fersah”’tan başka
bir parça alan ortaya karışık bir "üç boyutlu" aile filmi...
İlk filmde ailenin kayıp olan 'baba'sını bulmak için amca, yeğen ve güzel bir tur rehberi dünyanın merkezine yolculuk yapıyorlardı. Bu filmde babayı öldürmüşler, amcayı da anmıyorlar bile... Brendan Fraser ile anlaşılamamış
belli ki... Ama bir tane üvey baba var... Maşallah eski donanma mensubu bu baba her şeyden anlıyor neyse ki!
İlk filmde de tanıdığımız ve üvey babayla iletişim sorunu olan Sean’ın bu sefer de “Gizemli Ada”da mahsur
kaldığına inandığı dedesine ulaşmak için üvey babasıyla yola çıkar. Ne aileymiş ama, hepsi bir yerde kaybolup duruyorlar. Kalanlar da sürekli onları arıyorlar... Hikayeye daha sonra bir pilot ve onun gelişkin, sık sık kameranın
tedirgin ve ihtiyatlı bir şekilde göğüslerine dikiz attığı kızı (en son Sucker Punch ve Beasty’de
izlediğimiz Vanessa Hudgens) da katılıyor.
Olaylar da çok hızlı ve çarçabuk gelişiyor. Hiçbir gelişme
için en ufak bir hazırlık sahnesi yok. Her şey ölçülü biçili ve peş peşe
sıralı... Dolayısıyla oyuncular da en ufak bir incelik veya duygu katamıyorlar
karakterlerine...Üç boyutlu filmin tek boyutlu karakterlerinin öyle heyecan yaratacak düşmanları bile yok! Ada batmadan adayı terketmek zorundalar, hepsi bu...!
Eğer filmi IMAX’de izlerseniz belli bir keyif almanız olası.
Ama onun dışında eskiden haftasonları öğlen kuşaklarında yayınlanan Disney’in
televizyon filmlerini andıran bir yapısı var filmin. 2/5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder