Eleştirmenin Not Defteri

24 Kasım 2012 Cumartesi

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 3



Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... 

1. Wanda Adında Bir Balık / A Fish Called Wanda

Komedi tarihinin en iyi skeçlerine ve filmlerinden bazılarına imza atan Monty Python ekibinden iki kişi; John Cleese ve Michael Palin’in varlığı “Wanda Adında Bir Balık”ı belki bir “Holy Grail” ya da “Life of Brian” seviyesinde kült haline getirmiyor. Nitekim o filmler içerdikleri müthiş zeki mizahıyla, tabularla ustaca oynayarak cesur söylemler geliştirmişti. Ama bu son derece dinamik senaryosuyla ve müthiş oyuncu performanslarıyla dikkat çeken, bir ‘insan insanın kurdudur’ hikayesini bir an bile sekteye uğratmadan anlatan “Wanda Adında Bir Balık”, zihinlerde her daim taze kalabilen bir filmdir.
Londra’da gerçekleştirilen bir mücevher soygununda ortaklar soygun sonrası birbirlerini haklama yarışı içine girerler. Ekibin lideri son anda polise yakalanınca işin içine bir de mahkeme faslı girer. Onu savunmak da İngiltere’nin en meşhur avukatlarından, saygın bir aile babası, aristokrat Archie Leach’e kalır. Oysa canhıraş bir şekilde ‘ganimet’i bulmaya çalışan Wanda (Jamie Lee Curtis) ve asabi sevgilisi Otto (Kevin Kline) Archie’nin hayatını hem çok zorlaştıracak hem de çok renklendirecektir... Ha, bu arada bir de kekeme Ken’in (Machael Palin) endişe verici suikast denemeleri vardır!
John Cleese’in yazdığı senaryo boş bir komik soygun hikayesi değil kuşkusuz. Bir defa ‘İngiliz olmak’ konusunda ciddi eleştiriler savuruyor. Ama bunu yaparken karşısına ilk başta sanıldığı gibi ‘Amerikalı olmak’ı koymuyor. Onu da yerden yere vuruyor. Kendi canlandırdığı Archie karakterinin esaret/aristokrat hayatından kaçıp özgürleşme çabası filmin tam merkezini oluşturuyor aslında.
Film İngiltere ve ABD’de çok beğenilmiş, hatta 3 dalda (Yönetmen, Senaryo, yardımcı Erkek Oyuncu) Oscar’a aday gösterilmişti. Kevin Kline muhteşem performansıyla bu ödülü hak etmeyi bilmişti. 
Tiglon etiketli DVD mağazalarda bulunabiliyor...


2. Siyah Orfe / Orfeo Negro
Orpheus oldukça iyi bilinen bir efsanedir. Yunan mitolojisine göre, Orpheus, çok yetenekli bir ozan ve müzisyendi. Şarkıları ve kibiri, dikkatini karısı Eurydice'den uzaklaştırmasına neden oldu. Ve ölüm karısını ondan alıp götürdü. O da aşağı, ölüler diyarına inip, dünyaya Eurydice ile beraber dönme iznini almak için cazibesini kullandı. Bir şartla kendisine izin verildi; asla karısına bakmayacaktı, sadece onun sesini duymakla yetinmesi gerekiyordu. Ama Orpheus bununla yetinmedi, onu görmek ve ona sarılmak da istedi. Bunun üzerine tanrılar Eurydice’i ondan aldılar.
Fransız sinemacı Jean Cocteau 1949’da zamanının hayli önünde, enteresan efektler denediği filmi “Orphée”de başkahramanı ‘şair’ Orfe’yi ve Ölüm Meleği’ni birbirine aşık eder. Sonra Orfe ortadan kaybolan karısını ihmal ettiğini anlayıp ‘araf’tan geçerek ölüm diyarına gider ve onu alıp tekrar yaşayanların arasına getirir.
1959’da yine bir Fransız yönetmen Marcel Camus ise henüz ikinci filmi olan “Siyah Orfe” (Orfeu Negro) ile Altın Küre ve Akademi Ödülleri’nde ‘Yabancı Film’ ödüllerini kazanmanın yanısıra Cannes’dan da Altın Palmiye’yi alarak üçte üç yapmıştı. Camus adı üstünde bu kez siyahi bir Orfe’nin bildik hikayesini bu defa Brezilya’ya, Rio Karnavalı ortamına taşımıştı.
Camus karnavala bir gün kala nişanlanan yakışıklı tramvay kondüktörü Orfe ile, kendisine musallat olan yabancı bir adamdan korktuğu için köyünden kaçan taşralı Eurydice’in yolunu kesiştirir. Eurydice’in peşindeki adam maskelidir ve karnavalda pek çok kişi maskeli olduğu için kalabalıklara çabucak kaynar. Bu esrarengiz maskeli takipçi aslında “ölüm”ün ta kendisidir… 
Yakışıklı, güleryüzlü, güneşin her sabah doğmasına sebep olacak kadar güzel sesi ve yeteneği olan müzisyen Orfe kendisine göz açtırmayan ve her daim kanı kaynayan nişanlısı Mira’ya rağmen, beyazlar içerisinde bir melek gibi karşısına çıkan Eurydice’ye aşık olur. Üstelik aşkına da çabucak karşılık bulur. Eurydice hüzünlü duruşundan kurtulur ve şehirdeki genel havaya uyup dansetmeye başlar.
Filmin başından beri durmayan ve bir süre tüm sahnelere eşlik eden müzik, görünen neredeyse tüm yan karakterler ve figürasyonun dans ediyor oluşu filmi yer yer müzikal havasına soksa da (Brezilyalılar bütün gün hep dansettiklerini düşündürdüğü için bu sahnelere tepki göstermişler zamanında) bunun bir amacı olduğunu Eurydice’nin trajik sonu geldiğinde anlıyorsunuz…
Bitmeyen bir şenlik gibi süregiden hayat, bir trajediyle birlikte bir kabusa dönüşüveriyor çünkü. Filmin başından beri durmayan müzik kesiliveriyor ya da çok uzaklardan belli belirsiz duyuluyor. Görüntülerin mantığı da değişiyor. Kimi sahnelerde kırmızı ışıklar belirginleşiyor, karanlık hakim oluyor. Orfe, Eurydice’yi bulabilmek için şenliğin karanlık yüzüne dalmak zorunda kalıyor.  
Mitoloji ile yoğun ilişkisi olan filmler zaten çok zengin okumalara müsait olurlar. Camus’nün filmi de çözmesi zevkli bir film. Tabi filmin özellikle ilk yarım saatinde resmen kulaklarınıza akın akın gelen ve hiç durmayan samba müzikler sizi çok rahatsız etmezse.
Filmin As Sanat’tan çıkan DVD’si bulunabiliyor...  

3. İki Dil Bir Bavul
Denizli’den Urfa-Siverek’in Demirci Köyü’ne gelen şehirli genç öğretmen Emre Aydın’ın yaşadıkları kurgusal bir hikaye eşliğinde de anlatılabilirdi aslında. Ancak o zaman film, yapmayı amaçladığı şeyi (yani durum tespitini) belki daha etkileyici ama biraz  da sahtekarca yapmış olacaktı.
Neredeyse tek kelime Türkçe bilmeyen küçücük kürt çocuklarına ilköğretim eğitimi vermeye çalışan Emre’nin zaman zaman sabrının taşıp, sesinin ayarının kaçması önlenecekti mesela. Robin Williams'ı hatırlatan ya da Şener Şen gibi ‘şeker’ bir öğretmen olacaktı Emre’nin yerinde. Herşey daha hesaplı kitaplı yapılacaktı. Seyrettikten sonra da herkes evlerine dağılacak ve ‘güzel bir film izlemiş olma’ hissinden öte kazanılan bir şey olmayacaktı.   
Oysa bu haliyle “İki Dil Bir Bavul”un yönetmenleri kameralarıyla birlikte köyün içine saklanmayı amaçlıyorlar. 75 günlük çekim süresi de bu yüzden. Normal bir filmin dört haftada bitirildiğini düşünürsek ekibin kendilerini ve kamerayı köy ahalisine unutturmalarının ne kadar güç gerçekleştiğini de anlayabiliyoruz.
Eğitimsizlik yüzünden tahrik ettirilen, devlet tarafından da sahiplenilmeyen ‘taş atan çocuklar’dan ibaret değil kürt çocukları. İçlerinde okumak isteyen, ailelerinin okumalarını istedikleri gül gibi çocuklar var. Zülküf’ler var, Rojda’lar var... Ve işin enteresan tarafı, bu gül gibi çocuklar anladıkları dilde eğitim alamıyorlar. Yabancı bir ülkede yaşıyormuş gibi önce onlar için ‘yabancı bir dil’i öğrenmek zorunda kalıyorlar. 2010 yılının Türkiye’sinde yaşanan soruna bakın! Sadece Türkiye’ye has bir sorun olmasa da çözümünün yıllar önce düşünülüp temellerinin çoktan atılmış olması lazımdı. Aslında sorunun çözümü de basit de birtakım kafalar bunu yıllarca görmezden geliyorlar. Zaten eğitim sistemimizin de neresi doğru ki kürt çocuklarının eğitimine sıra gelsin... "Şu öğrenciler olmasa Milli Eğitim Bakanlığı çok kolay idare edilirdi" diyen Milli Eğitim Bakanı gördü bu ülke!   
Bir de Demirci Köyü’nde yokluk içinde yaşanan hayatlar var ama ‘yokluğun’ altı hiç çizilmiyor filmde. Zaten orada yaşayanlar da yoksulluğu ya da yokluğu pek o kadar dert etmiyorlar. Dolayısıyla film bir tuzaktan daha yırtıyor bu şekilde... Batılıların doğu deyince ilk aklına gelen o meşhur ‘vurgu’yu, yoksulluk edebiyatını yapmıyor.  
Bir yandan bakınca kusursuz bir film de değil aslında. Bunun nedeni ‘zaman zaman belgeselmiş gibi rol yapıyor’ diye düşünmemizi sağlayan kimi sahneleri... Özellikle de öğretmen Emre’nin annesiyle yaptığı telefon konuşmaları. Bunlar seyirci duysun diye yapılmış konuşmalar olduğu için ‘doğallık’ hissini biraz olsun zedeliyor. Bunun dışında filme başka bir kusur bulmak zor. 
Filmin Kanal D'den çıkan DVD'si güç de olsa bulunabiliyor... 
 
4. Barbara
Soğuk savaşın dört nala sürdüğü yıllarda, Doğu-Batı Almanya dekorunda geçen hikayelere hasret kalmıştık gerçekten de... 1980’lerin Doğu Almanya’sında biraz gergin ama kısık ateşte pişen bir hikayesi var “Barbara”nın.
Otorite tarafından ‘fişlenmiş’ ve sonunda taşrada bir kasabaya doktor olarak ‘yollanmış’ Barbara kasabaya gelir gelmez daha en baştan bütün planını Batı’ya kaçmak üzerine kurmaya başlar. Kendisini izole edilmiş hisseden Barbara, kasabanın yerel kliniğinde etliye sütlüye bulaşmadan vakit geçirip, kendisini düzenli aralıklarla kontrol eden devlet yetkililerininin aşağılayıcı tavırlarına sabrederek kaçışını sağlayacak ‘Batılı’ yatak arkadaşının işaretini bekleyerek gün saymaktadır adeta... Ama kısa bir süre sonra klinikte çalışan meslektaşı Andre’nin samimi ilgisi ve onun tıbbi bilgisine ihtiyaç duyan iki hastası sayesinde bir ikileme düşer. “Barbara” tam da bu ikilemin filmi işte: yıllardır özlemini kurduğun başka bir hayata doğru ‘kaçmak’ mı; ya da içinde bulunduğun hayatın belki de yeni keşfettiğin değerlerine sahip çıkarak ‘kalmak’ mı?    
Barbara’nın, otoriter bir düzen içinde de olsa kendi mutluluğunu yaptığı işin sorumluluğu ve  küçük yaşam zevkleriyle bulan Andre’nin samimi ilgisine kendisini yavaşça bırakması (hatta bir süre direnmesi) yönetmen Petzold’un hiç de zorlanmadan, ustalıkla atlatabildiği bir tuzak. Petzold’un kamerası olayların tahmin edilebilir bir noktaya gelmiş olduğu zamanlarda bile serinkanlılığını bozmuyor ve kahramanlarının psikolojilerinden en ufak bir uzaklaşma eğilimi göstermiyor. Barbara’nın özgürlük arayışını aslında güvenilir bir adam (ya da insan) olarak açıklayan finaline kadar yavaş bir tempoyla ilerleyen film en çok da Nina Hoss’un inandırcı performansından güç alıyor. Andre rolündeki Ronald Zehrfeld de samimiyetiyle seyircide haklı bir sempati duygusu yaratmayı başarıyor...  Filmin DVD’si bir ay önce Tiglon’dan çıktı...

5. Labirent – Labyrinth
Hâlâ her rastladığımızda kolayca gözümüzün takılabileceği “The Muppet Show”un yaratıcısı Jim Henson sinemalarda Muppet’lardan bağımsız olarak iki film yaptı. 1986 yapımı bu filminde Henson, Hollandalı grafik sanatçısı M. C. Escher’in Relativity (Görecelik) adlı eserinden büyük ölçüde ilham aldığı fantastik bir hikaye anlatır. Yerçekim kurallarının olmadığı, merdivenlerle, kapı ve pencerelerle dolu paradoksal ve yüzeysel bir bütünlüğün olmadığı bir mekanın tarifini yapan bu eserden büyük ölçüde yararlanan “Labirent”in öyküsü aslında “Alice Harikalar Diyarında”yı ve hatta “Oz Büyücüsü”nü fazlasıyla hatırlatmaktadır. Aşağı yukarı her çocuk masalı gibi büyülü bir yolculuğa çıkan ve Cinler kralı Jareth (David Bowie’den uygunu olamazdı) tarafından kaçırılan küçük kardeşini arayan Sarah adlı genç kızın (gencecik ve pırıl pırıl Jennifer Connelly), yolculuk sonunda hayata dair bir şeyler öğrenmesiyle de sonuçlanır. 
Escher’in “Görecelik” tablosunu daha filmin en başında Sarah’nın odasının duvarına yerleştiren Henson, film boyunca bu grafikten yola çıkarak labirent kavramını fantastik dokunuşlar eşliğinde sıkça kullanır. Sarah kapı gibi görünmeyen kapılardan geçer, iyi gibi görünen kimi kılavuzlardan kötülük görür, çok çirkin ve korkutucu bir karakterden de iyilik gördüğü gibi… Üstelik final sahneleri tam da Escher’in tablosundaki gibi bir merdiven topluluğu içinde geçer. David Bowie’nin Arif Mardin’le çalıştığı şarkıları da bu rüya gibi filme eşlik etmekte. Özellikle de “As The World Falls On” Bowie’nin diskografisi içinde sevilen bir aşk şarkısıdır...


15 Kasım 2012 Perşembe

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 18



ALACAKARANLIK EFSANESİ: ŞAFAK VAKTİ BÖLÜM 2

“Şafak Vakti Bölüm 1”de bir evlilik seremonisi ve balayına odaklanarak son yılların en boş filmlerinden birine imza atılmış olundu. “Kinsey” ve “Dreamgirls” gibi iki iyi filmle izlediğimiz yönetmen Bill Condon’un “Bölüm 1” performansı beğenilmemişti ama “Bölüm 2”de durumu biraz olsun kurtarıyor neyse ki. Bunu serinin uyarlandığı dördüncü kitabında olmayan bir manevrayla gerçekleştiriyor olması da dikkat çekici. Finalde nihayet karşı karşıya gelen Cullen ailesi ve dünyanın her yerinden toplanmış dostlarının oluşturduğu ‘iyi vampirler’ ile sanki Vatikan gibi bir organizasyonu simgeleyen Volturilerin ‘kapışması’ aslında kitapta yok. Condon ‘bu kapışma olsaydı ne olurdu?’ sorusunun cevabını oldukça heyecanlı bir sinematografiyle grafik olarak da tatminkar bir düzeyde izleyiciye sunuyor. 
Pembe dizi mantığının ötesine geçemeden koca vampir külliyatının kanla, ırkla ilgili olan kısmına bir kolejli kız penceresinden bakan “Alacakaranlık” serisinin bu son filmine bir de tuhaf süperkahraman efektleri de eklenmeseymiş daha iyi olurmuş. Mesela bir tane ateşi, suyu bükebilen “Avatar” karışmış araya! Dokunduğu insanlara elektrik verebilen, ya da uzaktan yolladığı kara dumanlarla insanların beş duyusunu kapatan mutantlar var. Yani araya “X-Men” de karışmış sanki. Oysa bütün seri boyunca bir tane Alice vardı ‘özel’ olan, o da bize yetiyordu… Tabi Bella’ya da bir tane super güç, ‘kalkan’ özelliği, konmuş ki sonunda bir işlevi olabilsin! Yani aslında bütün bu beş film Bella’nın kendini bulması ve bir ‘kişilik’ olabilmesiyle sonlanıyor. Sanki dik oturmak, sekste iyi olmak, iyi ve sadık arkadaşlar edinebilmek, daha güçlü ve daha çevik olabilmek sadece vampirlere özgüymüş gibi!
Ama burada da bir sakatlık var. Çünkü Bella “Ben vampir olmak için doğmuşum” diyerek bu edimini vampir olmasına borçlu olduğunu net olarak belirtiyor. İnsanken hiçbir şey olamayan Bella vampirken özellikli biri olabiliyor… Bilmiyorum ama, filmin fanatik kitlesi olan ‘teenage’ kızların bu fikri yanlış anlayacaklarından biraz endişe duydum ben şahsen… 2/5 

GÖZETLEME KULESİ

Genç kuşak yönetmen ya da sinemacı dediğimiz isimlerin Yeşilçam’a öykünen filmlere doğru yönelmesi şaşırtıcı geliyor bana. Pelin Esmer ilk iki filmiyle farklı bir çıkış yapmıştı ama bu yeni filmiyle 70 yıldır her türden, her kadın oyuncumuzdan izlediğimiz, istemediği bir gebelikten kurtulmaya çalışan genç kız hikayesini hiç de öyle girintili-çıkıntılı olmayan bir olay örgüsü ve karakter çalışmasıyla bir daha çıkarıyor karşımıza. Bunu temiz bir görsellik ve sinematografiyle sunmaksa asıl mesele, onda zaten çoğunlukla pek bir sorun yaşanmıyor artık günümüz filmlerinde.
Esmer hikayesini düzgün anlatıyor anlatmasına... Nilay Erdönmez’in başarıyla canlandırdığı Seher adlı genç kızın dayısı tarafından hamile bırakılmasının ardından kendi başının çaresine bakmaya ve bebekten kurtulmaya çalışması başka bir adamın kaderiyle çakışmasına neden olur... Ailesini kendisinin suçlu olduğu bir kazada yitiren Nihat, Seher’in ve de bebeğin hayatını tümden değiştirecektir...  Seher hikayesinin anlatılmaya değer kısmı aslında filmin başladığı yerin birkaç ay gerisi bence... Ama sinemamız genellikle ondan sonrasıyla ilgileniyor. Nihat’ın hikayesi ise ne yeni bir şey, ne de tatminkâr.. Olgun Şimşek gibi iyi bir oyuncunun alanı daha geniş bir karakterle hikayeye dahil olmasını bekliyor insan... 2,5/5

DAĞ

Aslında benim çok da kötü bulmadığım Levent Semerci'nin “Nefes”i, vizyona girdiği zaman taraflı bakışı olduğu için eleştirilmişti. Başardığı pek çok meziyetinin dışında, ‘düşman’ı korku filmi efekti gibi kullanarak onları adeta kimliksizleştirmiş, gölgelerle ya da parça parça göstererek görünmez hatta adeta ‘dünya dışı’ tehditler gibi sunmuştu. “Dağ” ise bunu tersyüz ederek ‘düşman’ı basbayağı tanımlıyor ve ağırından cezalandırıyor... Ama bunu sanki militarist bir Amerikalının Vietnam savaşını anlatması gibi anlatıyor. Tarafını daha ilk dakikadan belirleyen ve bu savaşın neden bu ülkede yaşandığına hiç ama hiç takılmayan, çok sert bir üslubu tercih ederek, “neden savaşıyoruz?” sorusu yerine “neden hepsini yok etmiyoruz?” noktasına varan bir bakışı var ki filmin bu kadar toplumsal barışa muhtaç bir zamanda böylesi bir filmle ortaya çıkılmasına şaşırmamak elde değil...
Kaldı ki yine sinematografik olarak pek çok şeyin başarıldığı bir film olmasına rağmen bu hamaset atmosferi filme büyük oranda zarar veriyor.
Oyuncular,
Çağlar Ertuğrul, Ufuk Bayraktar ve Gözde Mutluer benim hoşuma gitti doğrusu... Ama maalesef senaryo "kötüyüm ben" diye bağırıyor...! 1,5/5

13 Kasım 2012 Salı

"BENİ UNUTMA" HAKKINDA...





“Beni Unutma” geçen yıl Kasım ayında vizyona girmişti. Film çeşitli sebeplerden dolayı beklediğimiz oranda izlenemedi. Filmi vizyonda kaçıran DVD’de, Türkmax’da, THY uçaklarında ve internette izleyen ve bağrına basan pek çok izleyiciden hâlâ çok güzel mektuplar ve mesajlar alıyorum... Filmi seven, sahiplenen herkese çok teşekkür ederim... Bu bir yıl içinde filmin sadece You Tube’da (evet yasal değil!) yaklaşık 700 bin izleyicisi oldu. Giderek de artıyor... Filmin Facebook sayfasının abone sayısı da hiç azalmayan bir hızla sürekli artıyor...
Bana ulaşan pek çok izleyici ve tekrar tekrar izleyen filmin “sevgili” izleyicilerinin sorduğu kimi sorulara buradan yanıt vermek istedim... İşte genelde gelen sorulardan bazıları ve onlara yazdığım cevaplar...  

“Beni Unutma”nın  çıkış noktası neydi? Gerçekten yaşanmış şeyler var mı içinde?

“Beni Unutma”nın hikayesi birkaç şeyin bir araya gelmesiyle oluştu... 2005 yapımı “Yerinde Olsam” (In Her Shoes) filminde Cameron Diaz’ın okuduğu Elizabeth Bishop adlı Amerikalı şairin “One Art” adlı şiirini çok sevmiştim. O şiirde bir hikayenin gizli olduğunu düşünüyordum. Kendisine ait ne varsa yavaş yavaş kaybeden ama en kötüsü de buna giderek alışan bir kadının hüznünü görüyordum o şiirde.
“Love Story”i de çok severim ve hep o tonda, insanları hüzünlendirecek, aşkın kıymetini hatırlatacak bir senaryo yazmak istemiştim. Çok eski bir tanıdığım ve çocukluğumda, ilk gençlik çağımda bana çok destek olan bir “büyükanne” vardı mahallemizde... Onu bir demans hastalığıyla kaybetmiştim. Hayatının son günlerinde bir çocuktan farksız olmuştu. Hatta giderek bebekliğine dönerek vefat etti bile diyebilirim... Şiiri ve onu düşününce genç bir çiftin başına böyle bir şey gelse ne olur diye düşündüm ve “Beni Unutma”yı yazmaya karar verdim...
Açelya Devrim Yılhan Türk sinemasında farklı bir yüz olarak dikkat çekti... Yazarken düşündüğüm kadından fiziki olarak çok farklıydı ama Yılhan beni bu anlamda hayal kırıklığına uğratmadı hiç...
Bir eleştirmen olarak baktığınızda ortaya çıkan filmden memnun kaldınız mı?   

Hem üreten hem de eleştiren tarafta olmak çok zor. Bunun zorluklarını ilk senaryomda da yaşamıştım. “Gece 11.45”te de tam memnun olamamıştım ve hatta oturup filmin eleştirisini de yazmıştım. Ama “Beni Unutma”ya bir şey yazamadım vizyondayken. Çünkü daha duygusal bir bağım vardı. Senaryonun içinde kendi hayatımdan, tanıdıklarımdan, yaşadıklarımdan izler vardı. Eşime yazdığım şiir bile içindeydi. Çok hüzünlenerek, bazen (bana hatırlattıkları yüzünden) acı çekerek de yazdım bazı sahnelerini. Mesela son sahneyi, Olcay’ın geride bıraktığı video kaydını yazarken hüngür hüngür ağladım (Son yazdığım sahneydi gerçekten)...  Böyle bağlarım vardı filmle... Bu yüzden filmin bazı sorunları olduğunu düşünsem de yazamadım...

Peki film olarak ne kusurları vardı sizce?

Film 160 dakika civarında çıktı çekilince. 110 dakikayı geçmemesini istiyorduk. Mecburen 50 dakikaya yakın sahneyi kesmek zorundaydık. Öyle olunca bazı sevdiğim sahneler dışarıda kaldı. O sahneleri blogumda yazılı bir şekilde yayınlıyor olsam da izlenmesini isterdim. Çünkü Hakan rolünde Kenan Ece’nin Ebru rolünde de Tuba Ünsal’ın kendi kariyerlerindeki en iyi performanslarını çıkardıklarını düşünüyorum...
O sahneleri filmin yönetmeni Özer Kızıltan ile birlikte sete girmeden birlikte senaryoya yedirmeliydik...
Filmin iki erkek oyuncusu Mert Fırat ve Kenan Ece de hikayeye büyük bir sevdayla bağlandılar. Bu sevdaları filme de yansıdı...
“Beni Unutma”nın “Evim Sensin” filmine benzetilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
O kadar benzeseydi “Evim Sensin”i yapımcısından yönetmenine ve oyuncusuna bu kadar çalışıp, emek verip çekmezlerdi diye düşünüyorum öncelikle... Bir de o film bir Kore filmi olan “A Moment to Remember”dan uyarlanmış... Ama doğrusu sonu ve bir iki noktası biraz değiştirilmiş olduğu için “Beni Unutma”yı da çağrıştırmakta. “A Moment to Remember”ın sonunda başkadın karakter ölmüyor ve daha umutlu bir finalle sonlanıyor mesela...
Açıkçası benim de çok geç haberim oldu o Kore filminden. “Beni Unutma”nın set hazırlıklarının sürdüğü sırada, hatta sete birkaç hafta kala biri bu filmden bahsetti. Ben de buldum ve izledim... Dünyanın diğer bir tarafında başka bir adam benzer bir aşk hikayesi düşünmüş. Ama tabi ne bir karakter benziyor, ne bir sahne, ne bir diyalog... Zaten “Beni Unutma” sinemalarda oynayıp kalktıktan sonra bir de “Aşk Yemini” (The Vow) diye 2012 yapımı bir film girdi vizyona. Onun da hikayesinde bir kaza sonucunda hafızasını yitiren bir genç kadın vardı. Yani aslında dünyanın her yerinde o kadar çok film çekiliyor ki hâlâ anlatılmamış olanı bulmak neredeyse imkansız. Ona bakarsanız “Not Defteri” (The Notebook) diye bir film de var... Bir de “Away With Her” diye bir film vardı. Yaşlı bir karı-kocanın hikayesi. Kadın Alzheimer’a yakalanıyor ve hastalığı çok ilerleyince bir bakımevine yerleştiriliyor. Ama kadıncağız orada başka bir adamla tanışıyor ve onu çok seven kocasını unutuveriyor... Acıklı bir filmdi. Bütün bu filmler hep aynı yerlerde dolaşıp farklı sözler söylemeyi amaçlıyorlar. Tabi ki bu tip hikayelerin hepsinin altında esas olarak “Love Story” vardır. “Love Story” bu filmlerin atasıdır ve formül de ilk oradan çıkmıştır zaten... 
Filmin en sevdiğim sahnelerinden biri Olcay'ın oyuncakçıda yaşadığı ilk büyük krizin hemen ertesinde otoparktaki o ilk şok sahnesi... İkisi de orada ne olduğunu anlayamıyorlar...
“Beni Unutma”nın senaryosunda içinizde ukte kalan ya da senaryodan son anda çıkardığınız bir sahne/sahneler var mı?

Sinan’ın Olcay’ı iyileşmiş gördüğü rüya sahnesine (bir nevi Olcay’ın Sinan’a veda ettiği sahnedir) alternatif bir sahne yazmıştım. O sahnenin de çekilmiş halini görmek isterdim doğrusu. Sinan rüyasında kendisini Ebru’yla evlenmiş çok başka bir hayat yaşadığını görüyordu. Hatta rüyasında Olcay’la yaşadıklarını da rüyasında gördüğünü düşünüyordu... Sonra uyanıp yeniden Olcay’ı yanında uyurken görünce ona sarılıyordu... Uçuk bir sahneydi doğrusu ve riskliydi... Ama bu fikir benim dışımda kimseyi o kadar heyecanlandırmamıştı...

Filmin müzikleri için ne düşünüyorsunuz?

Anjelika Akbar'ın yaptığı müziklere bayılıyorum... Olcay'ın hikayesi piyanoyla anlatılmalıydı. Akbar vals ezgileri taşıyan tema müzikleriyle filmin duygusunu çok yükseltti...
Ama filmde birkaç güzel aşk şarkısı da olsun isterdim... Mesela bir tanesi buydu: Tim Hardin - How Can We Hang on to a Dream? (Nasıl tutunabiliriz bir rüyaya?)
... Bir de tabi Fikret Kızılok'un "Bu Kalp Seni Unutur mu?" şarkısını da filme çok yakıştırmıştım... İkisi de çeşitli nedenlerden dolayı olmadı... Ama filmi yıllar sonra bile hatırlatacak yepyeni bir aşk şarkısı da yapılmalıydı diye düşünmeden de edemiyorum...
 
“Beni Unutma”nın devamı olabilir mi?

Aslında her hikayenin bir “sonrası” vardır bence... “Beni Unutma”nın da devamını yazacak olsaydım bir baba-oğul hikayesi olurdu bu sefer... Sinan ve oğlunun o büyük yıkımdan kurtulma çabası, ayakta kalma ve yeniden devam edebilme mücadelesini anlatırdım sanırım. Sinan daha çok genç yaşta aşık olduğu karısını yitiriyor. Yine karşısına çok iyi bir kadın çıkarırdım herhalde ve neler olacağını hep beraber görürdük...

9 Kasım 2012 Cuma

"ALACAKARANLIK" BİTİYOR YAŞASIN!


Edward: - Evliliğimize satranç öğrenerek başlıyoruz Bella... Yoksa senle böyle boş boş geçmez bu hayat valla...!

Zaten en başından beri ‘genç kız tuzağı’ olarak tasarlanan bir projeydi “Alacakaranlık”. Ama dört filmin içinde en samimiyetsiz olanı kesinlikle “Şafak Vakti Bölüm 1”di... Şimdi 2. bölümü izlemeden önce hem seriye hem de bu son filme bir kez daha bakalım m?  

“Alacakaranlık” serisinin başardığı en önemli şey, yıllarca vampir terminolojisine soğuk bakan kadın izleyiciye kabul edebileceği yeni bir pencere açması. Halbuki Bram Stoker’ın 1897 yılında yayınlanan başyapıtı “Dracula”dan beri vampir edebiyatında hep bir erotizm soslu romantizm vardır. Ama yine de kadın izleyicinin fantastik sinemayla kurduğu mesafeli ilişki, vampir edebiyatından beslenen korku soslu romantik filmlere karşı da önyargılı durmalarına neden oldu. Tom Cruise, Brad Pitt, Antonio Banderas ve Christian Slater’ı aynı vampir filmine (Vampir’le Görüşme) sığdırsalar bile olmadı bir türlü... Aranan büyük ilgi patlaması yaşanamadı...  
Ancak, zaten yüz yıldan fazla bir süredir var olan vampir romantizmine liseli hormonları karıştıran ve bir pembe dizi mantığıyla yazılan bu “Alacakaranlık” pembe romanları sonunda aranan ‘kan’ın bulunmasını sağladı.
Edward: - Ne? Yemek yapmayı da mı bilmiyorsun? Hep yumurta mı yiyeceğiz?
Sürekli gömlek giyen aristokrat vampir Edward ile tişörtten başka bir şey giymeyen hatta her bulduğu fırsatta onu bile çıkarıp atan işçi sınıfının fakir ama gururlu genci kurtadam Jacob arasında kalan boş kafalı, hayattan romantizm dışında başka hiçbir şey beklemeyen 18 yaşındaki Bella Swan’ın (bu ad-soyad oyunu bile mide bulandırıyor) hiç bir derinlik barındırmayan ama buna rağmen uzadıkça uzayan hikayesinin sinema filmleri, genç kızlar için hazırlanmış cilalı tuzaklar oldular hep. Serinin ilk filmi yetenekli bir yönetmen (2008, Catherine Hardwick) tarafından nispeten sağlam bir temel üzerine kurulmuştu. Ancak sonrasında her gelen film kimi iyi yönetmenlerin elinden çıkmış olsa da bir öncekini aratmaya başladı.
Yapımcıların dört kitaplık seriden beş film çıkarma gayreti neticesinde karşımıza ‘1. Bölüm’ etiketiyle gelen film, tacir zihniyetini iyiden iyiye açık etmesinin yanısıra serinin kendi müptelalarını bile bezdirebilir derecede derinliksiz, vıcık vıcık bir romantizme bırakmıştı kendisini.
Serinin ana damarını oluşturan iki ayrı kişilikteki erkeğin arasında kalan genç kız temasının benzerini HBO’nun “True Blood”ında yaşayan Sookie Stackhouse hiç değilse daha kişilikli bir genç kızken; dizinin senaryosu da daha akıllıca ve kimi ırksal mevzulara dair farklı okumalara fırsat verirken özellikle serinin bu filmdeki ‘sığlık’ı ve sırtını iyiden iyiye dayadığı ‘genç kız rüyası’ tavrı rahatsız edici düzeyde. 18 yaşındaki Bella’nın Edward ile olan hazırlık, gelinlik, seremoni, evlilik yeminini sanki gerçek zamanlı yaşatmayı hedefliyor film bize. Hemen ardından romantik sürprizlerin ve zenginliğin gözümüze sokulduğu balayı sahneleri geliyor. Sonrasında da Bella’nın hamileliği devreye giriyor ki önceki filmlerdeki dertlerin hepsi unutuluyor ve film bambaşka bir ‘hikaye’ye dönüşüyor. Bütün final önceki filmlerdeki gibi bir kez daha ‘birilerinin saldırısını bekleyen birileri’ çıkmazında sıkışıyor.
Karakterlerinin tek boyutlulukları, anlatılacak olayların giderek azaldığı bu filmde daha da göze batar oluyor haliyle. Mesela izleyen her türden genç kızın kolayca özdeşelebilmesi için hayatı boş bir A4 sayfası kadar dolu gösterilen (!) Bella’nın hikayeye olan etkisi tabi ki de ‘küçük kızın inadı’ndan öteye geçemiyor.  
Final böyle bitse keşke:
Bella: - O kadar sıkıcı ve boş bir insanım ki vampir olunca hayatıma bir renk gelir artık diye düşünüyorum!!
“Dreamgirls” ve “Kinsey” gibi iki iyi filme imza atmış olan yönetmen Bill Condon’ın kendi imzasını ‘Twilight şirketi’nin altında eritmesi ise kariyeri için pek de iyi değil açıkçası. Çünkü Condon filmin yapay ve ticari romantizm sahnelerinde duygusal, bol CGI’lı kurt dövüşü sahnelerinde de akıcı olamıyor. Belki ikinci bölümde biraz olsun durumu toparlar. Hikaye ise zaten zaaflı. Önceki filmlerde figüran gibi duran Rosalie karakteri bir anda Bella’nın en yakın arkadaşı oluveriyor. Muhtemelen ikinci filmde önem kazanacak bir karaktere çok geç kalınmış bir giriş yapılıyor. Bella’nın ailesinin herşeyi bu kadar olağan karşılaması ise hiç inandırıcı olamıyor. 
Finalin ikinci bölümünü de izleyelim de sonra ondan da bir şekilde bahsederiz artık...

3 Kasım 2012 Cumartesi

Bazı kızlar Bond için doğarlar: BOND KIZLARI



Onlar başka türlü kadınlardır... Güzel oldukları kadar zeki ve sofistikedirler... Kimi zaman dişli bir düşman ama bazen de uyumlu birer kedi yavrusu... Onlar hem güvenilmez hem de uzak durulamaz kadınlardır... Onlar Bond kızlarıdır... 

1967 yapımı John Huston filmi “Casino Royale”in bir sahnesinde, 60’ların orijinal James Bond’u Sean Connery’ye göre hayli farklı bir yorumla “Sir” James Bond’u canlandıran David Niven dayanamayıp şu cümleyi söyler: “Gizli Ajan tamlamasının ‘seks manyağı’ ile eşanlamlı tutuluyor olması can sıkıcı...”
Ama bize hep öyle gösterilmedi mi, okuduğumuz kitaplarda ve izlediğimiz filmlerde? Ajanlık dünyanın en seksi mesleklerinden biriydi hep. Gizli bir kimlikle bir bukelamun misali ortama uyum sağlayan bu gizemli erkeklerin etrafı her daim kadınlarla dolu olmuştur. Yani bu mesleğin cinsel cazibesi, aslında ilk kez James Bond’la ortaya konmuş bir mesele değildir...
Ama Bond kitaplarının yazarı Ian Fleming bu meseleyi diğer yazarlara göre çok daha ciddiye almış, orası kesin. Fleming’in kitaplarında James Bond’un etrafındaki kızların çoğu tabiri caizse yüksek tahsilli olup zeki profilli, seksi kızlardır. Muhtemel yaşları 20-30 arası, nadiren de 30 üstüdür... Ya çok güçlü ve oyunbaz karakterler olarak çıkarlar Bond’un karşısına ya da yakın oldukları adamlar tarafından fiziksel veya ruhen hırpalanmış, mağrur ama desteğe ihtiyacı olan kadınlar olarak... Fleming her Bond macerasına bir ya da iki güzel kadın sıkıştırmıştır. Fleming’in Bond’a yakıştırdığı kızlar görkemli bir güzellikten ziyade Bond’daki ‘sofistike cazibe’nin dişi karşılığı olarak karşımıza çıkarlar. 
2006 yapımı "Casino Royale"nin bu kadar çok sevilmesinde Bond'u en derinden etkileyen Bond kızı Vesper Lynd'i canlandıran Eva Green'in de ciddi bir payı vardır...
Fleming’in yarattığı ilk Bond kızı “Casino Royale” romanındaki Vesper Lynd’dir. Bond’un en büyük aşkı; kadınlara karşı tavırlarındaki büyük güvensizliği Bond’a miras bırakan zeki kadın... Fleming romanında Lynd’in karanlık ve fırtınalı bir gecede doğduğunu, ailesinin ona Latince ‘akşam’ anlamına gelen Vesper adını ‘fısıldadıklarını’ yazar. Bond, Vesper ile öyle güçlü bir aşk yaşar ki erken emekli olup onunla evlenmeyi planlar. Ama MI6’nın içindeki köstebek olduğu ortaya çıkan Vesper’ın trajik sonu Bond’da derin bir yara açar. Kadınlara olan güveni artık temelden sarsılmıştır. Biz bu hikayeyi aslına sadık olarak ancak 21. Bond filminde  izleyebildik... 
Bond kızları görünür görünmez James Bond’a ait olduklarını belli ederler. Genellikle ilk göründükleri sahnelerde gece kıyafetleriyle çıkarlar Bond’un karşısına... En çok da bir davet sırasında... “Dr. No”da Ursula Andress’in çıkışı ise içlerinde en sıra dışı Bond kızı girişidir... 1962 yılı yapımı filmde Andress’in beyaz bikinisi ve belindeki uzun bıçağıyla denizden çıkıp Bond’un karşısına dikilmesi sadece Bond filmlerinin değil, sinema tarihinin de en ikonik sahnelerinden biri olur. Dönemin aynı kulvardaki filmleri içindeki kadın profillerinden farklı bir kimliktedir Honey Ryder. Güçlü, tehditkar, iddialı ve atletik bir kadındır...
Yönetmen John Huston, 1967’de Fleming’in ilk Bond romanı “Casino Royale”yi perdeye bir ajan komedisi olarak yorumlarken Andress’i Vesper Lynd rolünde oynatmıştı. Oysa İsveçli aktris Andress’in hayat verdiği Honey Ryder, Fleming’in ilk Bond kızı değildir ama beyazperdenin ‘resmi’ ilk Bond kızıdır... Ve onun denizden çıktığı o ünlü sahnesi yıllar sonra başka bir Bond filminde (Başka Gün Öl, Die Another Day) Halle Berry tarafından taklit de edilecektir...   
"Başka Gün Öl"den (Die Another Day) "Dr. No"ya selamlar... Bikini üstlerinin yıllar içindeki evrimini de bu iki fotoğraftan çıkartmanız mümkün...!
Honey Ryder adının seks çağrışımlı oluşu (‘bal kupası’ demek) tabi ki Bond kızlarının başka bir özelliğine daha işaret eder. Bond kızlarının erotik çağrışımlı isimleri veya lakapları kadın araştırmacı ve yazarlar tarafından ‘fazla’ seksist ve şoven bulunmuştur ki pek de haksız sayılmazlar. Mesela “Altınparmak”da (Goldfinger) James Bond’dan daha büyük yaştaki (romanda lezbiyen olarak belirtilmesine rağmen filmde böyle bir vurgu yok) Pussy Galore (Honor Blackman) en tuhaf isimli Bond kızıdır... İngilizcede ‘kedi’nin bir diğer adı olan ‘pussy’ aynı zamanda argoda ‘vajina’ anlamına da gelmekte, ‘Galore’ ise ‘bolluk’ anlamında kullanılmaktadır.. Bond tanıştıkları sahnede Pussy’nin ismini ilk duyduğunda boşuna “Rüyada olmalıyım” demez!
Holly Goodhead (Moonraker), Kissy Suzuki (You Only Live Twice), Bambi (Diamonds Are Forever), Mary Goodnight ve Chew Mee (The Man with the Golden Gun), Xenia Onatopp (Goldeneye) ve Strawberry Fields (Quantum of Solace) isimlerindeki kinayeyi James Bond’a sunan güzel kadınlar oldular hep... 
Kim Basinger da telif konusundaki bir anlaşmazlık sonucu resmi Bond filmleri arasında sayılamayan "İnsan Gibi Yaşa" (Never Say Never Again) filminin Bond kızıydı...
İki filmde de aynı aktris tarafından canlandırılan tek Bond kızı “Dr. No” ve “Rusya’dan Sevgilerle’ (From Russia With Love) filmlerinde görünen Sylvia Trench oldu. Ama sonraki yıllarda onu oynayan Eunice Gayson adlı aktrisin esamisi bile okunmadı... Aslında Bond kızı olmak, onları canlandıran pek çok yeni ve genç aktris için boşa çıkan bir fırsat oldu çoğu zaman. “Skyfall” dahil irili ufaklı sahne süreleriyle yer alan 80-85 civarı Bond kızından çok azı Bond filmini bir sıçrama tahtası olarak kullanabildi. Bunların en barizi, resmi olarak Bond filmleri arasında gösterilmeyen “İnsan Gibi Yaşa”da (Never Say Never Again) Sean Connery’e Bond kızı olarak eşlik eden Kim Basinger’dı. Ayrıca “Altın Göz”de (Goldeneye), sert ve nemfomanyak bir karakterle izlediğimiz Famke Janssen’e ve tabi ki 2006 model “Casino Royale”de sadece Bond’un değil tüm Bondseverlerin gönlünde taht kuran ‘yeni Vesper’ Eva Green’e de yaradı Bond kızı olmak...  
Bond kızı olmak, onları oynayan kimi popüler aktrislerde de ters etki yarattığı olmuştur ama yine de bizde ‘Tatlı-Sert” olarak bilinen The Avengers dizisinin yıldızı Diana Rigg’i (Majestelerinin Hizmetinde, On Her Majesty's Secret Service); sonrasında özellikle televizyon dünyasının yıldızlarından olan Jane Seymour’u (Yaşamak İçin Öldür, Live and Let Die); Roger Moore’un James Bond’unun dişi sineği kaçırmadığını düşündüren seçimi Grace Jones’u (Bir Cinayete Bakış, A View to a Kill); tipik Amerikan kızı görünümünde güzelliğinin zirvesindeki Denise Richards ile Fransız sinemasının hüzünlü güzeli Sophie Marceau’yu (Dünya Yetmez, The World is not Enough); Malezya kökenli aksiyon yıldızı Michelle Yeoh ile ‘Umutsuz Ev Kadını’ olmadan yıllar önce TV’de Superman’in sevgilisi olarak izlediğimiz Teri Hatcher (Yarın Asla Ölmez, Tomorrow Never Dies) ve Bond kızı olarak çekimleri sürdürürken Oscar kazanan Halle Berry’i ve Ukraynalı güzel oyuncu Olga Kurylenko'yu (Quantum of Solace) Bond filmlerinde izlemek keyif verici olmuştur... 
"Quantum of Solace"nin intikam isteyen canı yanmış Bond kızı Olga Kurylenko, olanca seksiliğine rağmen karakteri gereği bunu hiç öne çıkar(a)mayan bir Bond kızı olmuştu...
Ama en ilginç olanı, bütün bu isimlerin dışında Bond kızı dendiğinde ilk akla gelen figürlerden birinin “Goldfinger” filminin henüz başlarında tanışıp vedalaştığımız Jill Masterson’ın (Shirley Eaton) olması. Jill, Bond’la olduktan sonra patronu Goldfinger’ın adamları tarafından baştan aşağı altına boyanmak suretiyle öldürülür. Shirley Eaton’ın altına boyanmış çıplak vücudu “Goldfinger” filminin bütün afişlerini süslediği gibi Bond kızlarının en bariz imajlarından birini oluşturur. Ama Eaton yakaladığı bu şöhreti sürdürmek istemez ve film kariyerini erkenden bitirir... 
"Goldfinger"ın zavallı Bond kızı Jill Masterson (Shirley Eaton) James Bond külliyatının en hazin ölümlerinden biriyle akıllarımızda yer etmiştir...
Not: Bu yazım Milliyet Sanat dergisinin Kasım 2012 tarihli sayısında da yayımlanmıştır...

2 Kasım 2012 Cuma

"DOLU HAYAT" Twitter'da

Dolu Hayat ve Bir Film Sevdim bloglarından haberler, sinema dünyasından ve tarihinden ilgi çekici paylaşımlar, bir film eleştirmeni/senaristin Türk ve dünya sinema ortamına dair eleştiri ve esprili tesbitleri... Hepsi Dolu 1 Hayat'da:

https://twitter.com/Dolu_1_Hayat