Eleştirmenin Not Defteri

26 Haziran 2012 Salı

İKİ CÜMLEDE KRİTİK - 5


KUKLA (The Beaver)
Hayattan, işinden ve ailesinden kopma noktasına gelen depresyondaki bir adam, kendisine bir ‘kukla bir kunduz’dan sağduyu işlevini görecek bir arkadaş edinir ve bu rolde Mel Gibson dikkat çekici bir performans sergiler! Ama ne yazık ki ciddi senaryo sorunları Jodie Foster’ın yönettiği filmin çok daha etkili ve iyi bir dram olmasına engel olur... 2,5 / 5




İYİ OLAN KAZANSIN (This Means War)
“Charlie’nin Melekleri”nin de yönetmeni olan McG bu ‘aksiyon-romantik-komedi’nin aksiyon ayağında gayet başarılı doğal olarak. Ama hikayenin romantik komedi kısmı epey bir yalpalıyor ve üstelik filmin bu konudaki en güzel ve matrak sahnesi DVD’de kesilmiş sahnelerde kendisine yer bulabiliyor ancak... 2/5

SON HEDİYE (The Ultimate Gift)
Bestseller bir romandan uyarlandığını her sahnesinden belli eden bu dramda Abigail Breslin de beklenen yerini almış... Çok klasik, beklendik ve alışıldık bir hikayesi olan film zengin dedesinin mirasını haketmek için adam olmak zorunda kalan uçarı ve sorumsuz gencin hikayesini anlatırken kimi zaman vıcık vıcık ve hesaplı bir duygusallığa mahkum ediyor kendisini.        2 / 5


ÖLÜMSÜZLER (Immortals)
“Hücre” (The Cell) ve “Düşüş” (The Fall) gibi iki iyi filmden sonra Hint asıllı yönetmen Tarsem Singh’den hâlâ umudu kesmiş değiliz, bu “300 Spartalı” özentisi filmden sonra bile. Filmin tekinsiz görselliği bir süre durumu idare etse de mitolojiden hayli bozularak oluşturulan senaryonun sağlam bir dramatik yapı kurduğunu söylemek zor...  2/5



İSTANBUL
Macaristan’da kocası tarafından daha genç bir sevgili yüzünden terkedilen 50’li yaşlardaki Katalin, geçirdiği depresyonun sonucunda kendisini İstanbul’da küçük bir otelde bulur ve aynı oteldeki yalnız bir adam olan Halil’le (Yavuz Bingöl) yakınlaşır. Film en fazla yarım saatlik olan hikayesini 100 dakikaya tamamlamak için epey bir uğraşıyor, karakterlerini de derinleştiremiyor ve bu yüzden de daha etkileyici bir aşk hikayesi çizmekte zorlanıyor... 2,5 /5 

25 Haziran 2012 Pazartesi

LEBOWSKI OLMAK LAZIM BAZEN!


Coen kardeşlerin 1998 yapımı muhteşem filmi “Büyük Lebowski” bize, dünyanın en tembel adamı olup olmadığı tartışmalı, ama kesinlikle Los Angeles’ın en tembel adamı denebilecek işsiz ve de aylak “The Dude” (ahbap) lakaplı Jeffrey Lebowski’nin tamamen kendisinin dışında gelişen karmaşık bir fidye vakasına karışmasını anlatır. Her şey tanımadığı iki adamın Dude’un evini basması ve birinin de salondaki halısına işemesiyle başlar...
Kendisiyle aynı adı taşıyan zengin bir adamın genç sevgilisi Bunny’nin kumar borcu ve sonunda da fidye karşılığı kaçırılışı yüzünden rahatı bozulan Dude, zengin “Büyük Lebowski”nin zorlamasıyla Bunny’i ve onu kaçıranları bulmak, peşindeki Alman Nihilist’lerden ve bir porno kralının adamlarından da kurtulmak zorundadır... Dude, salonunu dolu gösterdiğini düşündüğü halısının zararını tanzim etmek istemesi yüzünden bulaştığı bu karışık durumdan kurtulup bowling salonu-ev arasında geçen tembel hayatına geri dönmek istiyordur bir an önce...
Filmden taşan bir etkiyle ve tabi ki Jeff Bridges’ın olağanüstü performansı sayesinde, Jeff Lebowski’nin yaşam tarzı 2000’lerde internetin de etkisiyle benimsendikçe benimsendi... Hakkında akademik konferanslar düzenlenen Lebowski için her yıl organize edilen festivaller yetmedi, onun yaşam tarzı kendi kilisesi ve öğretisi olan bir dine de ilham kaynağı oldu...
Evet, “Dudeism” üç bileşenli bir din: barış ve dinginliği öne çıkaran Çin Taoizm’i, Yunan filozof Epicurus’un temelini ‘haz almak’ üzerine kurduğu felsefesi ve Lebowski’nin temsil ettiği ‘gamsız’ yaşam tarzı… Hatta bu dinin bowling topu şekliyle, Tao felsefesinin ünlü ying-yang sembolünü birleştiren bir logosu dahi var… “Dudeism”in kurucusu Oliver Benjamin’in kilisesine bugün 100 binden fazla kişi kayıtlı… Peki Dude’un erkekler tarafından çok kıskanılan bu yaşam tarzının cazibesi nedir? Ve bir Dude olmak için nasıl bir erkek olmalı ve neler yapmalısınız ? Gelin bir an spor salonlarından, teknolojiden ve ‘gömlek’lerden uzak bir hayatı düşleyelim… Lebowski’nin de dediği gibi “insanı erkek yapan şey, ne pahasına olursa olsun doğru olanı yapmak ve iki testis” değil midir ne de olsa...!
Giyim....
Tek renk bazen bisiklet bazen de V yaka tişörtler, ekose şortlar, terlik ve sandalet gibi rahat bir tarz benimsenmeli... Ve kesinlikle çorap yok... Bir de kişiliğinizi simgeleyecek özel bir parça bulmalısınız... Dude’unki genelde toplum içinde “depresyon hırkası” diye tabir edilen kalın yün bir hırka ve evin içinde ya da markete filan giderken çıkarmaya üşendiği bornozu... Bornoz çok rahat bir şey, kocaman cepleri var ve pardesünün yumuşak dokulusu! Bir Dude karizmasını yüzük, kolye ya da saat gibi aksesuarlardan güç alarak kurmayı reddeder. Tek kullandığı aksesuar, protest bir tavır aracı olarak da gördüğü kemik çerçeveli güneş gözlüğüdür...

Fiziksel özellikler...
Kiloyu önemsememek lazım... Saçlar mümkün olduğunca uzun ama asla kirli değil... Stili olan bir sakal modeli benimsenmeli... Bilge ve biraz da hippi bir görüntü elde edebilmek için sakal ve saçlarda belli bir uzunluk şart...  

Ev hayatı...
Dude müziğini hâlâ plak, kaset ve walkman gibi retro aletlerden dinler. Küvette uzun zaman geçirmeyi sever. Tam bir keyif adamıdır. Evinin dekoru çok sadedir. İhtiyacından fazla hiçbir şeyi barındırmaz... Kullanmadığı hiçbir şeye sahip değildir...
Lebowski halısı...
Tavır....
Bir Dude her zaman barıştan yanadır... Kavga çıkarmak bir Dude’un en son başvuracağı yöntemdir... Çünkü kavga etmek çok enerji isteyen bir hareket olup, yorucu olduğu kadar sonucunda bünye için tehlikeli hasarlar da bırakabilmektedir! Bunun yerine karşınızdakini proteste etmek amacıyla benimseyeceğiniz tepki şu olmalıdır: Güneş gözlüğünü takıp “anlat anlat sen” der gibi bakmak... Hemen her yerde en rahat edeceğiniz pozisyonda oturmalısınız... Mesela bir Dude oturduğunda göbeğinin açılmasına hiç aldırmaz! Girdiğiniz her ortamda önce içkinizi hazırlayabileceğiniz sonra da yayılmaya en müsait olan köşeleri bulmalısınız...

Lebowski'nin favori içkisi: White Russian
Ağız tadı....
White Russian gibi uzun soluklu tüketilen, çabuk sarhoş etmeyen ve çok fazla popüler olmayan özel bir kokteyle tutkun olmalısınız... White Russian iyi bir tercih, hem bünyenin süt ihtiyacını da karşılar! Çünkü White Russian votka, süt ve kahlua (Meksika usulü kahve aromalı bir votka) ile yapılan bir kokteyldir... Buzla içilir...  



Sosyal hayat... 
Gamsız olmak şart... Hayatta hiç bir şey 1-2 kilometre çapındaki hayat alanınızı etkilemedikçe kafaya takmayacaksınız... Gününüzü mümkün olduğunca keyif verici ve fazla yormayan aktivitelerle dolduracaksınız... Mesela ille de spor yapılacaksa bowling ya da golf olmalı bu spor... Coen kardeşler bir röportajlarında bunu çok güzel açıklamışlar mesela: “Dude gibi kaybedenler bowling salonlarında harikalar yaratırlar. Çünkü bowling formda kalmanızı gerektiren bir spor değildir.” Hem de bowling salonlarında kendiniz gibi arkadaşlarla buluşabilirsiniz... Bu arkadaşlar sizden üstün olmamalılar, düzenli bir işleri ya da ilişkileri olmamalı... Hatta sizden daha berbat bir ruh halleri de olabilir.
Olmaz olsun böyle Lebowski!

Müzik zevki... 
Daha çok folk ve sağlam ‘rock ballad’ları dinlenmeli... Yormayan müzikler olmalı bunlar. Ayrıca müziğin ‘kalitesi’dir onlar ve plaktan müzik dinleme keyfini de ikiye katlarlar... Rolling Stones, Bob Dylan, Eagles, Creerence Clearwater Revival ve Elvis Costello Dude’un en sevdiği şarkıcı ve gruplardır... Pop müzik adamı yorar...
 
Kadınlar... 
Kendinizi hayatın sürprizlerine bırakmalısınız... Bir Dude asla bir kadını etkilemek için özel bir uğraş göstermez. Zaten başlı başına ilgi çekici bir adam olur girdiği her ortamda... Onların size yaklaşmasına izin vermelisiniz, yapacağınız tek şey bu... Her ne kadar cinsel içerikli, bowling ve müzikle süslü cinsel temalı rüyalar görseniz bile arzuladığınız kadına bunu çok belli etmemelisiniz...

Ve son olarak.... 
Mümkünse 2002’den beri her yıl düzenlenen ve dünyanın her yerinden akın akın gelen Lebowski’lerle "Lebowski Festivali"ne katılmalısınız. Lebowskifest’in internet adresinden en yakın tarihteki etkinliği yakamanız mümkün. Her yıl bu özel günlerde dünyanın en tembelleri bir araya geliyor. Filmler izleniyor, bowling oynanıyor, müzik dinleniyor ve Dude’un bütün yaşam tarzı sevenlerince kutlanıyor. Bazı yıllar filmin oyuncularından da katılanlar oluyor bu festivale...
İşte Lebowski yaşam tarzını benimseyenler!
Dude adayları için faydalı siteler:

Dudeism için: dudeism.com/
Dudeism'in Facebook sayfası: www.facebook.com/Dudeism




21 Haziran 2012 Perşembe

SARI SAÇLARINDAN SEN SUÇLUSUN!

O günlerden hatırladığım ender anılardandır. O içinden “artist” resmi çıkan cikleti açışım, onun resmini görüşüm... Önce yabancı bir artist sanmıştım. Çok güzeldi ve o çocuk aklımla pek anlayamadığım bir şekilde o kadar tatlı bakıyordu ki… Sonra yanında yazan ismine bakmıştım. İsmi annemin ismiyle aynıydı: Filiz.
Filiz Akın’ı ilk defa o kağıt parçasında görmüştüm işte (sakızın adı neydi? “Minti” mi?) O zamanlar böyle sakız kağıtlarının yan taraflarındaki numaralarla oyunlar oynardık mahalleden arkadaşlarla. Ben hep kaybederdim. Kaybettiklerimi çıkarabilmek için de dünyalar kadar sakız çiğnerdim. Hatta sakızlardan öyle bıkmıştım ki, bir aralar sakızını atar sadece kağıdını saklardım aldıklarımın. Ama o gün ben, ismi annemle aynı olan o güzel kadının resmini, oynayacağım muhtemelen de kaybedeceğim  diğerlerinin arasına koymadım. O güzel sarışın kadının olduğu kağıdı ben hep sakladım. Sonra filmleriyle de tanıştım. Artistler zaten çevremizdeki insanlara pek benzemezlerdi yaşadığım o günlerde. Ama bu kadın, o zamanlar gördüğüm, çevremdeki hiç ama hiç kimseye benzemiyordu. Esmerlerle dolu filmlerimizde o olanca sarışınlığıyla parlardı ve ben onun daha filmlerini bile seyretmeden hayranı olmuştum.
Yeşilçam, bir zamanlar Türk halkının en büyük eğlencesiyken Belgin Doruk, Türkan Şoray, Fatma Girik gibi esmer güzelleri ve de Türk tipi kadın oyuncular hemen herkesin sevgilisi oluvermişti.
1962 yılından itibaren ise 19 yaşında güzel bir kız daha görünmeye başlamış filmlerde. Bu güzel kız çoğu oyuncumuzun başladığı yolla başlamış sinemaya. ‘Artist’ adlı derginin açtığı yarışmada birinci olarak. Bu dergi ona sinema yolunu açmakla kalmayıp, yazarlık yeteneğinin de su yüzüne çıkmasına vesile olmuş: Bir müddet bu dergide “Filiz’in Köşesi” adıyla yazılar yazmış Filiz Akın. Bu yazılarıyla bile içtenliğini ve iyi niyetini yansıtabilmiş olanca sevimliliğiyle.
Yıllar sonra ben şu ünlü 1962 tarihli ‘Artist’ dergilerinden bulduğumda nasıl da heyecanla okudum onun yazılarını.Ve gördüm ki daha ilk yazısında sinemaya girmesinin heyecanını ve tüm duygularını okuyucularıyla paylaşmak isteyen duygusal, idealist ve arkeoloji okuyan gencecik bir kız o yıllarda yaşamış olmayı istetti bende. Nasıl da heyecanla yazmış o günlerde yaşadıklarını ve hissettiklerini: “...Etrafımı kırmamak, çoğunluğun doğru kabul ettiklerini yapmak ve mümkün olduğu kadar az tenkid edilmek endişesi içindeyim. Tabii bunda muvaffak oldum diyemem ancak benim gayretim bu kadar... Kamera karşısında da aynı endişelerim var. Fakat şimdilik daha hiçbir şey yapamadığım kanaatindeyim. Her ne kadar bu bana bendinlik veriyorsa da bunu yenmeye, gayretimi kaybetmemeye çalışıyorum. Bir gün gelip kendimi de tatmin edeceğim bir duruma geleceğime inanıyorum. Belki bu hiçbir zaman olmayabilir. Ama bir inancım olmazsa yıkılır giderim. Bir ideal uğruna çalışmak güzel. Gerçekleşmese bile insan, gücünü ortaya koymuş olmaktan, birşeyler yapabilmiş olmanın hazzıyla yetinebilir...”
Derginin yarışmasında birinci olduktan sonra onunla aynı dergi için bir ropörtaj yapan Turan Aksoy ise şöyle yazmış onun için: “Badem gibi iri gözleri, çekik kaşları ve kalkık burnu ile tam bir Hollywood yıldızı... Gözlerinin altından baktığı zaman, karşısındaki erkeği yerinde mıhlayacak kadar kuvvetli bir cazibeye sahip olan Filiz Akın; aşkı ve sevişmeyi reel bir şekilde aksettiren yerli filmler için aranıp da bulunamayan müstesna bir tip.”
O zamanki pek çok dergide buna benzer ibarelere rastlamak olası. Evet, Filiz Akın Türk Sineması için değişik bir yüzdü. Bir defa sarışındı. 60’lı yıllarda, sarışın kadınların baştan çıkarıcı, kötülük düşünen, yuva yıkan kadın tiplerini oynadığı bu dönemde o, başrol oyuncusu olarak, farklılığını hemen göstermişti. Bu farklılığına rağmen Türk sinema seyircisine çabuk ulaşabilmiş ve onların sempatisini çok çabuk kazanmıştı. Üstelik ilk filmlerinde çoğunlukla da iyi yönetmenlerle çalışarak: Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Memduh Ün, Metin Erksan... 

1943, Ankara doğumludur Filiz Akın. Ankara Maarif Koleji’nde okumuş tıpkı pek çok filminde oynadığı kolejli kızlar gibi. İnsan ister istemez merak ediyor; acaba o filmlerdeki gibi kabına sığamayan cimcime bir kız mıydı gerçekte de? Anne ve babası boşandıklarında annesiyle kalmayı seçmiş, rahat çalışabilsin  diye de devam mecburiyetinin olmadığı Dil-Tarih Arkeoloji bölümünde okumuş bir süre. Fazla ciddi düşüncelerle girmediği yarışmayı kazanınca da bir anda bir sinema yıldızı oluvermiş.
Aslında Filiz Akın’ın farklılığı Türk sineması için değişik bir fiziğe sahip olmasının yanısıra  onun, o zamanki film standartlarına göre filmlerinde canlandırdığı, kendi özellikleriyle çok kolay uyum sağlayan, tiplemelerle de ortaya çıkar. Kentli bir kolejli kızdır Filiz Akın ilk filmlerinde. Olanca sempatisiyle ve muzipliğiyle maddi açıdan pek bir sıkıntısı olmamış hareketli,cıvıl cıvıl bir genç kızdır çoğu filminde, Hollywood’da daha çok Goldie Hawn fiziğinde  gördüğümüz sarışın, sevimli ve seksi kız rollerinde izleriz onu. Başroldeki erkek oyunculara zorlu anlar yaşatır hep. Özellikle de Cüneyt Arkın ve Ediz Hun ilk dönem filmlerinde az çekmemiştir ondan. Çünkü Filiz Akın duygusal komedilerinde, genellikle sevdiği erkeğin aşkından emin olmak için devamlı onu imtihanlara tabi tutan genç kız tipindedir. Mesela “Kadın Berberi”nde önceleri doktor olduğunu sandığı Ayhan Işık’ın bir kenar mahalle berberi olduğunu öğrenince kendisini de ona yoksul manikürcü kız olarak tanıtır. Aynı şekilde “Gül ve Şeker” filminde de buna benzer bir yöntemi bu kez de hizmetçi olarak Ediz Hun’a uygular. Ama en yaramaz ve en hırçın dönemleriyle herhalde Cüneyt Arkın başetmek zorunda kalmıştır. Mesela “Çıtkırıldım”da kolejli bir yaramaz burjuva kızı olarak, fakir edebiyat hocası Cüneyt Arkın’ı hem sevmiş, hem de bayağı hırpalamıştı. “Cici Gelin”de ise ne tesadüftür ki, yine edebiyat hocası olan kocası Cüneyt Arkın tarafından James Bond’un İstanbul şubesiyle evli olduğuna inandırılmıştı. Ufacık bir kaçamağı örtmek için söylenmiş bu tatlı yalan yüzünden de kocasının başına az çorap örmemişti “Cici Gelin”de.
Bu tip filmlerde zaten konunun fazla bir önemi yoktu. Derinlemesine işlenmeyen karakterlerle oluşturulmuş bu salon komedilerinde ya da melodramlarında birbirine benzeyen konular farklı oyuncularla tekrarlanır olmuş, Yeşilçam da iki tür arasında sıkışıp kalmıştı. Doğal olarak Filiz Akın da, Yeşilçam’ın bir zamanlar mecburen dışına çıkamadığı bu iki türde de örnekler vermiştir hem komedilerde hem de melodramlarda oynayarak. Ama yine de bu tür filmlere kendi enerjisi ve doğallığından gelen bir üslupla; bilmiş, şımarık, yaramaz ama sempatik kolejli kız tiplerinden,  yankesiciliğe; serseri bir çingene kızından, asil ve de zengin hanımlara uzanan bir filmografiye sahip olmuştur. Ama dikkat edilecek olursa onun köylü kızlarını oynadığı filmleri biri ya da ikiyi geçmediği de görülür. Aslında onun  sarışınlığı, estetikli burnu ve bir türlü saklayamadığı o hanımefendi görüntüsü, 1970’li yıllarda moda olmaya başlayan köy filmlerinde de oynamasına engel olmuş biraz da. (Mesela Susuz Yaz’da oynamayı çok istemiş bir zamanlar.)

İlk filmi “Akasyalar Açarken” bir melodramdı. Sonraki yıllarda ise daha çok güldürü filmlerine yönelmiş: Battı Balık, Sahte Nikah, Iki Gemi Yanyana, Cici Gelin, Çıtkırıldım vb... Oysa araya, 1964 yılında, Türk Sinema tarihinde içgöçü ana konu olarak almış ilk filmde oynamayı da sıkıştırmış Filiz Akın: “Gurbet Kuşları” (Halit Refiğ). Daha sonra melodramlar ve komediler arasında gidip gelmiş. Komedilerinde hep o sevimli kız olmuş (Yankesici Kız, Kolejli Kız, Hırsız Kız, Cilveli Kız, Işportacı Kız...); melodramlarında ise görüntüsü ve kişiliğinin verdiği tüm asaletiyle duygusal ve ağırbaşlı genç kadınları oynamış (Fakir Gencin Romanı, Efkarlıyım Abiler, Yarım Kalan Saadet...).
1970’lere gelindiğinde kendisine Altın Portakal kazandıran “Ankara Ekspresi”yle onun kendisini daha da geliştirmeye başladığını görürüz. 1971 yılında Yılmaz Güney ile çevirdiği “Umutsuzlar”, 1972 yılında da Atıf Yılmaz yönetiminde Kadir Inanır ile çevirdiği “Utanç” adlı filmleriyle de oyunculukta nerelere geldiğini açık bir şekilde gösteriyordu.
Sonraları belki de sinema hayatının en verimli dönemlerine gelmişken 1976 yılında çevirdiği pek de önemli olmayan “Babaların Babası”(Natuk Baytan) adlı filmle sinema hayatını bitirdi Filiz Akın. 1989 yılına gelindiğinde ise onu bir televizyon dizisinde görebildik; 1990 yılında yitirdiğimiz yönetmen Okan Uysaler sayesinde: Geçmiş Bahar Mimozaları. O diziyi seyredenler hatırlayacaklardır.Orada seyrettiğimiz Filiz Akın, önceki yıllarda seyrettiğimiz filmlerindeki gibi değildi. Şımarık ve yaramaz yönleri gitmiş asaleti ve soyluluğu daha da ön plana çıkmıştı ve hâlâ ne kadar da güzeldi.
Şimdi artık filmlerdeki aşk da değişti, yaşadıklarımız gibi… Filiz Akın filmlerine televizyonda her rastladığımda çocukluğumuzda gördüğümüz, izlediğimiz ve hayalini kurduğumuz aşkları özlediğimizi düşünürüm hep. Filiz Akın’ın kendinden de çok şey kattığı o fazla naif ama güzelim filmleri, yaşamadığımız ya da yaşayamadığımız ama yaşamak istediğimiz aşkları özletliyor bize hâlâ. Onun 1972’de çevirdiği ve benim en sevdiğim filmlerinden olan “Tatlı Dillim”i ilk seyrettiğimde neler düşündüğümü hatırlıyorum. Herkes hayatı boyunca kendisini tamamlayacak özel birini arar bu dünyada. Bazıları gerçek hayatta bulur aradığını. Çok özenirsiniz böyle insanlara. Bazılarıysa henüz bulamamıştır aradığını ama görmüştür rüyalarında ya da filmlerde. Belki de yıllardır aradığı o insanı görür; perdedeki bir yüz, sıcak bir gülüş sayesinde. 
Filiz Akın ise sonradan benim de dahil olduğum bu tip insanlara hep ilham kaynağı olmuştur. Belki de bu insanlar hayatları boyunca hep kendi Filiz Akın’larını aramışlardır. Kimi bulmuştur, kimi de hep arayacaktır…! 

Not: Bu yazı 1995 yılında Yeni Yüzyıl Gazetesi'nin pazar günleri yayımlanan Cafe Pazar ilavesinde yayınlanmıştır...  

15 Haziran 2012 Cuma

İKİ CÜMLEDE KRİTİK - 4


Aşk ve Devrim

Ele aldığı mesele zamanında o kadar güzel hikayelerle anlatılmıştı ki; bu yüzden “Aşk ve Devrim”in işi daha en baştan zor. Genç oyuncularının başarısına rağmen, neredeyse her sahnesinde pofur pofur sigara içen karakterlerin edebiyat yaptığı, meselesini kem küm ederek anlatan bir senaryoya sahip film maalesef... 2,5/5
 
 
 
Karanlıklar Ülkesi: Uyanış
(Underworld: Awakening)
"Karanlıklar Ülkesi: Uyanış" serinin en yüzeysel, kendisi ni en çok aksiyona teslim etmiş filmi olmakla kalmayıp, vasat bir hikaye sunuyor bize... Selene'in daha haşin bir performans sergilemesinin dışında serinin diğer filmlerine getirdiği bir heyecan ya da yenilik içermediği gibi, bir "izle ve unut" filmi olmuş adeta... 2 /5
 
 
Coriolanus
Shakespeare'in en az bilinen oyunlarından olup bazı ülkelerde sahneye konması yasaklanan “Coriolanus” kişisel ego’nun bir gün en başta insanın kendisine sonra bütün çevresine nasıl da yıkıcı bir etki yaratabileceğini anlatıyor. Bu güçlü hikayeyi Ralph Fiennes’in neredeyse eksiksiz  yönetmenliğiyle ona eşlik eden Vanessa Redgrave, Jessica Chastain, Brian Cox ve Gerard Butler (ilk kez bir filmde beğendim kendisini) eşliğinde izliyoruz... 4/5
 
 
Koruyucu (Machine Gun Preacher)
“Lütfen beni Öldürme” (Stranger Than Fiction) ve “Kesişen Yollar” (Monster’s Ball) gibi iki iyi filme ve bir Bond filmi olan “Quantum of Solace”a imza atmış bir yönetmen olan Marc Forster niye böyle boş bir  misyoner film çeker ki? Gerard Butler Afrika’da gördüklerinden sonra bir eline haç diğer eline makinalı tüfek alan bir serseriyi oynuyor ve filmin sonunu zar zor getiriyorsunuz... 2/5
Bakıcı (The Sitter)
Bir komedi filminde seyircinin ahlaki değerlerini sorgulayan esprilere yer vermek o filmi değerli ya da iyi bir film yapmaya yetmiyor. “Bakıcı” Jonah Hill 80’lerde de benzerleri yapılan, bakıcılık yapmak zorunda olduğu çocuklarla mafyalı, cinsellikli falan filan bir gecenin içinde bırakan bir bakıcıyı, kimi sınırları biraz daha zorlayarak anlatan bir film sadece...  2/5

7 Haziran 2012 Perşembe

KOMEDİNİN DEĞİŞEN YÜZÜ


İkibinlerin insanı artık her şeye daha kolay ulaşıyor. İnternet’in giderek daha da şekillendirdiği insan zevkleri ve beğenileri sinemada bazı şeyleri de değişmeye zorluyor doğal olarak. Mesela romantik komedi filmlerinin artık daha çok cinsellik barındırması, bu filmlerde “ilişki”nin artık rahatça “fuck” kelimesiyle ifade ediliyor olması bile 1990’ların Meg Ryan filmlerinde asla kabul edilemez bir durumdu.
İnternetin yaygınlaşmasıyla komedi anlayışının evrim geçirmesi birbirinden uzak şeyler değiller. Nitekim “daha fazla ne görebiliriz?” arayışı beraberinde “Testere” gibi işkence pornolarını getirdi... Yine internette sanki sahiden bir kameramanla ava çıkıp bir kafede sakince oturan seksi bir kadını ayartıp eve götürüp sevişen adamların gerçek süsü verilmiş porno videoları sinemada da karşılığını buldu. “Paranormal Activity” ve türevleri kurgusal gerilimlerini sanki amatör kamerayla çekilmiş ‘gerçek’lermiş gibi sundular ve de sunmaktalar...
Bu türün komedideki karşılığı da “Borat”la gelmişti nitekim... Hayali bir Kazak gazeteci olan Borat’ı bir televizyon şovunda yaratan komedyen Sacha Baron Cohen daha kahramanını tanıtırken bile yeni mizahın sınırlarının hayli esnek olacağını belli etmişti... Çünkü Borat’ın babası aslında dedesiydi! Kızkardeşi Kazakistan’ın en iyi dördüncü fahişesiydi ve Borat bununla gurur duyuyordu! Çok büyük bir ilgiyle karşılanan “Borat” filmini izleyen herkes bundan sonra komedi sinemasındaki ‘tuvalet mizahı’nın dozunun artacağından emin gibiydi...  
Ama açıkçası komedi sinemasının da artık bir atağa ihtiyacı yok değildi o ara... Yıllardır adeta bir komedyen okulu vazifesi gören televizyon şovu Saturday Night Live’dan çıkan bir nesil -Steve Martin, Eddie Murphy, Dan Aykroyd, John Belushi, Chevy Chase, Bill Murray, Billy Crystal- artık yaşlanmıştı. İkibinlerde Sacha Baron Cohen’in yaptığı mizahın yanında Jim Carrey bile Jerry Lewis gibi kalıyordu. Ama “utanmazlık” konusunda kırılma noktasını ilk “Borat”ın yarattığını söylemek de güç. Nitekim Cameron Diaz’ın saç kremi sandığı şeyi (!) perçemlerine sürdüğü “Ah Mary Vah Mary” (There's Something About Mary), asıl kırılmayı yaratan filmdir! Ana akım sinemadan ayrılmadan edepsizleşen ve bunu iyi bir hikaye, yıldız oyuncular ve nitelikli bir prodüksiyonla gerçekleştiren bir filmdir.
Yeni nesil komedi bile eskimeye başlamışken bu kulvarın en “edepsiz” komedyenleri ise yeni filmlerinde kendilerini çok daha zor durumlara sokmak zorundalar artık... 

BEN STILLER
Neden sevildi?: İnsana güven veren iyi bir adam görüntüsü var. Başına gelen her şey de bu iyi adam olma gayretinden gelmekte. Entelektüel bir mizah anlayışına edepsizliği de yer yer yakıştırabilmekte... Ancak oynadığı filmlerin bütçesi arttıkça nitelikleri bozuluyor...
En iyi komedisi: “Tenenbaum Ailesi”
En kötü komedisi: “Little Fockers” artık bayatlayan bir serinin son çırpınışıydı...
En cesur komedisi: “Ah Mary Vah Mary”deki fermuar sahnesi filmi izleyen her erkeğin kabusudur...

SACHA BARON COHEN
Neden sevildi?: Tabi ki cesareti, her türlü sınırı zorladığı için sevildi. Yahudi olmasından dolayı Yahudi mizahını daha da abartılı bir dozla tuvalet mizahının içine soktu. 
En iyi komedisi: “Borat”
En kötü komedisi: “Brüno”... “Borat” çıkışının gölgesinde kalan ve eşcinsel komedisine abanan hikayesiyle çok da ilgi göremedi.
En cesur komedisi: “Borat”ta mayosuyla göründüğü o ilk sahne estetik algınıza ciddi hasarlar veriyor!
 
ADAM SANDLER
Neden sevildi?: İlk filmlerinde samimi gülüşü, ses tonu ve mutevazı duruşuyla dikkat çekmiş ve sevilmişti. Ancak özellikle yapımcı da olduktan sonra berbat filmlerinin sayısı arttı. Tuvalet mizahını kendisine pek yakıştıramadı.
En iyi komedisi: “Düğün Şarkıcısı”
En kötü komedisi: “Jack ve Jill” bu seneki bütün Ahududu Ödülleri’ni topladı hatta yanında Al Pacino’yu bile götürdü...
En cesur komedisi: “Zohan’a Bulaşma”da Arap teroristlerin dünyasına oldukça cesur ataklar yaptı. 

WILL FERRELL
Neden sevildi?: Onu meşhur eden özelliği canlandırdığı karakterlerin kendi salaklıklarının farkında olmamaları ve itici fiziği... Kendisini ne kadar kötü duruma sokarsa o kadar formunda oluyor Ferrell...
En iyi komedisi: “Lütfen Beni Öldürme”
En kötü komedisi: “Tatlı Cadı”, berbat bir TV dizisi uyarlamasıydı...
En cesur komedisi: “Talladega Geceleri”, Sacha Baron Cohen destekli üstelik...

STEVE CARELL
Neden sevildi?: O kadar iddiasız, sempatik hatta tevazu sahibi bir görüntüsü var ki... Trajikomik karakterlerde harikalar yaratıyor...  
En iyi komedisi: “40 Yıllık Bekar”
En kötü komedisi: “Aman Tanrım!”. Dünyanın en pahalı komedi filmi ünvanına sahip olsa da güldüğünüz sahne sayısı bir elin parmakları kadar!
En cesur komedisi: “40 Yıllık Bekar”da sabah ereksiyonu sahnesiyle göğüs ağdası yaptırdığı sahne unutulmaz!