Eleştirmenin Not Defteri

30 Aralık 2011 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 4


İçinde Yaşadığım Deri
Pedro Almodovar’ın cinsel gerilimi İçinde Yaşadığım Deri (The Skin I Live in) İspanyol yönetmenin filmografisinde fanteziye en çok yaklaşan filmlerinden biri. Bir plastik cerrah tutkuyla sevdiği karısını feci bir yangınla sonuçlanan bir araba kazasında kaybedince, bulduğu birini karısının görünümüyle yeniden inşa etmeye çalışıyor. Ancak o bulduğu biri karısından çok ‘farklı’ biridir... Bu hikaye tabi ki Doktor Frankenstein’ın hikayesinin yanısıra bana biraz Fransız sinemacı Georges Franju’nun 1960 yapımı Eyes Without A Face (Les yeux sans visage) filmini çağrıştırdı. Orada da yetenekli bir cerrah kızının yüzünü başka kurbanların yüzleriyle onarmaya çalışıyordu. Ancak Franju’nun 1960’da zamanının çok sonrasında duran sinematografisi o filmi çok daha özel bir konuma koyuyor. Almodovar bugün için bile hayli uç sayılabilecek cinsiyetlerarası bir gerilimi konu alan ve Fransız romancı Thierry Jonquet’nin “Tarantula” adlı kitabından uyarladığı filmiyle görsel bir başarıya imza atıyor. Ancak iş gerilim yaratmaya gelince oralarda biraz zorlanıyor sanki. Filmin grafiğine kendi tonunu oturtmak konusunda hiçbir sıkıntı çekmeyen usta sinemacı, iş biraz Hitchcock gerilimine kayınca tökezliyor gibi. Hikayenin sürprizi biraz erken açılıyor mesela ve bunun nasıl olduğu konusunda bilimsel bir mantığa ulaşmaya çalışıyor film. Ortalarda bir yerde açılan bu büyük parantez filmin merkezini ve aslında sürprizini içinde barındırıyor. Dolayısıyla final istenen etkiyi vermekten uzaklaşıyor böyle olunca... Oysa oralarda daha az oyalansa –ya da başka bir kurgusal oyun yapsa- bize karakterleri daha iyi ve derin anlatsa daha etkili bir film olacak “İçinde Yaşadığım Deri”. 
Artık iyice yaşlanmış olduğunu farkettiğimiz Antonio Banderas oynadığı karaktere ruh ve tutku katmaya çalışsa da bir gizem olarak kalmanın önüne geçemiyor ne yazık ki. Son yıllarda giderek daha çok izleme fırsatı bulduğumuz güzel yıldız Elena Anaya ise filmin en değerli varlığı... 3/5

Yılbaşı Gecesi
Çok fazla ünlü bir araya getirip ‘birbirinizi sevin’ filmi yapmak çok da zor olmamalı aslında. İyi bir senaristiniz ve akıllı bir kurgucunuz olacak en başta. O kadar ismi bir araya getirdiyseniz para zaten vardır. Birkaç güzel şarkının da telifini de ödersiniz. İyi mekanlar bulur, setler kurarsınız. Elinizde bu tip filmler ya da romantik komedi türü için uygun bir yönetmen de var: Gary Marshall. Adam Özel Bir Kadın'ı (Pretty Woman) çekmiş zamanında daha ne yapsın?
Yılbaşı Gecesi'nde (New Year's Eve) bunların çoğu var. Olmayanı da sağlayacak imkan gani gani mevcut. Ama parayla, ünlü isimlerle filan alınamayacak bir şey eksik: Ruh. Ama enteresan olan şey filmin bize satmak istediği şeyin de bu olması...
Birbirine bağlanma sorunları olan hikayecikler, zorlama, ite kaka oluşturulmuş gibiler. Her ne kadar neredeyse bütün yüzler tanınan bilinen yüzler olsa da hiçbir şekilde sizinle kontakt kuramayan bir yığın karakter Yılbaşı gecesinde bir araya gelen, “sevelim sevilelim” mesajı veren hikayecikleri sürüyorlar önümüze sırayla... Birkaçından bahsedeyim mesela:
Michelle Pfeiffer çalıştığı işten çok sıkılmış, yılbaşı günü artık dayanamayacağına karar verip istifa ediyor... O gün kendisize zarf  getiren kuryeci çocuktan (Zac Efron) bir parti davetiyesi karşılığında hayatta en çok yapmak istediklerinin listesini gerçekleştirmekte kendisine yardımcı olmasını istiyor... Bu ne?! Nasıl bir hikayedir bu?
Jon Bon Jovi Times meydanında konser verecek Jensen adlı ünlü bir şarkıcıyı oynuyor. Göründüğü her sahnede üzgün bir köpek yavrusu gibi Katherine Heigl’ın canlandırdığı şef aşçının peşinde dolanıyor. Eski aşkıymış da kızı yarı yolda bırakmış! Şarkı söylemediği her an mutfağın bir yerinden kadraja giriyor...
Josh Duhamel koştur koştur yetişmeye çalışıyor geçen yıl aynı gece tanıştığı kadınla belki aynı yerde gene buluşmaya söz ‘vermişler’miş! Aman çok romantik...
Yani o kadar ünlü oyuncu bir araya gelmiş bir tanesi “yahu bunlar ne biçim hikaye” dememiş. Aşk Heryerde'yi (Love Actually) 10. kez izlemeyi tercih edebilirim... 1/5
not: daha ayrıntılı bir eleştiri yazısı için: http://www.arkapencere.com/2011/12/30/

27 Aralık 2011 Salı

SENDEN UZAKTA... AMA SANA ÇOK YAKIN

 
 
 
 
 
 
 
Aldığın her nefeste
İçine çektiğin ben olacağım
Seni her düşündüğümde
Isınacak ısınacak
Bulutlara çıkacağım.
Sonra yağmur olup yağacak
Üzerine akacağım…
Gündüzleri güneş besleyecek beni
Geceleriyse ay…
Her dolunayda yanında olacağım senin
Gözkapaklarından süzülüp
En güzel düşlerin olacağım.
Bazense bir kuş olacağım
Sana dalından bakan.
Bazen şirin yüzlü üzgün bir köpek yavrusu,
Bazen dimdik ayakta, koca bir çınar ağacı.
Sonbaharda yapraklarımı dökeceğim üstüne
Yazın senin gölgen olacağım…
Aldığın her nefeste
İçine çektiğin ben olacağım…
Senden uzakta
Ama sana çok yakın…

Burak Göral
Not: Bu şiir aslında bunun yaklaşık 10 katı uzunluğunda olan ve yaklaşık 15 yıl önce eşime yazdığım bir şiirin kısa bir versiyonudur... Şiirin bu hali "Beni Unutma" filminin senaryosunda kullanılmıştır...

23 Aralık 2011 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 3

İşte 23-30 Aralık haftasının filmleri hakkında kısa eleştiri notları: 
Nar 
En sevdiğim filmi 9 (Dokuz), en sevdiğim senaryosu da Teyzem'dir Ümit Ünal’ın... Ünal yönetmenlik anlamında onu en çok tatmin eden filmini henüz çekebilmiş değil bence... Ancak yine de Ünal’ın sinema anlayışında insanların ruhlarındaki karanlık bölgelere duyulan merak var. 
Ama biraz inişli çıkışlı bir grafik çizen filmografisinin en temiz filmlerinden birine imza atmış bu sefer. Nar tam anlamıyla bir senarist filmi... Şair Birhan Keskin’in dizeleri “Dürtme içimdeki narı / Üstümde beyaz gömlek var”dan yola çıkan Ünal yavaş yavaş açılan ve açıldığı zaman da içinden küçük parçacıkların fırladığı nar gibi bir hikaye kurgusu oluşturmuş... Hayattaki küçük müdahaleleriniz başka birinde bir türlü çıkarılamayan lekelere sebep olabilmekte... ya da beklenmedik bir anda hayatın size yaptığı küçük bir sürpriz yaşadıklarınızın koca bir yalandan ibaret olduğunu farketmenize yol açabilmekte... Ünal hikayesini tam da bir senaristin keyif alacağı bir yapıda kurgulamış. Bir kadın başka bir kadının evine geliyor. İki kadının da bir sırrı vardır... Ve bu sırlar yavaş yavaş açılıyorlar, açıldıkça yeni sırlar açığa çıkıyor... Dört kişi arasında ve bir evde geçtiği için filmi bir tiyatro oyununa yakıştıranları anlamak mümkün ama sinema sadece mekan ve oyuncu sayısına bağlı bir sanat değildir ki... Nar'ın görsel etkisini ve psikolojik geriliminin aynısını bir tiyatro sahnesinde üretebilmek o kadar kolay iş değil... 
Gücünü iyi kurgulanmış senaryosu ve sağlam performanslar sunan dört oyuncusundan alan film sinemamızda pek de denenmeyen psikolojik gerilim türüne iyi bir örnek sunuyor sonuçta. 3/5


Görevimiz Tehlike 4 
Dördüncü filmin en büyük dezavantajı serinin diğer devam filmlerinin de en başta yaşadığı hikaye tedirginliği... İlk filmin sağlam hikayesi, usta bir yönetmenle sihirli bir buluşma gerçekleştiriyordu. İkinci filmden itibaren ajan filmlerinin klişeleri çalışmaya başladı ve ikinci filmde topyekün bir kimyasal savaş başlatacak tehlikeli bir virüs engellendi. Üçüncü filmde sadist bir silah tüccarının kontrolden çıkmış hırsına karşı savaşıldı. Filmin becerikli yönetmeni J.J. Abrams bu klişe hikayeyi kıvrımlı bir hale getirecek numaralar çekti.

Dördüncü film de hikayesinin azizliğine uğruyor biraz. Tek cümleye indirdiğinizde hikaye sadece şu: “çıldırmış bir eski ajan Rusya ile ABD arasında nükleer savaş başlatmak istiyor.” Biz aynı hikayeyi defalarca izledik, bir daha izlememiz için Ethan Hunt’ın başaracağı çok değişik şeyler olmalı...!Dördüncü filmin senaristlerinin hiç sinema filmi tecrübelerinin olmaması ve kariyerlerinin sadece televizyon işlerinden geliyor olmasının büyük dezavantajları var senaryoda. Zaten onlar da önceki üç filmin erdemlerini etüd ederek ve dozunu bir kat arttırarak durumu idare etmeye çalışmışlar. 
Bütün başarılı aksiyon sahneleri, Jeremy Ranner, Paula Patton, Simon Pegg gibi kendilerini önceki filmleriyle de sevdirmiş oyuncuları, önümüzdeki yıl 50 yaşına basacak olan Tom Cruise’un aksiyon kahramanı ateşinin hâlâ oldukça canlı durduğunu kanıtlayan performansıyla sıkmayan, keyifli ve dinamik bir eğlencelik... 3/5 
Ayrıntılı bir Görevimiz Tehlike 4 kritiği için: http://www.arkapencere.com/2011/12/23/


Labirent 
Tolga Örnek, Kaybedenler Kulübü’nden sonra çektiği bu ajan gerilimi ile bir kez daha özenli bir işe imzasını atmış. Labirent radikal islam görüşlü bir terör örgütünün Türkiye’deki eylemlerine engel olmaya çalışan bir grup ajanın hikayesine odaklanırken Türkiye gibi jeopolitik önemi olan bir ülkede ajan olmanın zorluğuna da kıyısından değiniyor. İyi çekilmiş aksiyon sahneleri, başta Timuçin Esen ve Ozan Bilen (Uçurtmayı Vurmasınlar’ın çocuk oyuncusuydu) olmak üzere etkili oyuncu performanslarıyla dikkat çeken, türün gereklerini yerine getirme konusunda ciddi sorunları olmayan bir film. Sadece yan karakterler biraz gölge gibi kalmışlar. Filmin merkezinde duran kahramanımızın travmasına uzun uzun yer verilirken arkasındaki ekibi sadece görüntü olarak görüyoruz. Halbuki o rollerde de çok iyi sonuçlar alabileceğiniz oyuncular var filmde. Rıza Kocaoğlu ve Sarp Akkaya’dan bahsediyorum. İkisinin de alanı o kadar dar ki filmde, insan yazık olmuş demeden geçemiyor.. 
Genelde Meltem Cumbul’u biraz ‘zorlama’ buluyorum filmlerinde ama belki de benim için ilk kez hiç rahatsızlık vermedi... Sadece bir işkence sahnesinde yediği dayağın sonrasında yüzünde sadece birkaç kızarıkla aksiyona dahil olmasını yadırgadım... 3/5
 

15 Aralık 2011 Perşembe

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 2

İşte 16-23 Aralık haftasının filmleri hakkında kısa eleştiri notları: 

Acımasız Tanrı, Roman Polanski’nin yeni filmi... Yine bir tiyatro oyunundan beslenen usta yönetmen orijinal metne aynen sadık kaldığı bir film çıkarmış. Bizde Vahşet Tanrısı adıyla 3 yıldır sahnelenen oyun çocukları kavga ettikten sonra bir araya gelip bu sorunu “uygarca” çözmeye çalışan ebeveynlerin giderek bir hesaplaşamaya dönüşen toplantılarını konu alıyor... Sakin ve medeni bir şekilde başlayan buluşmaları bir süre sonra evliliklerin, kadın ve erkek arasındaki görüş farklılıklarının ve insanların “kültür”le olan ilişkisinin sorgulandığı bir meydan savaşına dönüşüyor. Oyun aslında Michael Haneke’nin filmlerinin yaptığını onun tam tersi, komik bir anlayışla gerçekleştiriyor.
Dört usta oyuncu Kate Winslet, Jodie Foster, Christoph Waltz ve John C. Reilly bütün filmi ustalıkla taşıyorlar. Bir tek Jodie Foster’ın sonlarına doğru oyununu giderek büyüttüğünü Polanski’nin ne hikmetse bu abartıya izin verdiğini söylemeliyim... 4/5


Sherlock Holmes: Gölge Oyunları müthiş bir entrika içeriyormuşcasına tepelerde seyreden bir ego ve özgüvenle başlıyor hikayesine... İlk filmde bıraktığımız ana kahramanını fiyakalı bir şekilde bir bombalama eyleminin ortasına atıyor. Sherlock Holmes’un hikayedeki ilk hamlesi onun kılık değiştirme takıntısı. Ama bu özellik Pembe Panter filmlerindeki Dedektif Clouseau’nun yaptığı gibi komik bir öğe olarak sunuluyor film boyunca. Holmes’un uzakdoğu dövüş sporunu da ustaca uyguluyor olması gereksiz bir Jackie Chan efekti katıyor  filme... Zaten bir süre sonra bize sanki müthiş gizemli ve bol sürprizli bir entrika sunacakmış gibi karman çorman bir şekilde başlatılan hikayenin alt tarafı Avrupa’da büyük bir savaş başlatıp silah satarak zengin olmak isteyen bir deli ‘dahi’ profesörü engellemeye çalışmak olduğu anlaşılıyor. Bu mu yani Sherlock Holmes’u zorlayacak olan düşman?
Anlaşılan Guy Ritchie bu genç kuşağın yani Alacakaranlık gibi yüzeysel filmlere ilgi gösteren kitlenin ‘hikaye’den çok, işin eğlencesine düşkün olmalarıyla ilgilenmiş. Filmini bir ‘aşırılıklar gösterisi’ne dönüştürmüş... 2/5
Filmin tam eleştiri yazısı için www.arkapencere.com adresine de buyurabilirsiniz... 


Bisikletli Çocuk babasız büyümek zorunda olan ama bunu kabullenmek konusunda büyük direnç gösteren Cyril’in yürek burkucu hikayesini anlatıyor... Cyril hep kırmızı giyiyor... Bu kırmızı tişörtleriyle yansıttığı içindeki o öfkeyi ve inadı bir türlü bastıramıyor... Ona sahip çıkmak isteyen Samantha adlı genç kadınla bir uzlaşma sağlaması için Cyril’in içindeki öfkeyi öldürmesi gerekiyor... (Böyle bakınca final daha da ilginçleşiyor...)
Bu enfes film küçük bir hikayeyle izleyenleri nasıl da büyüleyebileceğinizi o kadar güzel anlatıyor ki... Dardenne kardeşler kolaylıkla depresifleşebilecek bu hikayeyi sıkmadan ve en doğal haliyle sunmayı ustalıkla başarıyorlar. Sanırım ilk kez önceki filmlerinden farklı bir müzik kullanımı da tercih etmişler. Kullanılan birkaç klasik müzik bestesi sahnelere masalsı bir duygusallık da katmış... 
Sahneler arasında sürekli pedal çeviren, koşan, hep hareket halindeki hiperaktif Cyril rolünde harika bir oyunculuk gösterisi sunan Thomas Doret tüm izleyenlerin gönlünü çalıyor. Karşınızda görseniz sarılmak için bir saniye düşünmezsiniz... Buna karşılık film Cecile De France'ın canlandırdığı Samantha karakteri konusunda daha cimri... Samantha'nın çocuğa karşı duyduğu bu annelik duygusunun temelini bulmak konusunda yönetmen kardeşler işin büyük kısmını seyirciye bırakmışlar anlaşılan... 4/5
 

Sümela’nın Şifresi, Keloğlan masalından devşirilmiş hikayesini oldukça sıkıcı bir olay örgüsüyle sunmakla kalmayıp, yapanların komik olduğunu sandıkları yılışık esprilerle süslenmiş kaba-saba bir mizah sunuyor bize. Başrolündeki Alper Kul eğer sevimsiz bir Keloğlan yaratmak istemişse bunu gayet de iyi başarmış... Film tek bir an bile sempatik ve samimi olamıyor...
Zafer Ergin, Altan Erkekli gibi oyuncular da sadece birer sahne görünmelerine rağmen afişte isim ve cisimlerine yer buldukları için kendilerini ne kadar şanslı hissetseler azdır! 
Türk sinemasının “komedi olsun çamurdan olsun” mantığını bir an evvel terketmesi gerekiyor. Sadece Karadenizli vatandaşlarımız izlese bile yırttık mantığıyla film çekilmez! 
Ayrıca Sümela’nın Şifresi sonunda 'bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz' diye yazan ilk sinema filmi olabilir mi acaba? Herhalde ortaya çıkan bu 'müthiş' eserden sonra izleyiciler için "en azından bunu hakettiler" diye düşünmüşler...! 1/5


Acı Tatlı Tesadüfler France (filmin tek cazip tarafı olan Karin Viard) adlı işsiz ve kocasız üç çocuklu bir kadının ayakta kalma mücadelesi gibi başlıyor. Sonra France Özel Bir Kadın (Pretty Woman) filmindeki Richard Gere’ın yaptığı işin aynısını yapan zengin ama duygusuz tam bir “piç kurusu”nun yanında işe başlıyor. Burada hafiften romantik-komedi türüne sarkan yapım bir süre sonra oradan da sıkılıyor ve finalde eski Yeşilçam filmlerindeki ‘fakir ama gururlu mahalle zengin kötüye karşı’ komedisine dönüşüyor... Biz ‘film nasıl başladı nasıl bitti’ diye düşünürken tam olarak ne olduğunu anlatmayan bir final sahnesiyle de sona eriyor... 
Yönetmen Cédric Klapisch önceki filmlerinden İspanyol Pansiyonu ve Paris'in altında bir iş çıkartmış bu sefer... 2/5

12 Aralık 2011 Pazartesi

“YENİ HAYAT”IN PEŞİNDE

 
Acaba hayatımız bir trendir de, biz bazı istasyonlarda durup da bir yolcu aldığımızda birşeyler gerçekten değişiyor mu?
"...Oysa tren kompartımanları iğrenç kokar. Ama bir süre sonra kokuya alışmaya başlarsın. En kötüsü de nedir biliyor musun? Yolun uzun olduğunu bilirsin. Çok uzundur.
Ne hikmetse bizde Amerikalılar adıyla oynayan Glengary Glen Ross'da Al Pacino ağzı laf yapan bir emlakçıdır ve kafalamaya çalıştığı müşterisine böyle bir hayat tanımı yapar. Sadri Alışık ise Şakayla Karışık filminde hayatı başka bir şeye benzetiyor: “Hayat da bir futbol oyunu değil mi be! Biz oyuncularıyız işte bu oyunun. Ortadaki top da gururumuz, şerefimiz değil mi? 
Bir de hayat filmlerden öğrenilmez derler. Oysa her film bize değişik hayatlar göstermez mi? Bu filmlerde tanıdık birtakım hayatlara ya da özlemle beklenen “yeni hayat”lara rastlamaz mıyız hiç?

Hayatından memnun olmayanlarımızın ya da memnun olup da yine de başka bir hayatı yaşama isteğini içinde duyanlarımızın hayatıdır bu “yeni hayat”. Tıpkı cennet ve cehennemin gerçekte olup olmadığı kadar muğlaktır yeni hayatın da varlığı. Oysa bu meseleye Gerard Depardieu güzel bir anlam katmıştı daha önce bir filmde: “Cennet de cehennem de dünyevi olabilir. Onları gittiğimiz her yere götürürüz.”(1492 Cennetin Keşfi). Ama yeni hayat için pek kafa yorulmuyor genellikle. Neler tartışılabilir oysa: Acaba herkese yetecek kadar yeni hayat var mıdır bu dünyada? Herkesin “yeni hayat”ı farklı mıdır? İlla aşık olunca mı ‘yeni bir hayat’a başlarız? Dante’nin Beatrice’e aşık olması gibi...

Peki eski hayattan ne haber ?
Yeni olan bir hayattan bahsedildiğine göre eski bir hayatın da varlığı sözkonusu değil midir? O zaman bu ‘eski hayat’ da nedir?

denizlerimiz var, güneş içinde
ağaçlarımız var, yaprak içinde
sabah akşam gider gider geliriz
denizlerimizle ağaçlarımız arasında
yokluk içinde.


Varlık içinde yokluk çektiğimiz, otomatiğe bağlayarak yaşadığımız bu hayatı tarif etmiş bu şiirinde acaba Orhan Veli?
Gülmek, sevinmek; ağlamak, üzülmek; bakmak, görmek ve dokunmak... “Hayat böyle anlardan ibarettir. Kimimiz daha hayatının başındadır. Kimimizse sonuna yaklaşmıştır. Ne olursa olsun en önemli şey yaşadığımız anlardır. Hastalanmak mı ?İflas etmek mi? Ölmek mi? Ya da sevdiğin birini kaybetmek mi? Bunlar herkesin başına gelen şeylerdir. Hayatın birer parçasıdır. Bunu bildiğimiz halde biz neden üzülüyoruz ?”(yine Al Pacino, yine Glengary Glen Ross)
Belki Al Pacino da bir eski hayat tanımı yapıyordur bu sözleriyle. Yaşanarak değil, kaygılanarak eskitilen bir hayat!
Neden yeni bir hayatın peşındeyizdir çoğu zaman? Eski olduğuna inandığımız hayat neden eskimiştir ki? Kimse için kolay değildir ki hayat... Peki yine de nedir bu isyan?
Aslında David Bowie’nin de bir şarkısında dediği gibi “Biz başkalarının depresyonlarıyla yaşamayı öğreniyoruz. Ama ben başkalarının depresyonuyla yaşamak istemiyorum.”(Fantastic Voyage). Çünkü bir insan birisiyle yaşlanmalıdır gerçekte. Birisi yüzünden değil….
Oysa öyle değil midir bu ülkede genelikle? Karımız, çocuğumuz, annemiz, babamız için yaşamıyor muyuz çoğu zaman? Neden hep takdir edilmeyi bekliyoruz ya da neden hep sevilmek, beğenilmek ihtiyacı duyarız? Çünkü zaman geçip giderken bizim yaptığımız tek şey birilerine birşeyler kanıtlamaya çalışmak. Karımıza veya sevgilimize onu sevdiğimizi kanıtlamak, patronumuza iyi bir çalışan olduğumuzu kanıtlamak, anne ve babamıza da iyi evlat olduğumuzu kanıtlamak. “Başkaları için yaşamaktır kimilerinin kaderi.” (Hülya Koçyiğit, Düğün)
Niye böyle şeylere muhtacız ve kim bizi bunların mecburiyetinden kurtaracak? Grace Kelly, Arka Pencere’de (Rear Window) “Bir erkeğin başı derde girdi mi onu sadece bir kadın kurtarır” demişti. Kim? Kadınlar mı bizi kurtaracak? Ama bakın Charles Bukowski ne diyor bu konuda ?
Kadınlar... giysilerinin rengi, konuşma tarzları, bazılarının yüzündeki acımasızlık ifadesi yada saf neredeyse büyüleyici kadınsı güzellik daima etkilemiştir beni. Bizden üstünlükleri vardır: Her şeyi daha iyi planlarlar ve organize ederler. Erkekler bir futbol maçı izler, bira içer ya da bowling oynarken; kadınlar bizi düşünüyorlar. Bizi kabul edip etmeme, atıp atmama, öldürüp öldürmeme, ya da sadece terkedip terketmeme konusunda enine boyuna düşünüp karar veriyorlardır. Sonu pek önemli değil, ne yaparlarsa yapsınlar sonunda biz yalnız kalıp kafayı yiyoruz.
Bazen bazılarımız için kadınlar bir yeni hayatın anahtarıdırlar, doğru. Nitekim Kadın Kokusu'nda (Scent of a Woman) Al Pacino’ nun da dediği gibi: “Beni bunca sene ne ayakta tuttu biliyor musun? Sadece bir günün olabileceğini düşünmek. Bir sabah uyanıp o kadının hâlâ yanımda olduğunu bilmek. Onun kokusunu hissetmek...
Ama burası dünyanın doğusu. Bizim kadınlar atmaca gibidirler.” (Kadir İnanır, Med Cezir Manzaraları)

Çıkış var mı peki ?
Yoksa yalnızlık mı bizi ‘eski hayat’tan kurtulma isteğimize iyi gelecek olan şey? Bazılarımızın başvurduğu en kolay yoldur bu. Özlenen bu yeni hayatı kendi içinde aramak. Dışardaki hayatla pek ilgilenmemek. Ama yalnızlığın iki mevsimi vardır. Yaz mevsimi iyidir yalnızlığın. Rahatsınızdır ve dünya sanki sizindir. Fakat “Yalnızlığımızın kışı çok sert geçer. Ne bir yaprak, ne bir ses...”(Robert Redford, Three Days of Condor)
Böyle yalnız durumlarda oturup şunu sorarız kendimize bazen, diğer mutlu insanlara bakaraktan: Niye “bazıları yerden alır elmayı, bazıları dalından koparır”? (Kadir İnanır, Bir Yudum Sevgi).
Ya da teslim olup da birkaç güzel gün aşkına eski hayatla yeniden uyuşmalı mıyız acaba? Eski hayatı yeniden yaşanabilir yapabilir miyiz alabildiğine? Yoksa “dünya böyle deyip yürüyeceksin ve hiç arkana bakmayacaksın” mı? (İlyas Salman, Sarı Mersedes)
Ya da eski hayatın yine de giderek özlenen eski güzel günlerine ağıtlar yakıp kafamızı bir yerlere mi vuracağız hep?
neydi aydınlığa rağmen parlayan?
artık hiçbirşeyi geri getiremeyiz.
ne otlardaki o parıltıyı
ne çiçeklerdeki o gösteriyi
yas tutamayız artık
elimizde kalanlarla yetinmeliyiz.” (Natalie Wood, Splendor in the Grass)

Belki de boşu boşuna bir hayalin peşinden koşmuşuzdur biz yeni bir hayat isteyenler. “Yeni hayat” yoktur aslında. Sadece bir hayat vardır gerçekte ve biz de onu yaşayarak eskitmekteyizdir günbe gün.
Belki de o eski şarkıda da dendiği gibi; "bu yüzden her gece ben, her gece üzülmüşüm... O yüzden her gece ben aşkın diline düşmüşüm..."

Not: Bu yazı 1997’de Yeni Yüzyıl gazetesinin Café Pazar ilavesinde yayınlanmış olan yazının kısaltılmış halidir…

8 Aralık 2011 Perşembe

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 1

İşte haftanın yeni filmleri hakkında kısa eleştiri notları: 

Yangın Var'dan sonra düşündüklerim:
1. Murat Saraçoğlu giderek daha iyi filmler çeken ve kendisini sürekli geliştiren bir yönetmen oldu. Ama en büyük zaafı 'duygu yoğunluğu yaratmak' konusunda hâlâ eksiği var...
2. Filmin senaryosu oldukça naif, siyasi konularda biraz ürkek, hiçbir tarafı kırmadan, örselemeden işin içinden çıkmaya çalışmış. Herşeyi tane tane, ürkütmeden anlatıyor seyirciye... Bu yüzden biraz “ölçülü-biçili” izlenimi veriyor...  
3. Osman Sonant vücuduyla, mimikleri, şivesi ve samimiyetiyle dört dörtlük bir oyun çıkartmış.       
4. Nesrin Cavadzade kendi kuşağının en dikkat çekici birkaç yeteneğinden biri. Rus’u oynuyor, lazı oynuyor, kürt kızını oynuyor; şehirlisi, köylüsü hiç farketmiyor... Yangın Var'da da yaydığı güzel enerji ve sıcaklığı ile perdeden taşıyor... 3/5


Kazanma Sanatı'nda (Moneyball) en çok diyaloglara bayıldım. Belli ki Hollywood tecrübeli senaristi Steve Zaillian filmin olay örgüsünü, Aaron Sorkin de diyaloglarını yazmış... Sorkin’in diyalogları her zaman iyidir zaten (Sosyal Ağ, Charlie Wilson’un Savaşı, Birkaç iyi Adam)... Brad Pitt ve Jonah Hill de çok iyi bir ikili olmuşlar. İkisinin yanyana geldiği sahneler filmin en yüksek sahneleri.. Bu arada Brad Pitt de yaş aldıkça daha olgun performanslar çıkarmaya devam ediyor...
 Filmi bir 'spor filmi' olarak okursanız sıkılabilirsiniz... Ama Kazanma Sanatı aslında güvendiğin, doğru olduğuna inandığın fikrine inatla sahip olmanı ve her şeye rağmen gördüğün yanlışı düzeltmenin imkansız gözükse bile mümkün olabileceğini anlatıyor...
Hollywood'un en sevdiği hikaye kalıbı yani... Üstelik bunu milli sporlarıyla anlatıyor! 3,5/5


Jane Eyre tipik bir BBC yapımı. Neyse ki yönetmen Cary Fukunaga (Sin Nombre) genç ve aşkı, tutkuyu ucundan da olsa yakalayabiliyor... Ama başındaki kurgu oyununa ne gerek vardı ki? Genç izleyiciye ‘heyecanlı bir şey başlıyor, izle bak’ demek için yapılmış stratejik bir tercih olabilir... 
Filmi izlerken şunu da düşündüm: “Biz bu hikayeyi ne kadar çok izledik!”... Neredeyse sadece BBC bile beş kere çekmiş Bronte’nin ölümsüz eserini... 
Alice Harikalar Diyarında'nın Alice’i Mia Wasikowski’nin yorumladığı 'zeki mürebbiye' Jane Eyre gayet inandırıcı... 2011 model Bay Rochester, Michael Fassbender de bir gün evinde oturamıyor herhalde... Sürekli setlerde olmalı... Böyle giderse çabuk eskitecek kendisini... Bir ara da neredeyse ayda bir Nicole Kidman izler olmuştuk... ! 3/5


En son Amerikalı'yı çeken Şerif Gören’in sinemaya dönüş filmi Ay Büyürken Uyuyamam'ı yarı tedirgin bir halde bekliyordum açıkçası... Daha film ilk 10 dakikasında derin ve hüzünlü bir hayal kırıklığı yaşatmaya başladı... Çünkü ana karakterlerini öyküye dahil edilişinde bariz sorunları vardı... Ama bu kadarla da kalmıyor film... Necati Cumalı’nın farklı hikayelerinden oluşturulmuş senaryo incelikli ve inandırıcı olmakta zorlanıyor. Cumalı’nın öykülerinde küçük kasabalardaki ikiyüzlü cinsellik anlayışını yansıtış biçimiyle Gören’in filmindeki fark giderek bir uçuruma dönüşüyor. Finalde ilahi dokunuş ise bu uçuruma tuz biber ekiyor... 
Filmin TV dizisi estetiğinde olması oyuncularının dizilerden tanınıyor olmalarından kaynaklanmıyor bu arada. Tam tersi Ayça Bingöl elinden geleni yapıyor mesela ama çabaları yetersiz kalıyor. 
Filmin ilk yarım saatinde hayli yeri olan Fırat Tanış ise bir anda filmde kayboluyor. Sanki canı sıkılmış da filmi terketmiş gibi... 2/5    





5 Aralık 2011 Pazartesi

“DOLU” BİR HAYAT!



Evet, bir anlamı olmalı varlığımızın, nefes almamızın. Zamanı tüketmenin bir anlamı olmalı... Bu hayatlar boşa geçiyor olmamalı... Birşeylere etki edebiliyor olmalıyız... Yelkovanda sadece bir tık sesi değil o saniye, o an... Hayatımın bir parçası... Ben o parçaya bir şey katabilmeliyim... Bir yerim olmalı hayatta...

Eğlencelik televizyon dizileriyle geçmemeli akşamlarım. Bütün o kötü yazılmış, oynanmış, sonra da bilgisayarlarla renklendirilmiş sahte dünyalara kapatmamalıyım kendimi. Televizyon benim hayatım olmamalı. Olsa olsa küçük bir renk olarak kalmalı... 

4 Aralık 2011 Pazar

BİR SANAT – "One Art"


Kaybetme sanatında ustalaşmak çok da zor değil;
O kadar çok şey var ki, kaybedilme niyetiyle dolu görünen,
Onları kaybetmek felaket değil.

Her gün bir şeyler kaybet. Kabullen
Kaybettiğin anahtarları ve kötü harcanan bir saati
Kaybetme sanatında ustalaşmak çok da zor değil;

Sonra dene, daha çok ve çabuk kaybedilmeyi;
Mekanları, adları ve gitmek istediğin bütün diyarları.
Getirmeyecek kapına hiçbiri felaketi...
Annemin saatini kaybettim. Baksana! Son ya da
Sondan önceki üç güzel ev de uçup gitti.
Kaybetme sanatında ustalaşmak çok da zor değil;

İki şehir kaybettim, muazzam şehirler. Ve hatta,
Sahip olduğum devasa diyarlar, iki nehir ve bir kıta
Özlüyorum onları ama bu bir felaket değil!

Kaybetmek, seni bile –hayran olduğum
O şakacı sesi- yalan değil. Belli ki
Kaybetme sanatında ustalaşmak çok da zor değil;
Her ne kadar –yaz hadi- bir felaketmiş gibi görünse de...

Elizabeth Bishop

Not: Bu şiir "Beni Unutma" filminin senaryosunun çıkış noktasıdır... 


PİS MORUK BUKOWSKI!


Amerika’nın alt kültüründe bir peygamber gibiydi. Ailenizin sizden uzak durmanızı isteyeceği her pisliği yaşadı. Ama bu, onun tercihiydi. Charles Bukowski adındaki bu adam gerçek bir sokak filozofuydu.    
Sadece edebiyatın değil tüm dünyanın en özgün insanlarından biriydi Charles Bukowski. Hayat anlayışı içki, kadınlar ve at yarışı ile tarif edilebiliyordu. Sokakta görseniz alelade bir berduş sanabilirdiniz. Yazdıklarını bazıları saçmalık olarak kabul etse de kendine özgü bir dili ve dünyası olduğunu kimse inkar edemez.