Eleştirmenin Not Defteri

28 Eylül 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 17



ROMA’YA SEVGİLERLE (To Rome With Love) 

Karşımızda Woody Allen’ın bütün alameti farikalarını taşıyan bir film olsa da Allen’ın filmografisinin en hafif, en şurup şeker filmlerinden biri olduğunu daha baştan söyleyebiliriz... Allen İtalyan toplumunun çenebazlığını, heyecanlı beden dillerini ve bir turistik paket olarak Roma’yı alıp 3-4 filmlik romantik komedi hikayesiyle harmanlamış. Zengin akrabalarını evleneceği masum taşralı kızla tanıştırmak isteyen genç adamın bir karışıklık yüzünden bunu Roma’nın popüler fahişelerinden biriyle gerçekleştirmek zorunda kalması hikayelerin en zayıf olanı. Taşralı masum kız yaşadığı karışıklıkla bir İtalyan aktörünün otel odasına kadar giderken masum delikanlı da altın yürekli fahişenin eğitiminden geçer. Genelde tüm hikayelerde kendine yer bulan fantastik dokunuştan muaf olsa da inandırıcılıktan uzak bir hikaye olduğu için bir dengesizlik ihtiva ediyor bu hikaye...
Öğrencilik yıllarını Roma’da geçirmiş Amerikalı mimar John’un kendi geçmişine yaptığı yolculuk –belki biraz klişe olsa da- başlı başına başka bir filmin hikayesi olabilecek güçte ama burada yeterince derinleşemiyor. Aynı karakterin olgun ve genç hallerini oynayan Alec Baldwin ve Jesse Eisenberg hikayeye ekstra cazibe katabiliyorlar. Tabi düzeyli bir ilişki içinde olan John’un kafasını karıştıran Amerikalı aktris adayı rolündeki Ellen Page’i de unutmamalı...
Bir diğer hikaye de sıradan, çevresinde pek de sözü dinlenmeyen, hayata karşı en ufak bir iddiası olmayan bir aile babasının durup dururken çok ünlü olmasını ve sürekli paparazzilerin takibi altında yaşamaya başlamasını anlatıyor ki bu da çok da cazip bir sonuca gidemeyen (ünlü olmanın da sıkıcı tarafları var!) ancak Roberto Benigni’nin performansına yaslanan komik bir hikaye olmuş. Allen’ın öykü kitaplarındaki eski hikayelerine benziyor...
Dördüncü hikaye ise Allen’ın da o çok alıştığımız tipik karakteriyle bizzat dahil olmasıyla daha da renklenen bir ‘yabancı damatla tanışan anne-baba’ komedisi...
İtalyanların operayla kurdukları ilişkinin bir parodisini de yapan, Amerikalı olmakla İtalyan olmanın arasındaki farklardan vücut bulan espritüelliğiyle de en çok kahkayı barındıran hikaye filmin en cazip sahnelerini de barındırıyor. Sadece duş alırken iyi bir opera sanatçısı olabilen İtalyan dünürünü ünlü yapmaya çalışan müzik menajerinin komünist damat korkusu biraz daha işlenebilse çok daha tatminkar olacakmış... Yine de filmin en doyurucu hikayesi olduğunu söylemek gerek...

Penelope Cruz her filminde olduğu gibi bunda da yine "yakıyor"!

Kısacası Woody Allen ne çekse seyrediliyor. 77 yaşındaki üstadın hâlâ anlatacak hikayeleri var ve hâlâ bir dahaki filmini merak ettiriyor...
Sık sık tebessümle, yer yer de kahkahayla izlenen “Roma’ya Sevgilerle”de Allen, Roma’yı bir filmde daha cazibe merkezi haline getirmesinin yanısıra yetişkin seyirciye keyifli bir ‘flört hikayeleri galerisi’ sunmayı ihmal etmiyor. Ama yine de Allen’ın en hafif filmlerinden biri olduğunu da söyleyelim de bir beklenti karmaşası yaşanmasın...
2,5 / 5

YARGIÇ DREDD (Dredd 3D)

1995 yılında Danny Cannon’un çektiği “Judge Dredd”de sert çizgi roman kahramanı adalet temsilcisi Dredd’i Sylvester Stallone canlandırmış ve filmde kaskını çıkardığı için de çizgi romanın fanları tarafından topa tutulmuştu. Malum kahraman çizgi romanda kaskını hiç çıkarmıyordu çünkü! Film gişede çok da kötü bir hasılat yapmamıştı ama yine de fiyasko bir çizgi roman uyarlaması olarak tarihe geçti...
Şimdi Hollywood’lu yapımcılar çektikleri kaynak sıkıntısından dolayı batık filmlerinden bile medet umdukları için Dredd’i tekrar deneme kararı almışlar. Almışlar da ne yapmışlar? Geçtiğimiz aylarda bizde de gösterime giren 2011 yapımı “Baskın” (Serbuan Maut) filminin hikaye ve olay örgüsünü alıp içine Dredd’i yerleştirerek bir nevi bir ‘yeniden çevrim’e imza atmışlar. 
Kaotik bir gelecekte geçiyor film. Polis, yargıç, jüri, infazcı hatta mahkeme katibi (!) gibi görevlileri tek kişide toplayan bir adalet sistemi var. Otoriter bir yönetim için ne kadar ideal bir sistem! Ama durun, hemen “hadi canım oradan” demeyin... Göreceksiniz bu sistem ne kadar gerekli bazen ve de faydalı...  
Acımasız bir suç çetesinin yönettiği büyük bir binaya psişik bir yeteneğe sahip acemi bir meslektaşıyla birlikte giren Yargıç Dredd suçlularla dolu binada bütün katları tek tek aşıp eski fahişe “patroniçe”ye ulaşmaya çalışıyor. Patroniçe’nin pazarladığı yeni bir uyuşturucu var. Bu uyuşturucuyu kullanan kişi beyninin zamanı yavaşlattığı –yani slow motion yaşattığı- sanrısını yaşamaktadır... İyi ki de böyle bir etkisi varmış bu uyuşturucunun yoksa bütün o şiddet sahnelerinde uzun uzun parçalanan etler, uzuvlar, patlayan suratlar daha estetik nasıl gösterilirmiş!
TV dizileri "Sarah Connor Günlükleri" (The Sarah Connor Chronicles) ve "Taht Oyunları"nda (Game of Thrones) ilgiyle takip ettiğimiz sert kadın Lena Headey aslında daha iyi filmlere layık bence...
3 boyutlu Dredd gereğinden fazla abartılmış şiddet sahneleriyle öykündüğü o “Baskın” filminin çok daha altlarında seyreden bir sinemayı işaret ediyor. “Baskın”da enikonu bir hikaye yoktu ama hikaye aramıyorduk da... Seyri bir şekilde keyif veren koreografilerle çekilmiş dövüş sahnelerinin yerini bu sefer ağır makinalı tüfekler almış. Yüksek dozda elektronik-rock müziklerle beslenen cinnet hali, filmin her tarafına nüfuz etmiş. Çizgi romanın hayran kitlesi memnun olabilir; Dredd film boyunca kaskını çıkarmıyor hiç! Ama yanındaki sarışın bayan-amatör yargıç kasksız dolaşıyor sürekli. Patroniçe ise fena; “300 Spartalı”da dikkatimizi çekip de televizyonun Sarah Connor’ı olarak izleyip sevdiğimiz Lena Headey... Headey’in eskiden fahişe olup da ezilen, gücü eline geçirince de zorbalaşan patroniçesinin niye kimse önüne geçemiyor, nasıl oluyor da bu kadar sözü dinleniyor biraz muallak. Ama olsun Dredd buldozer gibi eze eze çıkacaktır en üst kata. Hollywood filmlerinde giderek artan bu faşizmin sonu bakalım nereye varacak?
Ha bu arada Dredd niye öyle Batman gibi ‘yarı fısıltıyla’ konuşuyor ki?  
1,5 / 5      

REC 3: DİRİLİŞ (Rec 3: Genesis)

İspanyol korku sinemasının sevdiğim örneklerinden biriydi 2007 yapımı “Ölüm Çığlığı” (Rec). Orijinal bir fikre sahipti. Yardım çağrısı alınan bir apartmana giren polislerin yaşadıkları gergin ve kanlı saatler, “buluntu film” mantığıyla karşımıza çıkarılmıştı ve hayli karanlık / ürkütücü bir atmosferle beslenmiş korku tüneline girmiş gibi bir etki yaratıyordu seyirci üstünde... Serinin ikinci filmi ilkinin kaldığı yerden aynen devam edip aynı fikri biraz daha açarak öyküyü sürdürüyordu. Ben korku türü içinde iki filmi de sevmiştim. Ama bu üçüncü film ilk iki filmin açtığı yeni yolu sürdürmekten ziyade tıpkı serinin Amerikan “yeniden çevrim” versiyonunda (Quarantine) olduğu gibi yönünü başka maceralara doğru çevirmiş. Hatta bu sefer, eleştirmen arkadaşlarım Talip Ertürk ve Murat Emir Eren’in çektikleri “Ada: Zombilerin Düğünü”nü izleyip ondan yola çıkarak bir zombi filmi çekmişler de, adını da “Rec 3” koymuşlar sanki...
Gelin ve damat kilisede evlenirler ki biz burayı tabi ki düğün videosundan izliyoruz. Aynı video bir süre çifti ve konuklarını düğün yemeğinde de takip ediyor. Ama konuklardan birinin zombileşmesi düğünün bütün tadını bozuyor haliyle. Buralarda bir yerde filmin kamerası profesyonel ellere geçiyor. Sonrası tam bildik zombi filmi... Tabi ki beklenen o cümle de geliyor bir şekilde... Eline elektrikli testereyi alan gelin “bugün benim günüm, bunu kimse bozamaz!” diyerek dalıyor zombilerin arasına...
Bütün filmi sırf şu sahne için çekmemişlerse ne olayım!
Her şey bir şekilde klişe ama yine de meraklılarına yoğun bir kan banyosu yaşatıyor... Ama ilk iki film kadar korkutabiliyor mu? Hayır... “Ada: Zombilerin Düğünü” kadar güldürebiliyor mu peki? O da hayır...
Peki çıldırmış zombilerin megafondan okunan incil sayesinde yerlerinde durmalarına kaç puan veriyorsunuz? İyisi mi daha eğlenceli bir Zombie komedisi olan “Zombieland”e bir daha takılmak.... 1,5 / 5

7 Eylül 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 16



GERİYE KALAN 
Geçen yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde çok dikkat çeken, ödüllü filmin tam bir sene sonra vizyona girebiliyor olması ciddi ve ne yazık ki sektörün gözünden kaçan ve önemsenmeye muhtaç bir sorun bence... Kaldı ki filmin bu toplumu yakından ilgilendiren ve ana akım sinema seyircisine de hiç uzak olmayan bir derdinin ve hikayesinin olmasına rağmen vizyona çıkmak için bu kadar beklemek zorunda kalması enteresan...
Bir kadın tarafından yazılıp yönetilmesinin de getirdiği bir avantajla, sıradan bile sayılabilecek özellikleri olan bir hikaye Türk sineması teamüllerine göre farklı bir gözle ve detaycılıkla sunuluyor “Geriye Kalan”da... 
Evet, filmi değerlendiren herkesin en çok da Çiğdem Vitrinel’in “detaycı bakışından” bahsetmesi yanlış değil. Biz özellikle de 2000’lerin Türk filmlerinde “sinemasal” detaylarda saklı olan fikirlere ve gözlemlere sadece birkaç yönetmenin filminde rastlar olduk. Yeni bir yönetmenin sinema tarihi boyunca defalarca anlatılmış bir hikayede bile bunu sunabilmesi bizi de bir parça heyecanlandırdı tabi...
Karısını aldatan adamın psikolojisiyle pek ilgilenmese de aldatılan ve tercih edilen diğer kadın arasında olan biten ve bir ‘suç’a doğru ilerleyen sessiz kavgayı, izleyiciyi bir an bile sıkmayan bir akıcılıkla sunuyor bize bu ilk filminde yönetmen Vitrinel.
Neredeyse her şeye sahip olduğunun farkında olsa da bir erkekten ne isteyebileceğini çok da net olarak bilemeyen, elindekilerle tatmin olmayı da beceremeyen bir kadın olan Sevda, kocası Cezmi’nin öteki kadında 'ne'yi bulduğunu merak eder. Nitekim bir hayalet gibi diğer kadın Zuhal’in evinde dolaştığı sahne bize Fransız sinemasının gerilim soslu tutku hikayelerini anlatan filmlerini çağrıştırmakta adeta.. Film “öteki kadın”a da anlayışla  yaklaşıyor... Zuhal de duygusal ve manevi ihtiyaçları olan, küçük oğluyla yalnız başına zor hayat koşullarında 'idare etmeye' çalışan iyi bir kadın aslında. Sadece olanca zor hayatına ve mutsuzluğuna rağmen daha hayat dolu, daha ne istediğini bilen bir kadın... Sevda'nın sahip olduklarına sahip olsa ondan çok daha iyi çıkaracak hayatın tadını... 
"Geriye Kalan"ın iki kadını: Aldatılan hep aşağıya doğru bakmaktadır... Hayatındaki eksikliğin nereden geldiğini anlamakta zorlanır... "Öteki kadın" ise yukarı bakıyor sık sık... Herşeyin ve ne istediğinin farkında... Tam da bu yüzden mutluluğu diğer kadınınkinden daha uzakta...!
Filmin yine de başka şekillerde de olsa erkeğe muhtaç bu kadınların birbirlerini anlamak konusundaki isteksizliklerine bir şekilde yer veriyor olması benim hoşuma gitti. Her ne kadar bunu Sevda’nın hastalık boyutuna getirip finaldeki büyük patlamaya ulaşmasını karakterin ruh gelişimine göre biraz ‘hızlı’ ve inandırıcılık problemi taşıdığını düşünüyor olsam da... “Geriye Kalan” güzel resimler, gergin sahneler ve iyi oyunculuklar (Devin Özgür Çınar ve Şebnem Hassanisaughi doğru düzgün karşılıklı tek bir sahneleri olmasa da çok iyi bir dengeyi tutturmuşlar) barındıran eli yüzü düzgün bir film... 3/5

CESUR (Brave)
Pixar büyük küçük herkesin beklediği animasyonlara imza atan, canımız ciğerimiz bir şirkettir... Bence “Oyuncak Hikayesi” serisinin özellikle de üçüncü filmi senaryosundan başlayarak her öğesiyle üstün bir başyapıttır. Pixar filmlerinin öykü yaratmak ve olay örgüsü kurmak konusundaki kimi zaaflarını “Oyuncak Hikayesi 3” ile atlattığını düşünmüştüm açıkçası. Pixar filmlerinde mesajları güçlü ama basit yapıda hikayeler anlatmayı ve kafayı daha çok teknik kusursuzluğa ulaşmaya çalıştırdıklarını söylemek çok da yanlış olmaz. “Arabalar” filmlerini düşünün mesela... Hızla giden arabaların üzerine düşen yansımalara harcadıkları enerjinin yüzde kaçını hikayelere harcadılar acaba? İki filme de bu gözle bakarsak epey küçük bir oran bu...
“Cesur”un hayli dikkat çekici, komik ve çok eğlenceli görünen bir ‘teaser’ı vardı... Bir prensele evlendirilme kaderine başkaldıran, savaşçı bir prensesin eğlenceli hikayesini vaat eden bir film gibi algıladık onu. Evet, film gene bunu anlatıyor bir şekilde ama hiç düşünmediğimiz ve tahmin etmediğimiz başka bir yolu tercih ederek yapıyor bunu... Anlaşılan Pixar’ın bir başka teknik takıntısı daha, kusursuz üretilmiş bol saçlı/kıllı karakterler yaratma takıntısı, bir kez daha hikayenin önüne geçmiş...
Merida adlı yoğun kıvırcık saçlı prenses, kraliçe annesinin kendisine uygun gördüğü evlilik ve kraliçelik geleceğine karşı çıkıyor. Annesini bu fikrinden inatçılığı, cesareti ya da kişiliğiyle vazgeçirmeye çalışmıyor ama çalışıyormuş gibi yapıyor... Normalde bu özellikleri taşıyan kahramanınızı öyle bir durumun içine sokarsınız ki kendini doğru ifade etsin ve kazanan kişi kendisi olsun...  Ama film bunun yerine daha çocuksu bir fantezinin peşine düşüyor. Merida bir büyücüye giderek annesinin fikrini değiştirmek istiyor... Ve hiç de inandırıcı olmayan bir takım yanlış anlamalarla (resmen oldu bittiye getiriliyor sahnede) kraliçe anne bir ayıya dönüşüyor... Merida’nın saçları ve ayının postu arasında Pixar animatörlerinin ne kadar zorlandıklarını, kafayı nasıl da çizdiklerini ve bundan da mazoşist bir zevk aldıklarını düşünebilirsiniz... Üstelik Vikingleri andıran klanların da bıyık ve sakallarını bu kıl enflasyonuna dahil edebilirsiniz...
"Saçlarını dağıtırsın... Rüzgarlara bırakırsın..." diye bir şarkı vardı...
Onu hatırladım sık sık...
Dolayısıyla film bir anda yanlış bir büyü yüzünden bir ayıya dönüşen annesini yeniden insanlaştırmaya çalışan çılgın bir kızın filmine dönüşüyor ki ortada ne gerçek anlamda bir düşman ya da rakip var, ne de kahramanın gittiği yolun, "amaç"la arasında takip ettiği doğrudan bir yol. Mesajı anne-kızın birbirlerinin kişiliklerine saygı duyarak uzlaşabilecekleri olabilir ancak.. Ama açıkçası bundan çok daha güçlü bir cümle bekliyordum ben filmden... Bu anlamda Disney’in “Karmakarışık” (Tangled) filmini çok daha başarılı bulduğumu söyleyebilirim... Orada da saç konusunda ciddi bir çalışma vardı üstelik..!
Ölçüsünü bilen bir "anaerkil" toplumun ne kadar düzgün işleyebileceğini de araya sıkıştıran senaryo bu haliyle güçlü bir öykü sunamıyor bize. Ama kendini kaptıran izleyiciler için akıp giden, rengarenk bir seyir zevki yaşatıyor yine de...  
Bu arada Beren Saat’in dublajını sevdim ben... Ama filmin İskoç aksanlı İngilizce dublajının daha eğlenceli olduğundan da eminim... 2,5 / 5     


SIR (The Tall Man)
İçinde çocukların olduğu ve çocukların bizzat şiddetli sahnelerinin içine sokulduğu korku-gerilim filmleri beni tedirgin eder hep... Dolayısıyla böyle filmlere ekstrra tedirgin başlarım... Hele bir de yönetmeni çok rahatsız edici bulduğum ama bir yandan garip bir şekilde beni cezbeden “Martyr” gibi bir filme imza atmış -yeni Fransız “kanlı” korku sineması-nın dikkat çeken yönetmenlerinden biri olan Pascal Laugier ise...
“Sır” çok sağlam başlıyor hikayesine... İşsizlikten ve aylaklıktan geçilmeyen eski madenci bir Amerikan kasabasında kaybolan çocukların sayısı giderek artmakta... Kasabalılar bunların sorumlusu olarak “The Tall Man” adlı gizemli bir adamın varlığına inanmaya başlarlar. Genç yaşta dul kalmış hemşire Julia’nın küçük oğlu David’i de o gece yine uzun boylu, karanlık biri kaçırır ama Julia onun peşini bırakmaz...
Çocukları kaçıran bu gizemli kişi kimdir? Çocukların akıbeti ne olmaktadır? Julia’nın bu konuyla ilgili taşıdığı büyük sır aslında nedir? Gibi soruların yanıtlarını bir süre saklamayı başaran, başarabildiği yere kadar da yetkin bir sinemayla tansiyonu yüksek tutan yönetmen/senarist Laugier bu sefer şiddet ve kanlı sahnelere olan yatkınlığını dizginlemiş... Daha çok duygusal ve psikolojik gerilime sırtını yaslamış. İlk yarısında koruduğu yüksek oktanlı gerilim ve şüphe duygusu yerini bir süre sonra daha basit bir çözüme bırakıyor. Bu çözüm ise korku sinemasına çok iyi uyumlanan bir hikaye çözümü değil. Çünkü hikayenin ve filmin temel meselesi daha önce pek çok film ve eserde de konu edilmiş, çocuklarla ve onların gelecekleriyle ilgili en eski paradokslardan biri... (Sürprizi bozmak istemediğim için böyle biraz kapalı ifade ediyorum...) Daha çok dramatik bir hikayeye yakışan bu “şaşırtmaca” filmin ilk yarısıyla bir kan uyuşmazlığı yaratıyor. Nitekim aynı meseleyi ele alan çok iyi çekilmiş dramatik filmler izledik biz daha önce...    
Jessica Biel bazen Nurgül Yeşilçay'ı filan andırıyor filmde...
Beni filmde en çok şaşırtan şey biraz Jessica Biel oldu... Biel’in en ufak bir şekilde güzelliğini kullanmadığı, sıradan bir kadını oynadığı filmdeki performansını beğendim. Özellikle de filmin henüz başlarında David’in kaçırıldığı evde başlayıp otoyolda son bulan  mücadelesini izlediğimiz tansiyonu çok yüksek sekans boyunca kendisini nefes nefese seyrettiriyor... 2,5 / 5

5 Eylül 2012 Çarşamba

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM

Bundan sonra arasıra bu başlık altında, yakın tarihlerde vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmeyi tasarlıyorum... İşte bu amaçla seçtiğim ilk 5 DVD... 

1. Gilles’in Karısı / La femme de gilles











1930’lu yıllarda Fransa’da küçük bir kasabada... Sıradan bir maden işçisi olan Gilles çocuklarının annesi ve yeni çocuğuna hamile olan güzel karısı Elisa’nın karşısına oturur... Ve bir itirafta bulunur: “Ben bir kadına aşık oldum”... Elisa kocasını çok seven bir kadındır ve Gilles’in aşık olduğu kadın kendi kız kardeşi olsa bile ses çıkarmaz... Bağırıp çağırmaktansa sessiz bir mücadeleye başlar... Hatta kocasına garip bir şekilde dert ortaklığı da yapar... Ama kıskançlık içinde büyüdükçe büyüyordur...
2005’te ülkemizde de vizyona çıkmış olan film benim için o yılın en iyi filmlerinden biriydi. İstanbul Film Festivali’nden de Altın Lale kazanan film Emmanuelle Devos’u da bize sevdiren; sadeliği, duygusallığı ve güçlü senaryosuyla etkili olan iyi bir Fransız filmiydi... Filmin Belçikalı yönetmeni Frédéric Fonteyne nedense bir daha film çekmedi...  
Filmin DVD’si Palermo’dan çıkmıştı... Şimdilerde zor bulunuyor...    
 

2. Üçüncü Gün / Tres Dias (Before The Fall)
 













İspanyol sinemasından taş gibi bir “ilk film”. F. Javier Gutiérrez’in bu ilk uzun metrajlı filmi dünyaya yaklaşmakta ve dünyanın muhtemelen sonunu getirecek olan bir göktaşının çarpmasına 72 saat kala küçük bir kasabada yaşanan heyecanlı bir hikayeyi anlatıyor... Çıkan arbede sonucunda serbest kalan bir çocuk katiliyle yaklaşan kıyamete rağmen mücadele etmeye çalışan işsiz güçsüz bir ‘serseri’nin göz yaşartan hikâyesi... 
Dünyanın sonu hikayeleri bu kadar moda değilken 2008’de çekilmiş bu film anlatmak istediğini “Melancholia”dan daha ‘net’ anlatıyor. Gutiérrez’in filmindeki yoğun duygusallık bittikten sonra sizi bırakmıyor. Sadece trajik bir dramı ustaca anlatmıyor, aynı zamanda müthiş bir korku-gerilim hikayesini de derdine ortak ediyor...
“3. Gün” (Tres Dias) ülkemizde vizyona çıkmamış ama Tiglon tarafından DVD’si çıkarılmıştı...


3. Bıyık / La Moustache












Yıllarca bıyığıyla özdeşleşmiş bir görünüşü olan Marc bir gün 15 yıllık karısına yıllardır taşıdığı bu bıyığı kesmesi hakkında ne düşündüğünü sorar. Karısı onu hep bıyıklı haliyle tanımıştır... Bu fikri sevmez. Ama Marc bir gün traş olurken bıyığını kesmeye karar verir. Ama tuhaf bir şey olur karısı başta olmak üzere kimse bıyığını kestiğini farketmez...! Hatta insanlar zaten daha önce de bıyıklı olmadığını söylemeye başlarlar...
Bir "Alacakaranlık Hikayesi" gibi değil mi? Cevaplar yerine sürekli sorular üreten bir film “Bıyık”. Marc’la beraber küçücük bir bıyığın yokoluşuyla kaybolup gidiyoruz... Marc’ın kişiliğini kaybetmemek için girdiği büyük bir mücadeleye dönüşen film her seyirciye göre değil açıkçası ama kendi romanından uyarladığı bu filmde çok başarılı bir iş çıkaran yönetmen Emmanuel Carrére başka bir film çekmedi yine...
Filmde Fransız aktör Vincent Lindon’un başarılı performansına yine Fransız aktris Emmanuelle Devos eşlik ediyor...  
Film ülkemizde hiç vizyona giremedi. Ama DVD’si Sony Music tarafından çıkarılmıştı...

4. Aşk Listesi / Nick & Norah’s Infinite Playlist














Bir lise öğrencisi olan Nick eski kızarkadaşı Tris’e (ki öyle derin şeyler de yaşanmamış olmasına rağmen) hala takılı kalmıştır. Bir Cuma gecesi arkadaşları onu bu konudan uzaklaştırmak için dışarı çıkarırlar. Nick garip bir rastlantı sonucu Norah ile tanışır ve hatta onun 5 dakikalığına erkek arkadaşı rolünü oynar. Sonrasında New York sokaklarında beklenmedik bir turlama başlar... Norah’nın sarhoş kızarkadaşını bulup evine götürmek, bir rock grubunun gizli konserine ulaşmak ve Nick’in eski sevgili takıntısını çözmek gibi görevleri vardır... Ama aşkı tabi ki birbirlerinde bulacaklardır...
Türkiye’de vizyona çıkamayan bu sevimli film beklenmedik bir şekilde iyi... Bir Richard Linklater filmindeki gibi yazılmış lezzetli diyaloglar, samimi ve sıcak oyuncu performansları ve duygusal tonuyla sağlam bir romantizm sunuyor seyircisine...
Genç oyuncular Michael Cera ve Kat Dennings’in birbirlerine uyumu da dikkat çekici.. 
Filmin DVD’si Tiglon’dan çıkmıştı... Rahatça bulunabilir...


5. Kuzey Faresi / Lemming
 












Mühendis Alain ve karısı Benedicte’in Fransız banliyösünde mutlu mesut bir yaşantıları var... Mutaktaki lavabonun tıkanıklığı dışında bir sorunları yok gibidir... O tıkanıklığın sebebi de kısa süre sonra anlaşılır... Bir lemming (kuzey ülkelerinde yalşayan bir kemirgen türü) boruyu tıkamıştır!
Alain’ın patronu Richard ve karısı Alice’in bir akşam yemeğine gelmeleriyle bu düzen tepe taklak olur. Çünkü Alice garip ve asabi bir tutum içindedir. Alice o geceyi çok tatsız bitirir. Ama Alice ertesi gün bir daha gelir o eve ve yine düzelmemiştir... Hatta intihar etmek için o evi ve o anı seçmiştir...! Alice’in intiharından sonra Benedicte de tuhaflaşmaya başlar... Alain ne yapacağını şaşırır...
Banliyöde yaşayan mutlu çiftin hayatını bozan o kuzey faresinin orada ne işi vardır? Alice intihar edince Benedicte’e ne olur? Birbiri ardına gerçekleşen olaylar gerçekten oluyor mudur? Giderek bir David Lynch filmine dönüşen ve finaliyle de “Mavi Kadife”ye (Blue Velvet) gönderme yapan bir film sanki... Yönetmen Dominic Moll’un rahatsız edici filmlerinden biri daha... Alice rolünde göründüğü kısa süresine rağmen etkileyici olan Charlotte Rampling ve yine vasatın altına inmeyen Charlotte Gainsbourg ile dikkat çeken bir gerilim filmi...
Film 2006’da vizyona girmişti. DVD’si de Palermo’dan çıkmıştı...