ROMA’YA SEVGİLERLE (To Rome With Love)
Karşımızda Woody Allen’ın bütün alameti farikalarını taşıyan bir film olsa da Allen’ın filmografisinin en hafif, en şurup şeker filmlerinden biri olduğunu daha baştan söyleyebiliriz... Allen İtalyan toplumunun çenebazlığını, heyecanlı beden dillerini ve bir turistik paket olarak Roma’yı alıp 3-4 filmlik romantik komedi hikayesiyle harmanlamış. Zengin akrabalarını evleneceği masum taşralı kızla tanıştırmak isteyen genç adamın bir karışıklık yüzünden bunu Roma’nın popüler fahişelerinden biriyle gerçekleştirmek zorunda kalması hikayelerin en zayıf olanı. Taşralı masum kız yaşadığı karışıklıkla bir İtalyan aktörünün otel odasına kadar giderken masum delikanlı da altın yürekli fahişenin eğitiminden geçer. Genelde tüm hikayelerde kendine yer bulan fantastik dokunuştan muaf olsa da inandırıcılıktan uzak bir hikaye olduğu için bir dengesizlik ihtiva ediyor bu hikaye...
Öğrencilik yıllarını Roma’da geçirmiş Amerikalı mimar John’un kendi geçmişine yaptığı yolculuk –belki biraz klişe olsa da- başlı başına başka bir filmin hikayesi olabilecek güçte ama burada yeterince derinleşemiyor. Aynı karakterin olgun ve genç hallerini oynayan Alec Baldwin ve Jesse Eisenberg hikayeye ekstra cazibe katabiliyorlar. Tabi düzeyli bir ilişki içinde olan John’un kafasını karıştıran Amerikalı aktris adayı rolündeki Ellen Page’i de unutmamalı...
Bir diğer hikaye de sıradan, çevresinde pek de sözü dinlenmeyen, hayata karşı en ufak bir iddiası olmayan bir aile babasının durup dururken çok ünlü olmasını ve sürekli paparazzilerin takibi altında yaşamaya başlamasını anlatıyor ki bu da çok da cazip bir sonuca gidemeyen (ünlü olmanın da sıkıcı tarafları var!) ancak Roberto Benigni’nin performansına yaslanan komik bir hikaye olmuş. Allen’ın öykü kitaplarındaki eski hikayelerine benziyor...
Dördüncü hikaye ise Allen’ın da o çok alıştığımız tipik karakteriyle bizzat dahil olmasıyla daha da renklenen bir ‘yabancı damatla tanışan anne-baba’ komedisi... İtalyanların operayla kurdukları ilişkinin bir parodisini de yapan, Amerikalı olmakla İtalyan olmanın arasındaki farklardan vücut bulan espritüelliğiyle de en çok kahkayı barındıran hikaye filmin en cazip sahnelerini de barındırıyor. Sadece duş alırken iyi bir opera sanatçısı olabilen İtalyan dünürünü ünlü yapmaya çalışan müzik menajerinin komünist damat korkusu biraz daha işlenebilse çok daha tatminkar olacakmış... Yine de filmin en doyurucu hikayesi olduğunu söylemek gerek...
Penelope Cruz her filminde olduğu gibi bunda da yine "yakıyor"! |
Kısacası Woody Allen ne çekse seyrediliyor. 77 yaşındaki
üstadın hâlâ anlatacak hikayeleri var ve hâlâ bir dahaki filmini merak
ettiriyor...
Sık sık tebessümle, yer yer de kahkahayla izlenen “Roma’ya
Sevgilerle”de Allen, Roma’yı bir filmde daha cazibe merkezi haline getirmesinin
yanısıra yetişkin seyirciye keyifli bir ‘flört hikayeleri galerisi’ sunmayı
ihmal etmiyor. Ama yine de Allen’ın en hafif filmlerinden biri olduğunu da
söyleyelim de bir beklenti karmaşası yaşanmasın...
2,5 / 5
YARGIÇ DREDD (Dredd 3D)
1995 yılında Danny Cannon’un çektiği “Judge Dredd”de sert
çizgi roman kahramanı adalet temsilcisi Dredd’i Sylvester Stallone canlandırmış
ve filmde kaskını çıkardığı için de çizgi romanın fanları tarafından topa
tutulmuştu. Malum kahraman çizgi romanda kaskını hiç çıkarmıyordu çünkü! Film
gişede çok da kötü bir hasılat yapmamıştı ama yine de fiyasko bir çizgi roman
uyarlaması olarak tarihe geçti...
Şimdi Hollywood’lu yapımcılar çektikleri kaynak
sıkıntısından dolayı batık filmlerinden bile medet umdukları için Dredd’i
tekrar deneme kararı almışlar. Almışlar da ne yapmışlar? Geçtiğimiz aylarda
bizde de gösterime giren 2011 yapımı “Baskın” (Serbuan Maut) filminin hikaye ve
olay örgüsünü alıp içine Dredd’i yerleştirerek bir nevi bir ‘yeniden çevrim’e
imza atmışlar.
Kaotik bir gelecekte geçiyor film. Polis, yargıç, jüri,
infazcı hatta mahkeme katibi (!) gibi görevlileri tek kişide toplayan bir
adalet sistemi var. Otoriter bir yönetim için ne kadar ideal bir sistem! Ama
durun, hemen “hadi canım oradan” demeyin... Göreceksiniz bu sistem ne kadar
gerekli bazen ve de faydalı...
Acımasız bir suç çetesinin yönettiği büyük bir binaya psişik
bir yeteneğe sahip acemi bir meslektaşıyla birlikte giren Yargıç Dredd
suçlularla dolu binada bütün katları tek tek aşıp eski fahişe “patroniçe”ye
ulaşmaya çalışıyor. Patroniçe’nin pazarladığı yeni bir uyuşturucu var. Bu
uyuşturucuyu kullanan kişi beyninin zamanı yavaşlattığı –yani slow motion
yaşattığı- sanrısını yaşamaktadır... İyi ki de böyle bir etkisi varmış bu
uyuşturucunun yoksa bütün o şiddet sahnelerinde uzun uzun parçalanan etler,
uzuvlar, patlayan suratlar daha estetik nasıl gösterilirmiş!
TV dizileri "Sarah Connor Günlükleri" (The Sarah Connor Chronicles) ve "Taht Oyunları"nda (Game of Thrones) ilgiyle takip ettiğimiz sert kadın Lena Headey aslında daha iyi filmlere layık bence... |
3 boyutlu Dredd gereğinden fazla abartılmış şiddet
sahneleriyle öykündüğü o “Baskın” filminin çok daha altlarında seyreden bir
sinemayı işaret ediyor. “Baskın”da enikonu bir hikaye yoktu ama hikaye aramıyorduk
da... Seyri bir şekilde keyif veren koreografilerle çekilmiş dövüş sahnelerinin
yerini bu sefer ağır makinalı tüfekler almış. Yüksek dozda elektronik-rock
müziklerle beslenen cinnet hali, filmin her tarafına nüfuz etmiş. Çizgi romanın
hayran kitlesi memnun olabilir; Dredd film boyunca kaskını çıkarmıyor hiç! Ama
yanındaki sarışın bayan-amatör yargıç kasksız dolaşıyor sürekli. Patroniçe ise
fena; “300 Spartalı”da dikkatimizi çekip de televizyonun Sarah Connor’ı olarak
izleyip sevdiğimiz Lena Headey... Headey’in eskiden fahişe olup da ezilen, gücü
eline geçirince de zorbalaşan patroniçesinin niye kimse önüne geçemiyor, nasıl oluyor
da bu kadar sözü dinleniyor biraz muallak. Ama olsun Dredd buldozer gibi eze
eze çıkacaktır en üst kata. Hollywood filmlerinde giderek artan bu faşizmin
sonu bakalım nereye varacak?
Ha bu arada Dredd niye öyle Batman gibi ‘yarı fısıltıyla’ konuşuyor
ki?
1,5 / 5
REC 3: DİRİLİŞ (Rec 3: Genesis)
İspanyol korku sinemasının sevdiğim örneklerinden biriydi
2007 yapımı “Ölüm Çığlığı” (Rec). Orijinal bir fikre sahipti. Yardım çağrısı
alınan bir apartmana giren polislerin yaşadıkları gergin ve kanlı saatler, “buluntu
film” mantığıyla karşımıza çıkarılmıştı ve hayli karanlık / ürkütücü bir
atmosferle beslenmiş korku tüneline girmiş gibi bir etki yaratıyordu seyirci
üstünde... Serinin ikinci filmi ilkinin kaldığı yerden aynen devam edip aynı
fikri biraz daha açarak öyküyü sürdürüyordu. Ben korku türü içinde iki filmi de
sevmiştim. Ama bu üçüncü film ilk iki filmin açtığı yeni yolu sürdürmekten
ziyade tıpkı serinin Amerikan “yeniden çevrim” versiyonunda (Quarantine) olduğu
gibi yönünü başka maceralara doğru çevirmiş. Hatta bu sefer, eleştirmen
arkadaşlarım Talip Ertürk ve Murat Emir Eren’in çektikleri “Ada: Zombilerin
Düğünü”nü izleyip ondan yola çıkarak bir zombi filmi çekmişler de, adını da
“Rec 3” koymuşlar sanki...
Gelin ve damat kilisede evlenirler ki biz burayı tabi ki
düğün videosundan izliyoruz. Aynı video bir süre çifti ve konuklarını düğün
yemeğinde de takip ediyor. Ama konuklardan birinin zombileşmesi düğünün bütün
tadını bozuyor haliyle. Buralarda bir yerde filmin kamerası profesyonel ellere
geçiyor. Sonrası tam bildik zombi filmi... Tabi ki beklenen o cümle de geliyor
bir şekilde... Eline elektrikli testereyi alan gelin “bugün benim günüm, bunu
kimse bozamaz!” diyerek dalıyor zombilerin arasına...
Bütün filmi sırf şu sahne için çekmemişlerse ne olayım! |
Her şey bir şekilde klişe ama yine de meraklılarına yoğun
bir kan banyosu yaşatıyor... Ama ilk iki film kadar korkutabiliyor mu? Hayır...
“Ada: Zombilerin Düğünü” kadar güldürebiliyor mu peki? O da hayır...
Peki çıldırmış zombilerin megafondan okunan incil sayesinde
yerlerinde durmalarına kaç puan veriyorsunuz? İyisi mi daha eğlenceli bir
Zombie komedisi olan “Zombieland”e bir daha takılmak.... 1,5 / 5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder