Eleştirmenin Not Defteri

20 Kasım 2015 Cuma

ALİ BABA VE 7 CÜCELER

Cem Yılmaz’dan pahalı bir aksiyon komedisi...

Yeni Cem Yılmaz filmi “Ali Baba ve 7 Cüceler” senaryosundaki kimi aksaklıklarına rağmen bol kahkahalı bir aksiyon komedisi...

Cem Yılmaz filmlerini iki kategoride değerlendirmek gerekiyor aslında: Küçük adamın küçük trajikomedisi ve küçük adamın büyük fantastik komedisi... Onun sinema seyircisiyle buluşturan ve senaryosu kendisine ait olan ilk film olan “Her Şey Çok Güzel Olacak”ın Altan’ı ve yönetmenliğine de ortak olduğu “Hokkabaz”ın İskender’i ve tek başına yönettiği “Pek Yakında”nın Zafer’i de trajikomik karakterlerdir. Gerçektirler ve hepimizin yaşayabileceği hesaplaşmalar içine girip, hataları ve erdemleriyle birlikte acı-tatlı olaylar yaşayarak huzurlu bir hayata ulaşmaya çalışırlar.
Diğer kategoride ise “G.O.R.A.” ve “A.R.O.G”un Arif’i, “Yahşi Batı”nın da Aziz’i var. Ait oldukları toplumda küçük ve önemsiz yerlere sahip olan Arif ve de Aziz, şans eseri düştükleri bir belanın içinde ilk baştaki şaşkınlıklarını attıktan sonra ustalaşırlar. Küçük bir alışma sürecinin ardından düzeni domine edecek bir hale dönüşürler. Cem Yılmaz bu dönüşümün gerçekleşmesi sırasında ‘Türkler uzayda’, ‘Türkler taş devrinde’ ve ‘Türkler vahşi batıda’ (ya da bu filmindeki gibi Türkler Avrupa’da) trükleriyle oynar ve oralardan espri üretir. Şovlarında yaptığı gibi bizi bize anlatarak güldürmeyi iyi bilir.
Açıkçası ben ilk kategorideki filmlerini daha çok severim. Çünkü Yılmaz’ın asıl yapmak istediği sinemanın o olduğuna inanırım. O filmlerindeki karakterler komik olmalarına rağmen acı çeken karakterlerdir. Onlar daha bizdendirler ve yaşadıkları sorunlar öyle ya da böyle bizi de ilgilendirir. İkinci kategorideki safkan parodik filmlerini ise Yılmaz’ın gişede büyük hasılatlara ulaşma çabaları olarak görmekteyim. Bu filmler de kuşkusuz onun yadsınamaz sinema sevgisini barındıran, masraftan kaçınılmamış şık prodüksiyon tasarımlarıyla oluşturulmuş, sık sık güldüren ama önünde sonunda şurup şeker filmlerdir. Sırf gişe için yapılmış, sürüsüne bereket ucuz komedilerin arasında yine de pırıl pırıl parlarlar.    

“Ali Baba ve 7 Cüceler” Cem Yılmaz’ın bu ikinci kategorideki filmlerinden biri.
Bulgaristan’daki bir bahçe ürünleri fuarında kendi imalatı olan cüce heykellerini pazarlamaya çalışan sıradan bir esnaftır Ali Şenay. Kayınbiraderi İlber ile birlikte bir dizi karışıklığın sonucunda kendilerini Interpol tarafından da gözetlenen, kirli işlerin içindeki tehlikeli işadamı Boris Mançov’un ‘insan avı’ partisinde, değişik bir mozaiğin içinde (!) kurban olarak bulurlar. Yılmaz Avrupa’nın göbeğinde yaşanan bu küçük insan avında değişik sınıfları temsil eden Türkleri yanyana getirerek politik bir mizaha doğru yol alacakken dümeni daha hafif bir iyi-kötü savaşına çeviriyor. Zaten filmin senaryosunun en büyük sorunu da bu. Çeşitli komedi filmi türler arasında zıp zıp zıplıyor. Yeri geliyor bir James Bond komedisi oluyor, bir 80’lerde sık rastladığımız soğuk savaş parodisi; bir “Açlık Oyunları” parodisi oluyor, bir “G.O.R.A”daki gibi yanlış zamanda yanlış yerde bulunan küçük adam komedisi...
Bu çeşitliliğin ardında Yılmaz’ın olabildiğince geniş bir kitleye ulaşma arzusu var kanımca. Zira yukarıda saydıklarımın dışında bu hikayenin içinde zombi filmleri, “Olağan Şüpheliler”, “Tropik Fırtına” gibi filmleri hatırlatan göndermeler de var; Barış Manço’dan, Cemal Süreya’ya, İzzet Altınmeşe’ye Cem Yılmaz’ın rol aldığı Yavuz Turgul filmi “Av Mevsimi”ne kadar uzanan bir dolu yerli popüler kültür göndermeleri de. Bu kadar tıkış tıkış bir durum olmasına rağmen film uzun ve ormanda geçen sahnelerde bariz ritm bozukluğu var. Hikâyeye yanlış bir sahneden giriyor olsa da Zafer Algöz’ün Azeri asker tiplemesi devreye girince film de toparlıyor biraz.

Mesele küfürler değil... 
Aslında filmin diğer büyük meselesi Yılmaz’ın karakterlerinin bir hikayeyi taşıyamayacak kadar yüzeysel olmaları... Ali Şenay’ın “G.O.R.A”daki Arif’ten görüntüsü dışında büyük bir farkı yok. Bu yüzden yine Cem Yılmaz’ın canlandırdığı Boris Mançov karakteri daha enteresan geliyor seyirciye. Özellikle de 5-6 dili birden konuştuğu sahne çok komik... Diğer karakterlerin de sanki nasıl göründüklerine çalışılmış sadece. İlk sinema filmi deneyimindeki Irina Ivkina da şaşırtıcı bir şekilde hiç aksamıyor rolünde. 
“Çok küfür var” eleştirisini bir yere kadar yanlış buluyorum. Ama Cem Yılmaz mizahının içinde küfüre yaslanan bazı esprilerin gereksiz ve bazen de sırıttığını düşünüyorum. Gözümüze sokulan ürün yerleştirme konusundan ben de zamanında senaryosunu yazdığım “Bu İşte Bir Yalnızlık Var”daki uygulamadan dolayı rahatsız olsam da yapıla yapıla öğrenilecek bu işler diye ümitle beklemekteyim.    
Sonuçta “Ali Baba ve 7 Cüceler”de her Cem Yılmaz filminde olduğu gibi çok güleceğiniz kaliteli esprilerin yanısıra emek ve bütçe harcanmış setler, efektler, jeneriğinden afişine kadar başarılı bir görsel tasarım var. 3/5

Ali Baba ve 7 Cüceler
Yönetmen: Cem Yılmaz
Oyuncular: Cem Yılmaz, Çetin Altay, Irina Ivkina, Zafer Algöz, Can Yılmaz, Bahtiyar Engin, Yosi Mizrahi
110 dakika 

7 Kasım 2015 Cumartesi

HAFTANIN FİLMLERİ (6 Kasım)

"SPECTRE": James Bond bildiğiniz gibi... 

1962’den (Dr. No) beri çekilen James Bond filmleri kuşaklar boyunca süren ve hep ilgiyle izlenen filmler oldular. Resmi olarak 24. Bond filmi olan “Spectre”, belki de en çok bu yüzden Meksika’daki Ölüler Bayramı’nda başlıyor.

Evet, “Spectre” ilginç başlıyor doğrusu... Ölüler Günü, meksikalıların ölen yakınlarını farklı bir şekilde andıkları bir bayram. Herkes sokaklarda şen şakrak eğleniyor, iskelet kostümleri giyiliyor, her taraf ölümü çağrıştıran simgelerle dolu. Müzik, alkol, dans gırla gidiyor. Bu bayramı kutlayan insanlar aslında ölümü de içine alan yaşamı kutsamaktalar. Ölen akraba ve yakınlarını ağlayarak değil gülümseyerek anıyorlar. Çünkü asıl ölüm unutulunca gerçekleşir...
Müziğiyle, tasarımıyla, plan-sekansıyla şahane bir açılış!
Sinema tarihinin bu en pahalı Bond filmi olan “Spectre”, her Bond filminde olduğu gibi iddialı bir aksiyon sekansıyla açılıyor. Meksika sokaklarındaki Ölüler Günü kutlamalarında yüzlerce kişinin içinde Bond’la birlikte yürüyen kamera onun heyecanlı suikastını nefes kesen bir gerilim ve tempoyla aktarıyor bize. 50 yılı aşkın bir zamandır Bond’a duyulan ilgi ve sevginin hiç eksilmemesine bir nazire sanki bu ölüler günü sekansı. Bu muhteşem açılışın ardından kapkaranlık sahnelerle yürüyen gelişmeler, Bond’un giderek yaklaştığı gizli bir teşkilatı işaret ediyor. “Spectre” adlı bu gizli organizasyonun başında ise Bond’un geçmişinden gelen bir ‘tanıdığı’, Franz Oberhauser adlı bir adam vardır. Spectre’nin eski bir üyesinin kızı olan Madeleine Swann’ı koruması altına alan Bond, onunla beraber tüm dünya istihbaratını ele geçirmeye çalışan bu karanlık örgütü çökertmek için harekete geçer.
Film o kadar muhteşem bir açılış yapıyor ki sonrası aynı iddiayı ve beklentiyi sürdüremediği için ufak ufak eriyor sanki. Bond’un Meksika’da başlayan macerası, İtalya’ya, Avusturya,  Fas ve sonunda da Londra sokaklarına kadar ulaşıyor. Gittiği her yerde büyük ve heyecanlı aksiyon sahneleri var. Ancak yine de senaryosunda dikiş tutmayan bazı yerlere takılmamak elde değil.

Mesela Daniel Craig’li önceki Bond filmlerinin bütün kötü adamlarının da üyesi olduklarının anlaşıldığı Spectre adlı bu örgütün tehlikesi ve hacmi yeterince güçlü çizilemiyor. Yüzlerce katilden ve uluslararası boyutları olan devasa maddi gücünden bahsedilen bu örgüt, bir süre sonra Oberhauser ve 15-20 adamına indirgeniyor. Hiç konuşmayan ve iri yarı olmasının dışında bir işlevi olmayan tetikçisi de eski Bond filmlerinden bildiğimiz başka bir kötü karakteri anımsatması dışında bir işlev taşımıyor. Üstelik aynı filmde iki kez ‘kötü adamın kaçması için son anda yetişen helikopter’ klişesi kullanılmasa iyi olurmuş. Ama hikayenin tek sorunu bunlar değil. Bond’un “Casino Royale”de Vesper Lynd ile yaşadığı tutkulu aşk ne kadar gerçekçi ve duygusalsa bu filmde Madeleine ile yaşadığı ilişki o kadar hızlı ve zorlama... Gelgelelim özellikle ilk bir saat, yani hikayenin derdi tam olarak ortaya serilmeden önce film o kadar ‘yakışıklı’ ilerliyor ki, her karesi bir sanat eseri sanki. Ancak sonra özellikle de Madeleine’in hikayeye girişinin ardından bildiğimiz Bond klişelerine geri dönülüyor... 148 dakikalık bu en uzun Bond filmi süresine rağmen sıkmıyor ama sürpriz bir final beklentisini de boşa çıkarıyor.. 

Franz Oberhauser yani nam-ı diğer Blofeld’i özellikle “Soysuzlar Çetesi”ndeki şahane performansından sonra çok sevdiğimiz Christoph Waltz’un oynayacağını duyduğumuzda sevinmiş ve beklentimiz artmıştı. Waltz filmin ilk yarısında gölgeler içinde esrarengiz bir çıkış yapıyor yapmasına ama görünür olduğunda aynı karizmayı sürdüremiyor. Çünkü senaryoda psikopat olması dışında herhangi bir detayla zenginleştirilememiş! Bond kızı Léa Seydoux’nun (Mavi En Sıcak Renktir) farklı güzelliği göz dolduruyor ama senaryo onun karakteri için de fazla cömert yazılmamış. Beyazperdenin en cazip kadınlarından biri olan Monica Bellucci ise hiç de iz bırakmayacak bir rolle, beş dakikalık bir sahnede James Bond’a meze edilmiş adeta, yazık olmuş!
“Spectre”nin Daniel Craig’in son Bond filmi olma ihtimali var. Açıkçası ilk duyurulduğunda ben dahil pek çok kişi yanlış bir seçim olabileceğini düşünmüştü. Ancak Craig şanslıymış, iyi yönetmenlerle ve senaristlerle çalıştı. Onun rol aldığı dört film de (özellikle ‘Casino Royale’) dramatik yanları eskilerine göre daha güçlü, karakterli filmler oldular. 3/5

Spectre
Yönetmen: Sam Mendes
Oyuncular: Daniel Craig, Christoph Waltz, Léa Seydoux, Ralph Fiennes, Ben Whishaw, Monica Bellucci
148 dakika








"GİZLİ DOSYA" (TRUTH): Can yakan “gerçek”ler...

Dünya yakın tarihine icraatlarıyla pek de hoş olmayan izler bırakan George W. Bush, hayli şaibeli bir seçimin ardından 2001 yılında başkan oldu. Bu şaibenin hikayesini anlatan “Oyun” (Recount) adlı filmi, Bush’un özellikle politik kariyerine odaklanan “W. Bush” adlı Oliver Stone filmini ve başkanlık döneminde yaptığı icraatlarının sonuçlarını anlatan Michael  Moore’un “Fahrenheit 9/11” belgeselini izlemenizi tavsiye ederim...
Ancak bu filmlerin hiçbiri Bush’un ikinci kez başka seçildiği dönemi anlatmaz. Orada da değişik olaylar yaşanmış aslında. “Gizli Dosya” işte bunun hikayesini anlatıyor. Amerikan televizyonlarının köklü haber programı “60 Dakika”nın yapımcısı tecrübeli gazeteci Mary Mapes’ın tutkusu her doğru gazetecide olduğu gibi ‘soru sormak’tır. Kurduğu becerikli ekiple Bush’un gençken 1972’de pilot olarak yaptığı askeri hizmetin detaylarını araştırmaktadır. Bu araştırmalarının sonucunda elde ettikleri belgeler, Bush’un ikinci seçim kampanyasında kullanılan ifadelerle uyuşmuyordur. Mapes programın emektar gazetecisi Dan Rather’la birlikte bu haberi patlatır. Ancak küçücük, şüpheli bir durum haberin özünün dikkatlerden kaçırılmasına sebep olur. Başkanın bürokratları ve yandaş medya, ödüllü ve saygın gazeteciler olan Mapes ve Rather’a itibar suikastleri düzenlemeye başlarlar. Bu hikayenin sonu ülkemizde de sık sık tanık olduğumuz şekilde bitecektir maalesef...

Sistemin ne kadar hileli olduğu çok açık. Demokrasinin bu topraklardan çok daha iyi işlediğini iddia eden ABD’de bile sistem hile üzerine kurulu. Bazen ne yaparsan yap ‘gerçek’in toplum ve sistem üzerinde yaratması gereken etki, onu canı pahasına arayıp bulanların düşündükleri kadar olamıyor. Halkın ‘gerçeği’ öğrenmesi için varolan medya, bazen gerçeğin çürütülmesi için gayret gösteren bir aygıt olarak da kullanılabiliyor, sistem ve hakim iktidarlar tarafından. “Gizli Dosya” bunun ve Mary Mapes ve Dan Rather gibi dürüst gazetecilerin filmi. Onlar kaybetmiş gibi görünseler de ‘gerçek’in peşinde koşmuş, cesur ve doğru insanlar...
Hollywood’un sol kanadından gelmiş bir film bu. Aynı ekolden bir “Şebeke” (Network) ya da daha yakın tarihli “Köstebek” (Insider) gibi klasik Amerikan filmleri kadar güçlü bir sineması yok belki “Gizli Dosya”nın. Ama meselesi çok gerçek ve toplumların neden basın özgürlüğünün üzerine titremesi gerektiğini anlatması açısından da çok önemli. Çünkü her zaman birileri gerçeklerin bilinmesine engel olmak isteyecektir!

Genç senarist James Vanderbilt’in senaryosu iyi ve incelikli. Ancak yönetmen olarak bu ilk filminde güçlü bir performans gösterememiş kendisi. Filmin görsel bir ağırlığı yok maalesef. Aklımızda kalan bir sahne, tansiyonu yükselten bir mizansen ya da estetik duygularımıza hitap eden sahneleri yok filmin. Ama yine olağanüstü bir Cate Blanchett’i var. Oyuncu güçlü, inatçı ama aynı zamanda kırılgan Mary Mapes’i ‘Oscarlık’ bir performansla canlandırıyor. Çok yaşlanmış olmasına rağmen hâlâ son derece aktif bir oyuncu olan Robert Redford da keyif veriyor...   
Özellikle Türk medyasında çalışan herkesin mutlaka görmesi gereken, cesur bir film “Gizli Dosya”. Keşke bizde de yapılabilse benzer filmler... 3,5 /5

Gizli Dosya
Truth
Yönetmen: James Vanderbilt
Oyuncular: Cate Blanchett, Robert Redford, Dennis Quaid, Topher Grace, Elisabeth Moss, Bruce Greenwood, Stacy Keach 
121 dakika







"ABLUKA": Türkiye’nin cinnet hali


İlk filmi “Tepenin Ardı” ile dikkat çekici bir çıkış yakalayan ve küçük bir taşra hikayesi anlatıyormuş gibi yapıp bir Türkiye alegorisi çıkartmayı başaran genç yönetmen Emin Alper, yeni filmi “Abluka”da da aslında bugünün Türkiye’sinin hatta tam da 1 Kasım öncesi cinnet halinin fotoğrafını çekiyor sanki, o günlerden çok önce çekilmiş olmasına rağmen...  
Film tam belirtilmeyen bir zamanda, polisin içerde terörist aramak için abluka altına aldığı, İstanbul’un bir semtinde geçiyor. Birbirlerinden yıllardır kopmuş olan üç erkek kardeşin yolu bu semtte aynı günlerde kesişiyor aslında. Kardeşlerden en büyüğü Kadir 20 yıldır yattığı hapishaneden çıkıp küçük kardeşi Ahmet’in yanına geliyor. Ancak semte girmeden önce istihbarat tarafından içerden bilgi toplaması için görevlendiriliyor. Ahmet belediye için sokak köpeklerini öldüren bir ekibin başındadır. Bir gün öldüremeyip de yaraladığı bir köpeğe merhamet edip onu evine almaya karar verir. Kadir de terörist olduğundan emin olduğu genç bir kadına yardım etmek konusunda tereddüt içindedir. Ortanca kardeş ise kayıptır, istihbarat onun teröristler arasında etkili biri olduğunu düşünmektedir...
Bu üç kardeşin hali maalesef bu toplumda her biri bir yana dağılmış ve ayrıştırılmış halkları simgeliyor. Kadir de Ahmet de kendi paranoyaları içinde kaybolmaya giden, devlet tarafından abluka içinde bırakılmış karakterler. Senarist/yönetmenin çok derinlerine inmediği ama genel hatlarıyla iyi düşünerek oluşturduğu bu karakterleri ortasına bıraktığı mahalle ise Türk sinemasında örneği çok görülmeyen müthiş bir görsel çalışmanın ürünü şüphesiz. Filmin atmosferi, ses ve görüntü tasarımı bu kimlikte bir film için kusursuz denebilecek düzeyde. “Abluka” kimi zaman bir politik gerilime kimi zaman da daha bireysel, paranoyak bir psikolojik gerilim hikayeye dönüşüyor. Sinemamızda çok fazla denenmeyen türde olan film, Cronenberg ya da Polanski gibi yabancı usta yönetmenlerin filmlerini de andırıyor.
Filmin ana karakterlerini canlandıran Mehmet Özgür (Kadir), Berkay Ateş (Ahmet) ve Meral rolünde Tülin Özer etkili oyunculuk performanslarıyla filmi daha da yükseltiyorlar.
“Abluka”nın en büyük dezavantajı sinema seyircisine fazla mesafeli bir film oluşu. Halbuki anlatılan tümüyle bizim ‘gerçek’ hikayemiz. Keşke Alper, seyirciye hikayesini bu kadar sembolik anlatıma boğmadan, bu kadar da ‘örtük’ anlatmasaymış. Daha çok seyirci gelse, daha çok izlense ve konuşulsa... 3,5 / 5


Abluka  
Yönetmen: Emin Alper
Oyuncular: Mehmet Özgür, Berkay Ateş, Tülin Özer
119 dakika