Eleştirmenin Not Defteri

13 Ocak 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 6

Melankoli
Dünyanın sonunu büyük, boş ve dingin bir golf sahasında karşılamak... Herşeyin anlamını yitirdiği bir zamanda çabalamak mı yoksa teslim olmak mı en yapılması gereken?
İki kız kardeş var. Biri, Justine, hayatı daha plansız, başına geldiği gibi yaşamak istiyor... Son günlerde bu hissiyatında anlaşılmaz bir artış var... Düğün gecesinde bütün korkuları, ayaklarına bir şey sarılmış da hareketini engelliyormuş hissi geliyor... Sonra da hiç gitmeyecekmiş gibi onu sarıyor, eziyor, güçsüz bırakıyor... Mutlu olmaktan/olamamaktan ya da mutsuz etmekten korkuyor sanki... Ama biliyor... dünya çok kötülükle dolu ve yaklaşan Melankoli gezegeni teğet geçmeyecek... Dünyanın sonunu getirecek... Bunu hissediyor olması onu giderek sakinleştirir, paniğini yok eder...
Diğer kardeş Claire... Hep hayatını bilinçli ve ‘doğru’ yaşamayı seçmiştir. Uçsuz bucaksız gibi görünen bir golf sahasının ortasında bolluk, dinginlik ve hep bir düzen içinde, oğlu ve kocasıyla yaşamıştır, hep de öyle yaşamak niyetindedir... Dünyanın sonuna yaklaştıkça bütün dengesi altüst olur... Bütün korkuları su yüzüne çıkar...
Melankoli gezegeniyle dünya da aslında iki farklı kardeş... Wagner'in muhteşem eseri Tristan ve Isolde'si eşliğinde, sanki birbirlerine yaklaşıyorlar... Ve Melankoli dünyayı içine alıyor...  
Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier’in muhteşem bir girizgâhla açtığı ve yine muhteşem bir finalle sona erdirdiği filmi şimdiye kadarki filmlerinin en görseli... Trier’in kendi koyduğu Dogma kurallarının en çok dışına taştığı filmi de aynı zamanda. Müzik ve efektle beslenen şairane bir tavır. Anaakım sinemasına yakın oyunculuklar ve insanoğlunun evrendeki “hiç”liği üzerine, insanoğlunun “korku”yla ilişkisi üzerine büyük bir trajedi... Melancholia uzun düğün gecesi sahnelerinin biraz uzun kalıp hafif tekrara düşmesi dışında pek bir kusur barındırmıyor... Muhteşem finaliyle de bir süre size gündelik hayatınızda eşlik ediyor... 4/5


Ejderha Dövmeli Kız 
David Fincher gibi güçlü bir sinemacıdan iyi bir çağdaş polisiye romanı ve onun daha önce yapılmış güçlü uyarlamasından daha iyi bir film çıkarmasını beklerdik. Üstelik Steve Zaillian gibi tecrübeli bir senaristle çalışıyorsa...
Evet, roman Avrupa’nın en özgür ülkesi ve halkı olarak bilinen İsveç’in böğrüne bir hançer sokuyordu. Gizli kapılar ardında kadına karşı uygulanan şiddeti deşifre eden, Avrupa burjuvazisine dokunduran sert bir romandı ve 600 küsur sayfasının neredeyse üçte birini ana karakterlerini tanıtmaya ayırıyordu. İsveç yapımı uyarlama, bu çapta bir eseri sinema için uygun bir formatta sadeleştirip, sertliğinden çok büyük tavizler vermemeye özen göstererek sunmuştu. Fincher’ın sert bir film yapma iddiası The Immigrant Song eşliğinde deri, metal ve cıva karışımı imajlarla sunulan bir video-art gösterisi gibi hazırlanan jenerikle başlıyor ama bir süre sonra hikayede yapılan kimi değişiklikler kitaba yaklaşmak yerine orijinal filmden uzaklaşmaya yönelik hamleler olarak kendisini gösteriyor. Fincher’ın filmi kendisine ana kaynak olarak kitabı değil sanki İsveç uyarlamasını alıyor ve hamlelerini onun üzerinden yapıyor. Ama bunu yaparken daha babaerkil bir bakışla yaklaşıyor karakterlerine. Özellikle de Lisbeth’e... Romandaki Lisbeth Salander karakterinin tarifine en yakın halini İsveç uyarlaması yakalamış aslında. Noomi Rapace’in canlandırdığı Lisbeth neredeyse bir ucubeyken Fincher versiyonunda kız (Rooney Mara) giyinikken daha güzel, hatta David Bowie’nin erken çağlarındaki ‘cinsiyetsiz’ güzelliğini andırıyor. Soyunduğu zaman ise bayağı güzel bir dişi çıkıyor ortaya. Fincher zaten bırakın sevişme sahnesini, Lisbeth’in tecavüze uğradığı sahnede bile bu güzelliği (İsveç filmindeki anlayışın tam tersi) bize sunuyor adeta!
Ama şu bir gerçek ki, kitabı okumamış ve ilk filmi izlememiş seyirci David Fincher’ın filmine bayılacak ve onu hayli “farklı” bir polisiye olarak algılayacaktır... 3/5
 

not: Bu yazının daha ayrıntılı versiyonu için: http://www.arkapencere.com/2012/01/13/

Zenne 
Bu filmi anlattığı hikayesinden dolayı belli bir sempatiyle izlememek neredeyse imkansız. İstanbul’da bir gece kulübünde zennelik yapan Can ve muhafazakâr bir doğulu ailenin eşcinsel oğlu, yakın arkadaşı Ahmet ile İstanbul’da bir şekilde ayakta kalmaya çalışmaktadırlar. Afganistan’da yaşadığı acı bir olay yüzünden dağılan Alman fotoğrafçı Daniel’in, Zenne fotoğrafları çekerken tanıştığı Ahmet ve Can’ın hayatına girince ayrılmaz bir üçlü oluşturuyorlar. Ancak Ahmet’in ailesinin bu mutluluğu bozacak kötü planları vardır...
Türkiye’de yaşanan “tahammülsüzlük”ün sınırları giderek genişliyor. “Nefret suçları”nın artması en iyimser bakışla bile faşizan bir topluma doğru evrildiğimizin göstergesi değil de nedir?
Zenne ana ekseninde Türkiye’nin en acı üçüncü sayfa haberlerinden birini işlerken iç içe geçen üç marjinal karakterin hikayesi de anlatılıyor. Ancak bu hikayelerin hepsinde farklı sorunlar var: Zennelik yapan Can’ın annesiyle olan ilişkisi, özellikle anneyi oynayan Tilbe Saran’ın performansı sayesinde filmin en güzel sahnelerini dolduruyor... Ancak Doğu’da savaşmış ağabey karakteri bu hikayede fazla, hatta gözümüze fazlasıyla sokulan bir ‘parmak’ adeta. Fotoğrafçı Daniel’in hikayesi ise eklektik, bu kimlikte bir hikaye için bile uzak ve fazla. Daniel hikayenin içinde ‘doğal’ duramıyor bir türlü... Belki de filmi onunla başlatmanın verdiği bir sorun bu aynı zamanda... Ahmet’in hikayesi aslında başlıbaşına bir filmi doldurmaya yetecek içeriğe ve duyguya sahip. Ama Daniel’in ve özellikle de araya ‘parça’ gibi giren Zenne danslarının bu hikayeye de zarar verdiğini düşünüyorum... 
Can ve Ahmet’i oynayan Kerem Can ve Erkan Avcı’nın performansları ise göz dolduruyor. Grafik anlamda filmin başarılı olduğunu söylemek mümkün, ama yukarıda bahsettiğim dağınıklık ne yazık ki filmin aynı etkiyle yarınlara kalabilmesine engel olacaktır...  3/5 


Demir Leydi
Sen ki hayat dolu, müzik dolu, neşe dolu bir film olan Mamma Mia'yı yapmışsın, senin Margaret Thatcher ile ne işin var ey yönetmen!! Üstelik yakın dönem İngiltere tarihinde büyük etkileri olan ve tam 11 sene başbakanlık yapan Thatcher’ın muhafazakar liberal politikası zaten başlı başına can sıkıcıyken bunu bir de bölük pörçük, parça parça anlatan bir senaryoyla sunmak da neyin nesi? Demir Leydi, sanki 6 bölümlük bir mini dizinin özet bölümü gibi... Thatcher’ın politika hayatında yaptığı önemli icraatların art arda dizildiği bir kurgusu var filmin. Thatcher’ın emeklilik günlerine gidip gelen bir omurgayı tutturan senaryo sırasıyla “Margaret mutfakta”, “Margaret aşık oldu”, “Margaret politikacı”, “Margaret savaşta” filan diye gidiyor nerdeyse...
Yeri geldiğinde evinde mutfağında bir aşçı, ülkesinin başında başkomutan (az insanın ölümüne sebep olmadı Falkland’da), kocasının en yakın destekçisi... Ama hiç doğru düzgün bir anne olamamış! Doğrusu biz de  tersini beklemiyorduk zaten pek...
Ama Meryl Streep... Bir büyücü gibi içine girdiği kadınları kendisi için yapılmış bir elbise rahatlığıyla giyiveriyor... Yine Oscar’a aday olacak ve diğer kadın adayların koltuklarında o gece büyük bir tedirginlikle oturmalarına neden olacaktır... 2/5

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder