Eleştirmenin Not Defteri

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Haftanın filmlerinden seçmeler (17 Temmuz)

Sıra dışı bir süper kahraman 

Çizgi roman yayıncılığının dev markası Marvel, Iron Man, Hulk, Kaptan Amerika, Thor gibi karakterlerini dergi sayfalarından sinemaya aynı taktikle taşımaya devam ediyor. Bu süper kahramanlar önce kendilerine ait maceralar içeren filmlerle sonra da bir araya geldikleri “Yenilmezler” filmleriyle Hollywood’u büyük bir krize girmekten kurtardı adeta. Marvel’in çizgi roman uyarlamalarının getirdiği hareketlilik aslında bütün stüdyoların işine yaradı. Her ne kadar gişe filmlerinde bir çeşitlilik tıkanmasına yol açmış olsa da...
1939’dan beri faaliyette olan şirketin süper kahraman sandığında daha onlarca filmlik malzeme sırasını beklemekte. 2009’dan beri Disney’e ait olan Marvel şirketi, “Yenilmezler” (The Avengers) ekibinin dışında kalan “Fantastik Dörtlü”, “Örümcek Adam” ve “X-Men” filmleriyle, televizyonda da türlü türlü dizileriyle eğlence sektörüne yön vermeye devam ediyor.  
Orijinal “Yenilmezler” ekibinin eksikleri de yeni filmlerle kapatılmaya devam ediyor. İlk kez 1962 yılında çizgi roman sayfalarında kendisine yer açan “Ant-Man” nihayet karşımızda... “Yenilmezler” ekibine The Wasp adlı başka bir küçük ölçekli süper kahramanla birlikte katılan “Ant-Man”in macerası, Hank Pym adlı bir bilim adamının küçülebilir ve içindekini de küçültebilir bir üniforma icat etmesiyle başlar. Pym üniformayı ilk önce kendisi giyer, kız arkadaşı Janet da benzer bir üniformayla “The Wasp” olur. Ancak Janet’ın ölümünün ardından Pym, Ant-Man olmayı bırakır. Yıllar sonra üniformayı giymesi için usta bir hırsız olan Scott Lang’i bulur. Scott suç işlerini bırakıp ayrıldığı karısından olan kızına en azından iyi bir baba olmaya çalışmaktadır. Ancak suçlu geçmişi peşini bir türlü bırakmaz. Eski öğrencisi Cross’un aynı icadı kötü amaçlar için kullanmasına engel olmak isteyen Pym, iş bulmakta zorlanan Scott’ı ikna eder ve macera başlar.
“Ant-Man” diğer Marvel karakterlerinden farklı olarak komedi yanı daha ağır basan bir karakter. Zaten bu yüzden onu daha çok komedi filmlerinden tanıdığımız bir aktöre emanet etmişler. Paul Rudd filmin sevimli yüzünü hem senaryoya verdiği katkıyla hem de performansıyla güçlendiriyor. Nitekim hem Scott’ı bize tanıtan girizgahıyla hem de oyuncak trenlerin arasındaki final kapışmasıyla hayli eğlenceli sahneler izliyoruz. Ama filmin ikinci perdesi, yani orta kısmı her süper kahraman serisinin ilk filminde karşımıza çıkan kimi klişeleri barındırması sebebiyle biraz aksıyor. Scott’ın Pym ve çekici kızı Hope tarafından eğitildiği sahneler uzuyor ve her ne kadar eğlenceli hale getirilmeye çalışılsa da tempoyu bir miktar düşürüyor. Scott’ın kızıyla olan duygusal sahneleri tipik bir aile filmi klişesine saplanıyor. Tabi ki mantığın yüzde yüz devreye girmesini beklemiyoruz böyle bir filmde ama yine de Scott’ın karıncalarla birlikte bir ordu lideri gibi hareket etmesi bir süper kahraman karakter için bile bir handikap. Bu konuda Paul Rudd pozitif enerjisiyle elinden geleni de yapıyor. Zaten komediye vurmazsanız “Ant-Man”i seyirciye sevdirebilmek biraz zor.  
Beyazperdede daha önce de küçülen kahramanlı filmler izlemiştik. “Ant-Man” bu anlamda birkaç sahneyle yeni bir şeyler deniyor. Scott’ın elbiseyi ilk giydiği sahne ve bütün o komik final sahnesi sınıfı geçiyor. Dr. Pym rolündeki Michael Douglas’ın filmin hemen başında bilgisayar teknolojisi sayesinde gençleştirilmesi ve “Temel İçgüdü”deki (Basic Instinct) haline getirilmesi ise ‘vay canına’ dedirtiyor doğrusu...      
Filmin son yazılarının en sonunda ise muhtemelen yeni “Kaptan Amerika” filmine bir köprü kuruluyor. Meraklılarına salonu hemen terketmemelerini de öğütlemek lazım... (3/5)

Ant-Man
Yönetmen:  Peyton Reed
Oyuncular: Paul Rudd, Evangeline Lilly, Michael Douglas, Corey Stall, Bobby Cannavale, Judy Greer, Michael Pena

117 dakika







Amerikan rüyasının sonu!

Orijinal ismi “Göçmen” olsa da bizde daha akıllıca bir türkçe isim konulmuş bu filme. “Bir Zamanlar New York”da Avrupa’daki I. Dünya Savaşı’ndan Amerika’ya kaçan göçmenlerin sefaletlerine odaklanıyoruz. Binbir zorluk içinde geçen bir gemi yolculuğuyla New York’a varan göçmenler Ellis adasında karşılanmakta, çalışamayacak kadar hasta olanlar ve kalacak bir adres gösteremeyenler adada karantinaya alınıp geri gönderilmekteler. Polonya’dan kız kardeşiyle birlikte göç eden Ewa da anne babasını gözleri önünde cinayete kurban vermiş acılı bir genç kadındır. Kız kardeşi hasta olduğu için adadaki hastaneye yatırılır, kendisi de teyzesinin adresini yetkililere doğrulatamadığı için sınır dışı edilmek üzere kenara ayrılır. Ama adada tanıştığı Bruno adlı bir adam ona yardım eder ve beraber New York’a gelirler. Bruno Ellis adasında genç kadınları seçip uyduruk bir tiyatro grubu görüntüsünde onlara konsomasyon yaptırarak iş buluyordur. Ewa en başta buna dirense de sonunda kız kardeşini hastaneden çıkartacak rüşvet parasını toparlayabilmek için kabul etmek zorunda kalır. Zaten eniştesi de adı çıktığı için onu evine almayı reddetmiştir.
Zaman geçtikçe Bruno’nun kendisine olan hastalıklı tutkusundan bunalan Ewa tek teselliyi Bruno’nun kuzeni Emil’de bulur. Emil sihirbazlık yaparak geçinen sempatik bir genç adamdır. Ama Bruno’yla daha önceden de yaşanan bir kız meselesi yüzünden sürekli didişmektedir. Hikaye giderek trajik bir sona doğru sürüklenen klasik bir aşk üçgenine dönüşür.
“Bir Zamanlar New York”un en büyük avantajı rol aldığı her filme ekstra bir değer katan Marion Cotillard. Ewa rolünde izlediğimiz güzel Fransız oyuncu, sessiz sinemanın güzel kadınlarını andırıyor sık sık. Yönetmen Gray birçok sahnede onun anlamlı, güzel yüzüne yaklaşarak bu avantajı sonuna kadar kullanıyor. Açıkçası ‘kötü yola düşen göçmen kızın melodramı’ hikayesi çok yeni bir hikaye olmamasına rağmen film kendini bir şekilde izletiyor. Amerikan rüyasının nasıl bir aldatmaca olduğunu, Amerika’nın her gelene kucak açan bir ülke olmadığını, binlerce kez izlemişiz sonuçta. Ama filmin bize sık sık “Baba” (The Godfather) ya da “Bir Zamanlar Amerika”nın (Once Upon A Time in America) atmosferini hatırlatan puslu, kahverengi tonlarındaki görüntü çalışması birinci sınıf.. Bruno rolünde elindeki kısıtlı malzemeye rağmen harika bir performans çıkaran Joaquin Phoenix de çok iyi. Ama film fazla kasvetli, yer yer ikna sorunları olan bir senaryoya sahip yine de. Özellikle de malum aşk üçgeninin son kenarını tamamlayan Emil karakteriyle ilgili ciddi sorunları var senaryonun... (3/5)

Bir Zamanlar New York
The Immigrant
Yönetmen: James Gray
Oyuncular: Marion Cotillard, Joaquin Phoenix, Jeremy Renner, Dagmara Dominczyk 
120 dakika 






Kayıp çocuklar ve tatminsiz büyükleri...

Avustralya yapımı film gergin bir kayıp hikayesi ama aynı zamanda bir taşra kasabasında sıkışmış, dişiliğini kaybetmiş/arayan iki kadının, bir anne-kızın da hikayesi.
Çöl ortasında küçük bir kasabada yaşayan Parker’ların bir erkek bir de ergen bir kız çocukları vardır. Oğlanın bazı geceler sıkıntıdan dışarı çıkıp etrafta dolaşma huyu varken, kız bütün sıkıntısını kasabalı erkeklerle birlikte olarak atmaya çalışmaktadır. Bir gece evden çıkarlar ve artık ‘kayıp’tırlar.
Anneleri Catherine de uzun zamandır kocasından cinsel bir ilgi görmemenin sıkıntısını taşıyordur. Bu sıkıntıya bir de çocuklarının kaybolması eklenir. Kocanın ise sıkıntısının ne olduğu tam olarak anlaşılamamakta. Catherine rolünde izlediğimiz Nicole Kidman’ın bu projeyi seçerken, bir oyuncu olarak ilgisini neyin çektiğini anlamak mümkün. Çünkü Catherine bir sürü ihtiyaç içinde, bir insan (özellikle de erkek) yakınlığına hasret bir taşra kadınını çok iyi oynuyor. Ancak iyi başlayan hikaye bir süre sonra garip bir kafa karışıklığına uğruyor. Anne-kızın depresyondan kaçışı birbirlerinden habersiz olarak cinsellikte aramaları, hoş bir paralellik sunuyor sunmasına ama oğlanın kayboluşu, ergen kızın birlikte olduğu erkeklerin durumları, çocukları arayan kasaba şerifinin tutarsız karakteri, Catherine’in kocasının ruh halindeki muğlaklık filmin asıl derdinin de havada kalmasına sebep oluyor. Erkek karakterlerle ne yapacağını bilememiş sanki yönetmen...
Aslında “Fırtınanın Ortasında” hem güçlü oyunculara hem de sinema için şahane bir mekana ve ekibe sahip bir film, ama ne yazık ki yörüngesinden çıkınca seyircisini aynı Catherine gibi yarı-tatmin bir şekilde uğurluyor salondan. (2,5/5)   

Fırtınanın Ortasında
Strangerland
Yönetmen: Kim Farrant
Oyuncular: Nicole Kidman, Hugo Weaving, Joseph Fiennes, Maddison Brown, Nicholas Hamilton
112 dakika

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Haftanın filmlerinden seçmeler (10 Temmuz)

Yüreklere dokunan bir film: "Yüzündeki Sır"

Alman sinemasının son yıllarda en dikkat çeken yönetmeni Christian Petzold’un gözde oyuncusu Nina Hoss’la çektiği altıncı film olan “Yüzündeki Sır” yüreklerimize dokunan zarif bir dram...
II. Dünya savaşından hemen sonra Berlin... Alman toplama kamplarında esir olarak yaşamış ve büyük işkenceler görmüş bir kadın olan Nelly, canını zor kurtarabilmiştir. Bir arkadaşı sayesinde Berlin’e geri döner. Yüzü sargılar içindedir. Bir estetik cerrahı onun yüzünü tekrar inşa eder adeta ve eski haline yakın bir hale getirmeyi başarır. Savaştan önceki hayatında Phoenix isimli bir barda şarkıcılık yapıyordur Nelly ve Johnny adlı bir adamla evlidir. Nelly iyileşir iyileşmez bombardımanlar sonucu artık tanınmaz hale gelen mahallesine geri döner. Ama asıl amacı yıllardır kendisinden haber alamadığı ve çok sevdiği kocasını bulmaktır.
Nelly eskiden çalıştığı bara gider ve Johnny’i orada bulur. Johnny karısının öldüğünü düşünmektedir, ama Nelly onun kendisini görür görmez tanıyacağını düşünüyordur. Fakat Johnny, Nelly’i tanımaz. Yine de Johnny’nin karısına benzeyen başka bir kadın olduğunu düşündüğü Nelly’e bir teklifi vardır ve bu teklif Nelly’i kocasına dair daha önce hiç düşünmediği şüphelere sürükler. Acaba Johnny kendisine aşık mıydı gerçekten? Yoksa onu kullanan fırsatçı bir adam mıydı?
Filmin orijinal adı “Phoenix” yani ‘anka kuşu’. Anka kuşu çeşitli mitolojilerde ölümden dönen, kendi küllerinden yeniden doğan bir canlıdır. Nelly’nin çalıştığı barın isminin "Phoenix" olması şüphesiz Nelly’nin bizatihi kendisine yapılan bir göndermedir. Nelly’nin dönüşü aslında yepyeni bir uyanıştan ibarettir...  
“Yüzündeki Sır” gibi filmleri izleyince Türkiye sinemasında yıllardır göremediğimiz şeyin ne olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz: zarafet. Petzold’un filmi çok zarif, ince ince oya gibi işlenmiş bir film. Nelly’nin dramını hiç sömürmeden, ağdalı bir hale getirmeden yavaş yavaş işliyor. Petzold, sinema için çok anlamlı bir yüze sahip olan Alman aktris Nina Hoss’un bu özelliğinden, en az önceki filmi “Barbara”daki gibi yine o kadar güç alıyor ki, belki de başka bir oyuncuyla aynı başarı yakalanamazdı.
Bu küçük hikaye bir sinema filmi için yeterli görünmeyebilir izlemeye başlayınca. Ama yönetmen Petzold, bir sinema filmi için kısa gibi duran ve kimi izleyicilerini ikna etmek konusunda biraz da zayıf kalabilecek bu hikayeyi o kadar zarifçe anlatıyor ki kapılıp gidiyorsunuz. Özellikle sözlere hiç dökülmeden, yüreklere dokunan incelikteki finali, ‘işte sinema bu’ dedirtecek cinsten... (4/5)

Yüzündeki Sır
Phoenix
Yönetmen: Christian Petzold
Oyuncular: Nina Hoss, Ronald Zehrfeld, Nina Kunzendorf, Michael Maertens
98 dakika







İlk filmin altında kalmış: "Ayı Teddy 2"

2012 yapımı ilk “Ayı Teddy” filminde, John adlı bir çocuk ailesinin kendisine hediye ettiği oyuncak ayıyı o kadar çok seviyordu ki bir gün onun canlanıp kendisiyle konuşmasını diliyordu. Bu dileği yerine de geliyor. Konuşan oyuncak ayı Ted ile birlikte büyüyor John. John büyüdükçe Ted de büyüyor işin güzel kısmı. Ted’deki büyüme tabi ki fiziksel değil, kafaca büyüyor. Zaten hikayenin en büyük komedisi de buradan çıkıyordu. Ted ‘yaramaz bir çocuk’ özelliği taşıyan yetişkin bir beyine sahip olan konuşan bir peluş ayı olarak John’un hayatından çıkmıyor hiç... Karşılıklı bir bağımlılık yaşıyorlar. Bir oyuncağın kişilik kazanıp konuşabilme yeteneğiyle insanların önüne çıkıvermesinin yarattığı şaşkınlığı çok çabuk, komik ve kısa yoldan aşıyordu senaryo. Çünkü filmin asıl derdi oyuncak ayının konuşabiliyor olması değildi! Büyümeyi reddeden bir yetişkin olan John’un daha yetişkin bir adamla evlenmek isteyen nişanlısıyla bir orta yol bulma hikayesiydi ve tabi ki zeki ama utanmaz bir mizahı vardı filmin.
İkinci film ilk filmin bu ‘anlamlı’ taraflarını tümüyle yok ediyor. John’un evlenme hazırlığı yaptığı Lori’den ayrıldığı bilgisiyle, buna karşılık Ted’in Tami adlı bir kızla evlenmesiyle başlıyor film. Daha en baştan ilk filmin tersi yönüne gitmeyi seçiyor yani... Ted’in evliliği bir yıl sonra bir krize giriyor haliyle (!) ve çift bir çocuk sahibi olmak istiyor. Olamayacakları aşikardır tabi ki çünkü Ted’in ‘pipisi’ yoktur! Evlat edinmek isterler ama bu da Ted’in ABD kanunlarına göre bir ‘birey’ olup olmadığı tartışmasını başlatır. İki arkadaş bu sefer bir hak hukuk mücadelesi içinde bulurlar kendilerini..
Bu hikayeden de çok büyük bir komedi çıkması beklenemez doğrusu. Bundan dolayı filmin yaratıcı / yönetmeni hırçın bir edepsizlik içine giriyor ve oralardan komedi çıkarmaya çalışıyor. Kahramanlarımız sürekli ot içmenin peşindeler. Herkesle ve her durumla alay ediyorlar. İlk filmde Lori’nin temsil ettiği yetişkin kafasından uzak durmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Tutucu bir pencereden bakmayarak değerlendirsek de Ted ve John’un koşu yapan insanlara elma fırlatması, komedi kulübünde sahneye çıkan amatör komedyenlerle alay etmeleri, kadınlara karşı aşırı cinsiyetçi espriler yapmaları ve sürekli kafa çekmekle meşgul olmaları zeki bir mizahtan çok şişkin bir egoya götürüyor bizi. Bol bol filmlerden bahsetmeleri, gönderme yapmaları da çok zekice kurgulanamamış. Buna karşılık birkaç eğlenceli durum da yok değil. Mesela özellikle çizgi roman ve bilim-kurgu fanatiklerinin sevdikleri kahramanların kostümleriyle katılım gösterdikleri Comic-con fuarındaki sahneler hayli eğlenceli ama ilk filmdeki çılgın parti sahnelerinin düzeyine yaklaşamıyor bile.
“Ayı Teddy 2”de esas kızı rolünde Amanda Seyfried’i izliyoruz. Güzel oyuncuyla ilgili yapılan Gollum esprisi filmin en komik esprilerinden biri. (2,5 / 5)

Ayı Teddy 2
Ted 2
Yönetmen: Seth MacFarlane
Oyuncular: Mark Wahlberg, Seth MacFarlane (ses), Amanda Seyfried, Jessica Barth, Giovanni Ribisi, Morgan Freeman
115 dakika







En şiddetli yıl: "A Most Violent Year" 

Yönetmen J. C. Chandor’un üçüncü filmi “A Most Violent Year” önceki filmleri gibi oldukça güçlü bir sinema eseri. “Oyunun Sonu” (Margin Call) ve “Sona Doğru” (All is Lost) filmlerinden tanıdığımız yönetmen, yeni filminde 1981 yılının New York’una götürüyor bizi. 1981 yılı ABD’nin en sağcı başkanlarından biri olan Ronald Reagan’ın başkanlığının ilk senesidir. 1980’lere damgasını vuran liderlerden biri olan Reagan’ın başkanlık dönemi Vietnam sonrası yaşanan özgüven hasarının tedavi edildiği bir dönemdi. Bu nedenle ‘soğuk savaş’ tanımı altında büyük casusluk faaliyetleri yapıldı ve George Lucas’ın filminden alınan ‘yıldız savaşları’ adıyla fiyakalı uzay projeleri geliştirildi. Ortadoğu’ya büyük müdahaleler ilk kez bu dönemlerde yapılmaya başlandı. Latin Amerika’yı zaten karıştırıyorlardı... Reagan’ın ABD’yi tekrar yüceltme planı dünyaya biraz pahalıya patlıyordu yani...
İçeride ise deli gibi bir kapitalizm savaşı vardı. Şirketler birbirlerinin üstüne basa basa büyümeye çalışıyorlardı. 1981 bütün bunların en şiddetlenmeye başladığı zamanlardı. 1981 yılı Latin Amerika asıllı bir girişimci olan Abel’ın karısı Anna’yla beraber işlerini büyütmenin yollarını aradığı bir yıldır aynı zamanda. Abel karısının eski mafya patronlarından biri olan babasından devraldığı küçük yakıt şirketini büyütmeye kararlıdır. Namusuyla ve kurallara bağlı bir şekilde işini yapmaya çalışırken yakıt taşıyan kamyonları sürekli soyulur ya da saldırıya uğrar. Rakip şirketler Abel’a bir türlü huzur vermezler. Sürekli saldırı ve tehdit altındadırlar. Abel neredeyse tek başına bir çıkış yolu arayıp durur. Şirketin saldırıya uğrayan kamyon şoförlerinden birisi, Abel ve karısının kaderini etkileyecektir...
Yönetmen Chandor, sanki bir zaman makinesi bulmuş ve 1981 yılına gidip bu filmi çekip geri dönmüş! Film sanat tasarımı, renkleri, ışık ve gölge kullanımları, müziğiyle kısacası her şeyiyle o yıla ait gibi. Yavaş yavaş pişen bir gerilimi var hikayenin. Film boyunca içinizden geçen bütün tahminleri boşa çıkartacak bir şekilde yol alıyor hikaye. Vahşi kapitalizmin ve mafya düzeninin işini temiz ve dürüst yapmaya çalışan kişileri nasıl da kendi gibi olmaya zorladığını oldukça ölçülü ve zarif bir biçimde anlatıyor film.
Abel’ı canlandıran Oscar Isaac’in 70’lerin Hollywood filmlerinden fırlamış gibi bir performansı var. O filmlere aşina olanlar oyuncunun o yılların Al Pacino’sunu andırdığını düşünebilirler. Jessica Chastain’in de Isaac’e desteği birinci sınıf... Yılların oyuncusu Albert Brooks ise kendisini aşan bir performans göstermiş doğrusu bunca yıl sonra... 
Aksiyona yaslanmaktan ziyade, karakterlerin iç dünyalarına daha çok yaklaşan, yavaş yavaş gelişen ve çok iyi çekilmiş güçlü dramlar ilginizi çekiyorsa “A Most Violent Year” tam böyle bir film... (4/5)

A Most Violent Year
Yönetmen: J. C. Chandor
Oyuncular: Oscar Isaac, Jessica Chastain, David Oyelowo, Albert Brooks, Elyes Gabel
125 dakika








Çölde insan avı: "Tehlikeli Oyun"

Uzun zamandır bir filmde izlemediğimiz Michael Douglas yıllar önce kendisine Oscar getiren “Borsa” (Wall Street) filmindeki gibi bir karakterle karşımıza çıkıyor. Ama bir farkla, bu sefer elinde silah var!Çok zengin, züppe ve çok paranın verdiği küstahlıkla çıkıyor Ben’in karşısına. Ben, çölde avlanmak için gelenlere rehberlik yapan iyi huylu bir genç. Zaten kız arkadaşı üniversiteye gitmek için ondan ayrılmış diye üzgün. Bir de Madec adlı bu zengin adamın son model aracıyla ve çok fiyakalı tüfeğiyle yaban koyunu avlaması için onunla çöle çıkmak zorunda. Ancak Madec silahını ateşlemek konusunda çok sabırsızdır. Nitekim ilk gördüğü gölgeye ateş eder. Ama vurduğu bir insandır. Bundan sonrası başka bir av partisine dönüşür. Ben ve Madec arasında geçen ölümcül bir av partisi...
Aslında daha en başta biraz topal başlıyor film ama kimi yapaylıklara çok takılmayıp yine de kendinizi kaptırabilmeniz mümkün bir yere kadar. Ben kaçıyor Madec kovalıyor son teknolojili aletler eşliğinde. Ama Madec Ben’i vurmak istemiyor, sıcaktan ölsün istiyor. Fakat film ilerledikçe mantık hataları, klişeler artıyor. Ben’in zekası bir yerden sonra insanüstü bir kahramana dönüştürüyor onu. Film hiçbir şekilde güçlü bir sınıfsal hesaplaşmaya ya da herhangi başka bir katmana ulaşamıyor. Bomboş bir gerilim filmi olarak başlayıp bitiyor maalesef. Finalde de öyle klişe ve öyle gereksiz bir karşılaşma yaşıyor ki iki adam, ‘bu kadarı da pes’ dedirtiyorlar artık... (2/5)

Tehlikeli Oyun
Beyond The Reach
Yönetmen: Jean Baptiste Leonetti
Oyuncular: Michael Douglas, Jeremy Irvine, Hanna Mangan Lawrence, Ronny Cox
91 dakika