Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o
zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama
es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha...
1. Wanda Adında Bir Balık / A Fish Called Wanda
Komedi tarihinin en iyi skeçlerine ve filmlerinden
bazılarına imza atan Monty Python ekibinden iki kişi; John Cleese ve Michael
Palin’in varlığı “Wanda Adında Bir Balık”ı belki bir “Holy Grail” ya da “Life
of Brian” seviyesinde kült haline getirmiyor. Nitekim o filmler içerdikleri
müthiş zeki mizahıyla, tabularla ustaca oynayarak cesur söylemler
geliştirmişti. Ama bu son derece dinamik senaryosuyla ve müthiş oyuncu
performanslarıyla dikkat çeken, bir ‘insan insanın kurdudur’ hikayesini bir an
bile sekteye uğratmadan anlatan “Wanda Adında Bir Balık”, zihinlerde her daim
taze kalabilen bir filmdir.
Londra’da gerçekleştirilen bir mücevher soygununda ortaklar
soygun sonrası birbirlerini haklama yarışı içine girerler. Ekibin lideri son
anda polise yakalanınca işin içine bir de mahkeme faslı girer. Onu savunmak da
İngiltere’nin en meşhur avukatlarından, saygın bir aile babası, aristokrat
Archie Leach’e kalır. Oysa canhıraş bir şekilde ‘ganimet’i bulmaya çalışan
Wanda (Jamie Lee Curtis) ve asabi sevgilisi Otto (Kevin Kline) Archie’nin
hayatını hem çok zorlaştıracak hem de çok renklendirecektir... Ha, bu arada bir
de kekeme Ken’in (Machael Palin) endişe verici suikast denemeleri vardır!
John Cleese’in yazdığı senaryo boş bir komik soygun hikayesi
değil kuşkusuz. Bir defa ‘İngiliz olmak’ konusunda ciddi eleştiriler savuruyor.
Ama bunu yaparken karşısına ilk başta sanıldığı gibi ‘Amerikalı olmak’ı
koymuyor. Onu da yerden yere vuruyor. Kendi canlandırdığı Archie karakterinin
esaret/aristokrat hayatından kaçıp özgürleşme çabası filmin tam merkezini
oluşturuyor aslında.
Film İngiltere ve ABD’de çok beğenilmiş, hatta 3 dalda
(Yönetmen, Senaryo, yardımcı Erkek Oyuncu) Oscar’a aday gösterilmişti. Kevin
Kline muhteşem performansıyla bu ödülü hak etmeyi bilmişti.
Tiglon etiketli DVD mağazalarda bulunabiliyor...
2. Siyah Orfe / Orfeo Negro
Orpheus oldukça iyi bilinen bir efsanedir. Yunan
mitolojisine göre, Orpheus, çok yetenekli bir ozan ve müzisyendi. Şarkıları ve
kibiri, dikkatini karısı Eurydice'den uzaklaştırmasına neden oldu. Ve ölüm
karısını ondan alıp götürdü. O da aşağı, ölüler diyarına inip, dünyaya Eurydice
ile beraber dönme iznini almak için cazibesini kullandı. Bir şartla kendisine
izin verildi; asla karısına bakmayacaktı, sadece onun sesini duymakla yetinmesi
gerekiyordu. Ama Orpheus bununla yetinmedi, onu görmek ve ona sarılmak da
istedi. Bunun üzerine tanrılar Eurydice’i ondan aldılar.
Fransız sinemacı Jean Cocteau 1949’da zamanının hayli
önünde, enteresan efektler denediği filmi “Orphée”de başkahramanı ‘şair’ Orfe’yi
ve Ölüm Meleği’ni birbirine aşık eder. Sonra Orfe ortadan kaybolan karısını
ihmal ettiğini anlayıp ‘araf’tan geçerek ölüm diyarına gider ve onu alıp tekrar
yaşayanların arasına getirir.
1959’da yine bir Fransız yönetmen Marcel Camus ise henüz
ikinci filmi olan “Siyah Orfe” (Orfeu Negro) ile Altın Küre ve Akademi
Ödülleri’nde ‘Yabancı Film’ ödüllerini kazanmanın yanısıra Cannes’dan da Altın
Palmiye’yi alarak üçte üç yapmıştı. Camus adı üstünde bu kez siyahi bir
Orfe’nin bildik hikayesini bu defa Brezilya’ya, Rio Karnavalı ortamına
taşımıştı.
Camus karnavala bir gün kala nişanlanan yakışıklı tramvay
kondüktörü Orfe ile, kendisine musallat olan yabancı bir adamdan korktuğu için
köyünden kaçan taşralı Eurydice’in yolunu kesiştirir. Eurydice’in peşindeki
adam maskelidir ve karnavalda pek çok kişi maskeli olduğu için kalabalıklara
çabucak kaynar. Bu esrarengiz maskeli takipçi aslında “ölüm”ün ta
kendisidir…
Yakışıklı, güleryüzlü, güneşin her sabah doğmasına sebep
olacak kadar güzel sesi ve yeteneği olan müzisyen Orfe kendisine göz açtırmayan
ve her daim kanı kaynayan nişanlısı Mira’ya rağmen, beyazlar içerisinde bir
melek gibi karşısına çıkan Eurydice’ye aşık olur. Üstelik aşkına da çabucak karşılık
bulur. Eurydice hüzünlü duruşundan kurtulur ve şehirdeki genel havaya uyup
dansetmeye başlar.
Filmin başından beri durmayan ve bir süre tüm sahnelere
eşlik eden müzik, görünen neredeyse tüm yan karakterler ve figürasyonun dans
ediyor oluşu filmi yer yer müzikal havasına soksa da (Brezilyalılar bütün gün
hep dansettiklerini düşündürdüğü için bu sahnelere tepki göstermişler
zamanında) bunun bir amacı olduğunu Eurydice’nin trajik sonu geldiğinde
anlıyorsunuz…
Bitmeyen bir şenlik gibi süregiden hayat, bir trajediyle
birlikte bir kabusa dönüşüveriyor çünkü. Filmin başından beri durmayan müzik
kesiliveriyor ya da çok uzaklardan belli belirsiz duyuluyor. Görüntülerin
mantığı da değişiyor. Kimi sahnelerde kırmızı ışıklar belirginleşiyor, karanlık
hakim oluyor. Orfe, Eurydice’yi bulabilmek için şenliğin karanlık yüzüne dalmak
zorunda kalıyor.
Mitoloji ile yoğun ilişkisi olan filmler zaten çok zengin
okumalara müsait olurlar. Camus’nün filmi de çözmesi zevkli bir film. Tabi
filmin özellikle ilk yarım saatinde resmen kulaklarınıza akın akın gelen ve hiç
durmayan samba müzikler sizi çok rahatsız etmezse.
Filmin As Sanat’tan çıkan DVD’si bulunabiliyor...
3. İki Dil Bir Bavul
Denizli’den Urfa-Siverek’in Demirci Köyü’ne gelen şehirli
genç öğretmen Emre Aydın’ın yaşadıkları kurgusal bir hikaye eşliğinde de
anlatılabilirdi aslında. Ancak o zaman film, yapmayı amaçladığı şeyi (yani
durum tespitini) belki daha etkileyici ama biraz da sahtekarca yapmış olacaktı.
Neredeyse tek kelime Türkçe bilmeyen küçücük kürt
çocuklarına ilköğretim eğitimi vermeye çalışan Emre’nin zaman zaman sabrının
taşıp, sesinin ayarının kaçması önlenecekti mesela. Robin Williams'ı hatırlatan
ya da Şener Şen gibi ‘şeker’ bir öğretmen olacaktı Emre’nin yerinde. Herşey
daha hesaplı kitaplı yapılacaktı. Seyrettikten sonra da herkes evlerine
dağılacak ve ‘güzel bir film izlemiş olma’ hissinden öte kazanılan bir şey
olmayacaktı.
Oysa bu haliyle “İki Dil Bir Bavul”un yönetmenleri
kameralarıyla birlikte köyün içine saklanmayı amaçlıyorlar. 75 günlük çekim
süresi de bu yüzden. Normal bir filmin dört haftada bitirildiğini düşünürsek
ekibin kendilerini ve kamerayı köy ahalisine unutturmalarının ne kadar güç
gerçekleştiğini de anlayabiliyoruz.
Eğitimsizlik yüzünden tahrik ettirilen, devlet tarafından da
sahiplenilmeyen ‘taş atan çocuklar’dan ibaret değil kürt çocukları. İçlerinde
okumak isteyen, ailelerinin okumalarını istedikleri gül gibi çocuklar var.
Zülküf’ler var, Rojda’lar var... Ve işin enteresan tarafı, bu gül gibi çocuklar
anladıkları dilde eğitim alamıyorlar. Yabancı bir ülkede yaşıyormuş gibi önce
onlar için ‘yabancı bir dil’i öğrenmek zorunda kalıyorlar. 2010 yılının
Türkiye’sinde yaşanan soruna bakın! Sadece Türkiye’ye has bir sorun olmasa da
çözümünün yıllar önce düşünülüp temellerinin çoktan atılmış olması lazımdı.
Aslında sorunun çözümü de basit de birtakım kafalar bunu yıllarca görmezden
geliyorlar. Zaten eğitim sistemimizin de neresi doğru ki kürt çocuklarının
eğitimine sıra gelsin... "Şu öğrenciler olmasa Milli Eğitim Bakanlığı çok
kolay idare edilirdi" diyen Milli Eğitim Bakanı gördü bu ülke!
Bir de Demirci Köyü’nde yokluk içinde yaşanan hayatlar var
ama ‘yokluğun’ altı hiç çizilmiyor filmde. Zaten orada yaşayanlar da yoksulluğu
ya da yokluğu pek o kadar dert etmiyorlar. Dolayısıyla film bir tuzaktan daha
yırtıyor bu şekilde... Batılıların doğu deyince ilk aklına gelen o meşhur
‘vurgu’yu, yoksulluk edebiyatını yapmıyor.
Bir yandan bakınca kusursuz bir film de değil aslında. Bunun
nedeni ‘zaman zaman belgeselmiş gibi rol yapıyor’ diye düşünmemizi sağlayan
kimi sahneleri... Özellikle de öğretmen Emre’nin annesiyle yaptığı telefon
konuşmaları. Bunlar seyirci duysun diye yapılmış konuşmalar olduğu için
‘doğallık’ hissini biraz olsun zedeliyor. Bunun dışında filme başka bir kusur
bulmak zor.
Filmin Kanal D'den çıkan DVD'si güç de olsa bulunabiliyor...
4. Barbara
Soğuk savaşın dört nala sürdüğü yıllarda, Doğu-Batı Almanya
dekorunda geçen hikayelere hasret kalmıştık gerçekten de... 1980’lerin Doğu
Almanya’sında biraz gergin ama kısık ateşte pişen bir hikayesi var
“Barbara”nın.
Otorite tarafından ‘fişlenmiş’ ve sonunda taşrada bir
kasabaya doktor olarak ‘yollanmış’ Barbara kasabaya gelir gelmez daha en baştan
bütün planını Batı’ya kaçmak üzerine kurmaya başlar. Kendisini izole edilmiş
hisseden Barbara, kasabanın yerel kliniğinde etliye sütlüye bulaşmadan vakit
geçirip, kendisini düzenli aralıklarla kontrol eden devlet yetkililerininin
aşağılayıcı tavırlarına sabrederek kaçışını sağlayacak ‘Batılı’ yatak
arkadaşının işaretini bekleyerek gün saymaktadır adeta... Ama kısa bir süre
sonra klinikte çalışan meslektaşı Andre’nin samimi ilgisi ve onun tıbbi bilgisine
ihtiyaç duyan iki hastası sayesinde bir ikileme düşer. “Barbara” tam da bu
ikilemin filmi işte: yıllardır özlemini kurduğun başka bir hayata doğru
‘kaçmak’ mı; ya da içinde bulunduğun hayatın belki de yeni keşfettiğin
değerlerine sahip çıkarak ‘kalmak’ mı?
Barbara’nın, otoriter bir düzen içinde de olsa kendi
mutluluğunu yaptığı işin sorumluluğu ve
küçük yaşam zevkleriyle bulan Andre’nin samimi ilgisine kendisini
yavaşça bırakması (hatta bir süre direnmesi) yönetmen Petzold’un hiç de
zorlanmadan, ustalıkla atlatabildiği bir tuzak. Petzold’un kamerası olayların
tahmin edilebilir bir noktaya gelmiş olduğu zamanlarda bile serinkanlılığını
bozmuyor ve kahramanlarının psikolojilerinden en ufak bir uzaklaşma eğilimi
göstermiyor. Barbara’nın özgürlük arayışını aslında güvenilir bir adam (ya da
insan) olarak açıklayan finaline kadar yavaş bir tempoyla ilerleyen film en çok
da Nina Hoss’un inandırcı performansından güç alıyor. Andre rolündeki Ronald
Zehrfeld de samimiyetiyle seyircide haklı bir sempati duygusu yaratmayı
başarıyor... Filmin DVD’si bir ay önce
Tiglon’dan çıktı...
5. Labirent – Labyrinth
Hâlâ her rastladığımızda kolayca gözümüzün takılabileceği
“The Muppet Show”un yaratıcısı Jim Henson sinemalarda Muppet’lardan bağımsız
olarak iki film yaptı. 1986 yapımı bu filminde Henson, Hollandalı grafik
sanatçısı M. C. Escher’in Relativity (Görecelik) adlı eserinden büyük ölçüde
ilham aldığı fantastik bir hikaye anlatır. Yerçekim kurallarının olmadığı, merdivenlerle,
kapı ve pencerelerle dolu paradoksal ve yüzeysel bir bütünlüğün olmadığı bir
mekanın tarifini yapan bu eserden büyük ölçüde yararlanan “Labirent”in öyküsü
aslında “Alice Harikalar Diyarında”yı ve hatta “Oz Büyücüsü”nü fazlasıyla
hatırlatmaktadır. Aşağı yukarı her çocuk masalı gibi büyülü bir yolculuğa çıkan
ve Cinler kralı Jareth (David Bowie’den uygunu olamazdı) tarafından kaçırılan
küçük kardeşini arayan Sarah adlı genç kızın (gencecik ve pırıl pırıl Jennifer
Connelly), yolculuk sonunda hayata dair bir şeyler öğrenmesiyle de
sonuçlanır.
Escher’in “Görecelik” tablosunu daha filmin en başında
Sarah’nın odasının duvarına yerleştiren Henson, film boyunca bu grafikten yola
çıkarak labirent kavramını fantastik dokunuşlar eşliğinde sıkça kullanır. Sarah
kapı gibi görünmeyen kapılardan geçer, iyi gibi görünen kimi kılavuzlardan
kötülük görür, çok çirkin ve korkutucu bir karakterden de iyilik gördüğü gibi…
Üstelik final sahneleri tam da Escher’in tablosundaki gibi bir merdiven
topluluğu içinde geçer. David Bowie’nin Arif Mardin’le çalıştığı şarkıları da
bu rüya gibi filme eşlik etmekte. Özellikle de “As The World Falls On”
Bowie’nin diskografisi içinde sevilen bir aşk şarkısıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder