Eleştirmenin Not Defteri

24 Kasım 2012 Cumartesi

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 3



Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... 

1. Wanda Adında Bir Balık / A Fish Called Wanda

Komedi tarihinin en iyi skeçlerine ve filmlerinden bazılarına imza atan Monty Python ekibinden iki kişi; John Cleese ve Michael Palin’in varlığı “Wanda Adında Bir Balık”ı belki bir “Holy Grail” ya da “Life of Brian” seviyesinde kült haline getirmiyor. Nitekim o filmler içerdikleri müthiş zeki mizahıyla, tabularla ustaca oynayarak cesur söylemler geliştirmişti. Ama bu son derece dinamik senaryosuyla ve müthiş oyuncu performanslarıyla dikkat çeken, bir ‘insan insanın kurdudur’ hikayesini bir an bile sekteye uğratmadan anlatan “Wanda Adında Bir Balık”, zihinlerde her daim taze kalabilen bir filmdir.
Londra’da gerçekleştirilen bir mücevher soygununda ortaklar soygun sonrası birbirlerini haklama yarışı içine girerler. Ekibin lideri son anda polise yakalanınca işin içine bir de mahkeme faslı girer. Onu savunmak da İngiltere’nin en meşhur avukatlarından, saygın bir aile babası, aristokrat Archie Leach’e kalır. Oysa canhıraş bir şekilde ‘ganimet’i bulmaya çalışan Wanda (Jamie Lee Curtis) ve asabi sevgilisi Otto (Kevin Kline) Archie’nin hayatını hem çok zorlaştıracak hem de çok renklendirecektir... Ha, bu arada bir de kekeme Ken’in (Machael Palin) endişe verici suikast denemeleri vardır!
John Cleese’in yazdığı senaryo boş bir komik soygun hikayesi değil kuşkusuz. Bir defa ‘İngiliz olmak’ konusunda ciddi eleştiriler savuruyor. Ama bunu yaparken karşısına ilk başta sanıldığı gibi ‘Amerikalı olmak’ı koymuyor. Onu da yerden yere vuruyor. Kendi canlandırdığı Archie karakterinin esaret/aristokrat hayatından kaçıp özgürleşme çabası filmin tam merkezini oluşturuyor aslında.
Film İngiltere ve ABD’de çok beğenilmiş, hatta 3 dalda (Yönetmen, Senaryo, yardımcı Erkek Oyuncu) Oscar’a aday gösterilmişti. Kevin Kline muhteşem performansıyla bu ödülü hak etmeyi bilmişti. 
Tiglon etiketli DVD mağazalarda bulunabiliyor...


2. Siyah Orfe / Orfeo Negro
Orpheus oldukça iyi bilinen bir efsanedir. Yunan mitolojisine göre, Orpheus, çok yetenekli bir ozan ve müzisyendi. Şarkıları ve kibiri, dikkatini karısı Eurydice'den uzaklaştırmasına neden oldu. Ve ölüm karısını ondan alıp götürdü. O da aşağı, ölüler diyarına inip, dünyaya Eurydice ile beraber dönme iznini almak için cazibesini kullandı. Bir şartla kendisine izin verildi; asla karısına bakmayacaktı, sadece onun sesini duymakla yetinmesi gerekiyordu. Ama Orpheus bununla yetinmedi, onu görmek ve ona sarılmak da istedi. Bunun üzerine tanrılar Eurydice’i ondan aldılar.
Fransız sinemacı Jean Cocteau 1949’da zamanının hayli önünde, enteresan efektler denediği filmi “Orphée”de başkahramanı ‘şair’ Orfe’yi ve Ölüm Meleği’ni birbirine aşık eder. Sonra Orfe ortadan kaybolan karısını ihmal ettiğini anlayıp ‘araf’tan geçerek ölüm diyarına gider ve onu alıp tekrar yaşayanların arasına getirir.
1959’da yine bir Fransız yönetmen Marcel Camus ise henüz ikinci filmi olan “Siyah Orfe” (Orfeu Negro) ile Altın Küre ve Akademi Ödülleri’nde ‘Yabancı Film’ ödüllerini kazanmanın yanısıra Cannes’dan da Altın Palmiye’yi alarak üçte üç yapmıştı. Camus adı üstünde bu kez siyahi bir Orfe’nin bildik hikayesini bu defa Brezilya’ya, Rio Karnavalı ortamına taşımıştı.
Camus karnavala bir gün kala nişanlanan yakışıklı tramvay kondüktörü Orfe ile, kendisine musallat olan yabancı bir adamdan korktuğu için köyünden kaçan taşralı Eurydice’in yolunu kesiştirir. Eurydice’in peşindeki adam maskelidir ve karnavalda pek çok kişi maskeli olduğu için kalabalıklara çabucak kaynar. Bu esrarengiz maskeli takipçi aslında “ölüm”ün ta kendisidir… 
Yakışıklı, güleryüzlü, güneşin her sabah doğmasına sebep olacak kadar güzel sesi ve yeteneği olan müzisyen Orfe kendisine göz açtırmayan ve her daim kanı kaynayan nişanlısı Mira’ya rağmen, beyazlar içerisinde bir melek gibi karşısına çıkan Eurydice’ye aşık olur. Üstelik aşkına da çabucak karşılık bulur. Eurydice hüzünlü duruşundan kurtulur ve şehirdeki genel havaya uyup dansetmeye başlar.
Filmin başından beri durmayan ve bir süre tüm sahnelere eşlik eden müzik, görünen neredeyse tüm yan karakterler ve figürasyonun dans ediyor oluşu filmi yer yer müzikal havasına soksa da (Brezilyalılar bütün gün hep dansettiklerini düşündürdüğü için bu sahnelere tepki göstermişler zamanında) bunun bir amacı olduğunu Eurydice’nin trajik sonu geldiğinde anlıyorsunuz…
Bitmeyen bir şenlik gibi süregiden hayat, bir trajediyle birlikte bir kabusa dönüşüveriyor çünkü. Filmin başından beri durmayan müzik kesiliveriyor ya da çok uzaklardan belli belirsiz duyuluyor. Görüntülerin mantığı da değişiyor. Kimi sahnelerde kırmızı ışıklar belirginleşiyor, karanlık hakim oluyor. Orfe, Eurydice’yi bulabilmek için şenliğin karanlık yüzüne dalmak zorunda kalıyor.  
Mitoloji ile yoğun ilişkisi olan filmler zaten çok zengin okumalara müsait olurlar. Camus’nün filmi de çözmesi zevkli bir film. Tabi filmin özellikle ilk yarım saatinde resmen kulaklarınıza akın akın gelen ve hiç durmayan samba müzikler sizi çok rahatsız etmezse.
Filmin As Sanat’tan çıkan DVD’si bulunabiliyor...  

3. İki Dil Bir Bavul
Denizli’den Urfa-Siverek’in Demirci Köyü’ne gelen şehirli genç öğretmen Emre Aydın’ın yaşadıkları kurgusal bir hikaye eşliğinde de anlatılabilirdi aslında. Ancak o zaman film, yapmayı amaçladığı şeyi (yani durum tespitini) belki daha etkileyici ama biraz  da sahtekarca yapmış olacaktı.
Neredeyse tek kelime Türkçe bilmeyen küçücük kürt çocuklarına ilköğretim eğitimi vermeye çalışan Emre’nin zaman zaman sabrının taşıp, sesinin ayarının kaçması önlenecekti mesela. Robin Williams'ı hatırlatan ya da Şener Şen gibi ‘şeker’ bir öğretmen olacaktı Emre’nin yerinde. Herşey daha hesaplı kitaplı yapılacaktı. Seyrettikten sonra da herkes evlerine dağılacak ve ‘güzel bir film izlemiş olma’ hissinden öte kazanılan bir şey olmayacaktı.   
Oysa bu haliyle “İki Dil Bir Bavul”un yönetmenleri kameralarıyla birlikte köyün içine saklanmayı amaçlıyorlar. 75 günlük çekim süresi de bu yüzden. Normal bir filmin dört haftada bitirildiğini düşünürsek ekibin kendilerini ve kamerayı köy ahalisine unutturmalarının ne kadar güç gerçekleştiğini de anlayabiliyoruz.
Eğitimsizlik yüzünden tahrik ettirilen, devlet tarafından da sahiplenilmeyen ‘taş atan çocuklar’dan ibaret değil kürt çocukları. İçlerinde okumak isteyen, ailelerinin okumalarını istedikleri gül gibi çocuklar var. Zülküf’ler var, Rojda’lar var... Ve işin enteresan tarafı, bu gül gibi çocuklar anladıkları dilde eğitim alamıyorlar. Yabancı bir ülkede yaşıyormuş gibi önce onlar için ‘yabancı bir dil’i öğrenmek zorunda kalıyorlar. 2010 yılının Türkiye’sinde yaşanan soruna bakın! Sadece Türkiye’ye has bir sorun olmasa da çözümünün yıllar önce düşünülüp temellerinin çoktan atılmış olması lazımdı. Aslında sorunun çözümü de basit de birtakım kafalar bunu yıllarca görmezden geliyorlar. Zaten eğitim sistemimizin de neresi doğru ki kürt çocuklarının eğitimine sıra gelsin... "Şu öğrenciler olmasa Milli Eğitim Bakanlığı çok kolay idare edilirdi" diyen Milli Eğitim Bakanı gördü bu ülke!   
Bir de Demirci Köyü’nde yokluk içinde yaşanan hayatlar var ama ‘yokluğun’ altı hiç çizilmiyor filmde. Zaten orada yaşayanlar da yoksulluğu ya da yokluğu pek o kadar dert etmiyorlar. Dolayısıyla film bir tuzaktan daha yırtıyor bu şekilde... Batılıların doğu deyince ilk aklına gelen o meşhur ‘vurgu’yu, yoksulluk edebiyatını yapmıyor.  
Bir yandan bakınca kusursuz bir film de değil aslında. Bunun nedeni ‘zaman zaman belgeselmiş gibi rol yapıyor’ diye düşünmemizi sağlayan kimi sahneleri... Özellikle de öğretmen Emre’nin annesiyle yaptığı telefon konuşmaları. Bunlar seyirci duysun diye yapılmış konuşmalar olduğu için ‘doğallık’ hissini biraz olsun zedeliyor. Bunun dışında filme başka bir kusur bulmak zor. 
Filmin Kanal D'den çıkan DVD'si güç de olsa bulunabiliyor... 
 
4. Barbara
Soğuk savaşın dört nala sürdüğü yıllarda, Doğu-Batı Almanya dekorunda geçen hikayelere hasret kalmıştık gerçekten de... 1980’lerin Doğu Almanya’sında biraz gergin ama kısık ateşte pişen bir hikayesi var “Barbara”nın.
Otorite tarafından ‘fişlenmiş’ ve sonunda taşrada bir kasabaya doktor olarak ‘yollanmış’ Barbara kasabaya gelir gelmez daha en baştan bütün planını Batı’ya kaçmak üzerine kurmaya başlar. Kendisini izole edilmiş hisseden Barbara, kasabanın yerel kliniğinde etliye sütlüye bulaşmadan vakit geçirip, kendisini düzenli aralıklarla kontrol eden devlet yetkililerininin aşağılayıcı tavırlarına sabrederek kaçışını sağlayacak ‘Batılı’ yatak arkadaşının işaretini bekleyerek gün saymaktadır adeta... Ama kısa bir süre sonra klinikte çalışan meslektaşı Andre’nin samimi ilgisi ve onun tıbbi bilgisine ihtiyaç duyan iki hastası sayesinde bir ikileme düşer. “Barbara” tam da bu ikilemin filmi işte: yıllardır özlemini kurduğun başka bir hayata doğru ‘kaçmak’ mı; ya da içinde bulunduğun hayatın belki de yeni keşfettiğin değerlerine sahip çıkarak ‘kalmak’ mı?    
Barbara’nın, otoriter bir düzen içinde de olsa kendi mutluluğunu yaptığı işin sorumluluğu ve  küçük yaşam zevkleriyle bulan Andre’nin samimi ilgisine kendisini yavaşça bırakması (hatta bir süre direnmesi) yönetmen Petzold’un hiç de zorlanmadan, ustalıkla atlatabildiği bir tuzak. Petzold’un kamerası olayların tahmin edilebilir bir noktaya gelmiş olduğu zamanlarda bile serinkanlılığını bozmuyor ve kahramanlarının psikolojilerinden en ufak bir uzaklaşma eğilimi göstermiyor. Barbara’nın özgürlük arayışını aslında güvenilir bir adam (ya da insan) olarak açıklayan finaline kadar yavaş bir tempoyla ilerleyen film en çok da Nina Hoss’un inandırcı performansından güç alıyor. Andre rolündeki Ronald Zehrfeld de samimiyetiyle seyircide haklı bir sempati duygusu yaratmayı başarıyor...  Filmin DVD’si bir ay önce Tiglon’dan çıktı...

5. Labirent – Labyrinth
Hâlâ her rastladığımızda kolayca gözümüzün takılabileceği “The Muppet Show”un yaratıcısı Jim Henson sinemalarda Muppet’lardan bağımsız olarak iki film yaptı. 1986 yapımı bu filminde Henson, Hollandalı grafik sanatçısı M. C. Escher’in Relativity (Görecelik) adlı eserinden büyük ölçüde ilham aldığı fantastik bir hikaye anlatır. Yerçekim kurallarının olmadığı, merdivenlerle, kapı ve pencerelerle dolu paradoksal ve yüzeysel bir bütünlüğün olmadığı bir mekanın tarifini yapan bu eserden büyük ölçüde yararlanan “Labirent”in öyküsü aslında “Alice Harikalar Diyarında”yı ve hatta “Oz Büyücüsü”nü fazlasıyla hatırlatmaktadır. Aşağı yukarı her çocuk masalı gibi büyülü bir yolculuğa çıkan ve Cinler kralı Jareth (David Bowie’den uygunu olamazdı) tarafından kaçırılan küçük kardeşini arayan Sarah adlı genç kızın (gencecik ve pırıl pırıl Jennifer Connelly), yolculuk sonunda hayata dair bir şeyler öğrenmesiyle de sonuçlanır. 
Escher’in “Görecelik” tablosunu daha filmin en başında Sarah’nın odasının duvarına yerleştiren Henson, film boyunca bu grafikten yola çıkarak labirent kavramını fantastik dokunuşlar eşliğinde sıkça kullanır. Sarah kapı gibi görünmeyen kapılardan geçer, iyi gibi görünen kimi kılavuzlardan kötülük görür, çok çirkin ve korkutucu bir karakterden de iyilik gördüğü gibi… Üstelik final sahneleri tam da Escher’in tablosundaki gibi bir merdiven topluluğu içinde geçer. David Bowie’nin Arif Mardin’le çalıştığı şarkıları da bu rüya gibi filme eşlik etmekte. Özellikle de “As The World Falls On” Bowie’nin diskografisi içinde sevilen bir aşk şarkısıdır...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder