Eleştirmenin Not Defteri

2 Temmuz 2013 Salı

KRİTİK CÜMLELER - 1


Çeşitli yayınlarda yazdığım eleştiri yazıları arşivimden bazı seçmeler...

 

"Sen demin 'fosforlu kedi gözleri' mi dedin? Dur ben bunu bir not alayım..."
“Bu kadar anti-Amerikancı olup da dizinin son bölümünde oynatmak için fellik fellik Hollywood’lu oyuncu aramak da biraz tuhaf kaçıyor doğrusu...”  - Kurtlar Vadisi Irak


“O kadar dizi bölümünden sonra bile, Necati Şaşmaz’ın oyunculuğu hâlâ kasılmaktan ibaret” – Kurtlar Vadisi Irak 

“Film küçük küçük skeçlerden oluşturulmuş gibi ve bir sahnede güldürmeyi amaçlarken hemen arkasındaki sahneyle üzmeye çalışıyor. Bu döngü böyle üç beş kere birbirini takip ediyor ve kestirmeden finale ulaşılıyor.” – Maskeli Beşler 

“Zaten Ali Atıf Bir’i kadrosuna almış bir filmden de pek fazla bir şey beklememek lazım belki de!” – Maskeli Beşler Irak 

“Kazakistan’ı rezil ettiği konusunda ise belli bir doğruluk payı var. Ama aynı şey Amerika için de geçerli. Zira Borat, Amerikan yaşam tarzını araştırdıkça kazıdığı,yaldızın altında çürüme ve bir türlü önlenemeyen ırkçılık dışında pek de matah şeyler bulamıyor.” – Borat 

“Gülme eşiğinizin bayağı aşağıda olması gerek bu filmde gülebilmeniz için...” – Taxi 4

 
"Madem ki öleceğiz birkaç hayvanı da yanımızda götürelim... Sen de bir foto çek Morgan!"

“Mısır piramitlerinin tepesine çıktıkları sahnede (ki böyle bir şeye izin verilmiyor gerçekte!) neredeyse çizgi filme benziyor film.” - Şimdi ya da Asla (The Bucket List) 

“Hani bizde IV. Murat denince akla ilk Cihan Ünal gelir ya, bu filmden sonra da Edith Piaf denince akla ilk Marion Cotillard gelecektir.” - Kaldırım Serçesi (La Vie en Rose) 

“Görünüşte uzaydan gelen bir virüs yüzünden kötücül tarafıyla tanışan Peter Parker, aslında yetim ve öksüz kaldıktan sonra ona babalık yapan Ben amcasının gerçek katilini öğrendikten sonra intikam ateşiyle yandığı için kötüleşiyor. Tek takıldığım nokta bu kötü tarafından kurtulmak için kiliseye sığınması. Bu virüs de, efendim, kilise çanının sesiyle ancak alt edilebiliyor. Yani kötülükten ancak dine sığınmak yoluyla kurtulunabiliyor. Halbuki dine sığınıp kötülük yapanlar da var bu dünyada...” – Örümcek Adam 3 (Spider-man 3) 

“Antonio Banderas’ın canlandırdığı silahşörün uyuşturucu patronu Barillo’yla çatışmasını anlatan filmde Johnny Depp’in canlandırdığı çift taraflı bir CIA ajanı da var ki filmin bütün dengelerini alt üst ediyor. Çünkü Johnny Depp gözüktüğü sahnelerde tüm dikkatleri kendine çekiyor.” - Bir Zamanlar Meksika’da (Once Upon A Time in Mexico)

"Merhaba Ed, sakın panik yapma ama, kötü bir Nicolas Cage filminin içindesin dostum...
“Bir kısım Hollywood filmlerinin artık iyice suyunu çıkardığı ABD başkanının da maceraya katılması klişesi, artık çocuk filmlerinde bile sırıtır oldu. Üstelik şöyle bir komik ayrıntı var bu konuda; sözümona bütün ABD başkanlarının elden ele dolaştırdığı bir defter varmış. Bu defterde Kennedy’i kimin öldürdüğünden, uzaylıların gerçek olup olmadığına kadar bir sürü sırrın açıklaması yazıyormuş. Bundan çok daha zeki çocuk filmleri izledik biz!  - Büyük Hazine: Sırlar Kitabı (National Treasure: Book of Secrets) 

“Acaba sonunda ne çıkacak” diye sormaya başlıyoruz önce ama bir süre sonra filmdeki bazı karakterler aniden uçmaya (!) başlayınca bu sorunun da pek önemi kalmıyor, bırakıyoruz kendimizi akışa... – Gizemli Parçalar (The Forgetten)

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Film eleştirisi: MUHTEŞEM GATSBY (The Great Gasby)



F. Scott Fitzgerald’ın romanı yer yer okuyucuyu hikayenin ana omurgasından ayıran, fazla hayalperest, kimi zaman da müphem bir üslupla yazılmış bir metin... Bu biraz da hikayenin anlatıcısı konumundaki genç yazar Nick Carraway’in Fitzgerald tarafından çizilmiş hayalperest karakterinden ileri geliyor... Bu yüzden, Amerikan edebiyatının en iyi yazılmış romanlarından biri olarak kabul edilen “Muhteşem Gatsby”, defalarca senaryolaştırılmış olsa da sinemadaki karşılığını vermenin pek de kolay olmayacağı bir metin. Yine de 1974 yapımı Jack Clayton filminde Robert Redford’uyla, Mia Farrow’uyla ve Francis Ford Coppola’nın duygusal senaryosuyla en azından “bir zamanlar fakir bir delikanlı olan” Gatsby’nin muhteşem dönüşünün ‘aşk’lı kısmı melankolik bir tonla anlatılabilmişti. 

Buchanan’ların zenginliği ve Gatsby’nin zenginliği arasında insani bir fark var.... 
Gatsby’nin meşum yollardan elde ettiği varlıkları bir düşün peşinde koşmak adına harcadığı zenginlikle Buchanan’ların küstah, bencil ve de kaypak zenginliklerinin çatışmasını esere en yakın bir biçimde sunan film, Luhrman’ın bu önümüzdeki filmi aslında... Ama bunun ciddi bir başarıya dönüşmesini engelleyen bazı ‘fazlalıklar’ var bu filmde..  Buna karşılık Clayton’ın filmiyle neredeyse birebir aynı diyalogların kullanıldığı sahnelere karşılık, ‘aşırı sıcak bir yaz’ detayından feragat edilmiş. 
"Muhteşem Gatsby"nin Luhrmann uyarlamasında, farklı ve incelikli bir film müziği anlayışı, başarılmış bir sanat tasarımı (tamamı Avustralya'da çekilmiş bir 1920'ler New York'u (!), Fitzgerald'ın metnine saygılı ve de zenginleştirici bir görsellikle yazılmış bir senaryo (kitabı okuyanlar filmden daha çok zevk alacaktır) var... Ama Luhrmann'ın yönetmenlik tarzı kimi zaman trajedinin boyutlarını daraltıp boğuyor.... Birçok Luhrmann filminde başarılmış olan şey bu filmde tam olarak başarılamıyor. Biçim, içeriğin fazla önüne geçiyor... Hızlı giden lüks arabalar, çok kalabalık parti sekansları, New York inşaatı, zenginliğin getirdiği şaşaa, gece kulüpleri, Jay-Z, Bryan Ferry orkestrası derken geçip gidiyor hikaye... Oysa bence en güzel sahne neredeyse hiç efektin kullanılmadığı ve aşk üçgeninin bir otel odasında ‘patladığı’ sahne... Ve tabi ki filmin ve eserin ruhunu simgeleyen o ‘yeşil ışık’ ve Gatsby’nin o ışığa uzaktan duyduğu özlem... Benim bu filmden aklımda kalan en güzel iki detaydan biri... 
Luhrmann bol cümbüşlü tarzından, mesela “Kırmızı Değirmen”de (Moulin Rouge) yaptığı kadar çok hızlı kurgu, video klip efekti ve numaralarından biraz feragat etmiş olsa da birçok sahnede dikkatimizi bölecek kimi numaralar yapıyor. Bazen değişik müzik kurguları, bazen görsel efekt bombardımanı, bazen kalabalık sanat yönetimi ve oyuncu performanslarıyla dikkatimiz hikayenin trajedisinden koparabiliyor. Halbuki göz yaşartabilecek trajik bir finali var bu hikayenin ve Luhrman bunu kendi sinema anlayışını da koruyarak “Kırmızı Değirmen”de gayet başarmıştı...
Leonardo DiCaprio ve Carey Mulligan pek çok filmlerinde olduları gibi gayet iyiler; ki ben Carey Mulligan'ı ve o ‘ağlak’ ifadesini pek de sevmem... Ama Tom Buchanan rolündeki Joel Edgerton filmin en dikkat çeken oyuncusu! Tobey Maguire ise film boyunca aynı yüz ifadesiyle (‘ağzı açık ayran delisi’ mi derler?) dolanıp duruyor...
Filmin 3D olması ise Baz Luhrmann'ın "ben de bir deneyeyim" dürtüsünün bir sonucu olsa gerek ve ek olarak yine bir dikkat dağıtma efekti görevi görmekte açıkçası... Bollywood'un efsanevi oyuncusu Amitabh Bachchan'ın misafir oyunculuğu ise büyük bir sürprizdi benim için...  3/5

4 Mayıs 2013 Cumartesi

"IRON MAN" FİLMLERİ



“Iron Man” hiçbir zaman “Hulk”, “Örümcek Adam” ya da “X-Men” kadar çok takip edilen fenomen bir Marvel süperkahramanı olmadı. Oysa “Iron Man”in hikayesi günümüz dünyası için daha inandırıcı özellikler barındırır. Çünkü ana kahramanı “X-Men”deki kahramanların aksine erdemleri olan biri değil, iyi niyetli ama sinik bir gençken radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılıp kötülerin peşine düşen Peter Parker gibi değil. Ya da “Hulkda olduğu gibi idealist ve yakışıklı bir dahi çılgın bir deneyi kendi üzerinde denerken kontrol etmekte zorlandığı bir ‘süper mahluk’a dönüşmüyor. Belki de bu yüzden Marvel “Örümcek Adam” kadar sükse yapamayan karakterlerini “The Avengers” adı altında toplamıştı. “Iron Man” de Thor, Hulk, Captain America, Kara Dul gibi diğer kahramanlarla birlikte ekipte yerini almıştı. 
Herşeyden önce “Iron Man”in ‘alter ego’su olan Tony Stark bildiğimiz manada bir kahraman değil! Silah imalatçısı, çok zengin bir züppe, dini imanı para ve kadınlar onun için birer gece oyalanacağı oyuncaklar gibi… ABD’nin çıkarları uğruna parayı bastırana silahını satıyor. Kimin ne için kullandığı umurunda değil. Ama günün birinde kendi silahlarıyla rehin alınıyor. Orijinal hikayede zamanın moda düşmanı Vietnamlılar tarafından kaçırılmışken, 2008 yapımı ilk sinema filminde, Afganistan’daki bir terörist çete lideri ona zorla tahrip gücü yüksek bir roket yaptırmak istiyor. Ancak Stark kendisine verilen imkanları oradan kaçmak için faydalanacağı silahlandırılmış bir zırh yapmak için kullanıyor. Başarılı kaçış operasyonundan sonra ülkesine döndüğünde yaptığı işin farkına varıyor ve şirketinde daha faydalı teknolojiler üretme kararı alıyor. Tony Stark’ın ilk filmdeki bu ‘iyi’leşme süreci komedi oyunculuğundan gelen yönetmen Favreau tarafından düzgün bir ritm ve ‘humor’ duygusuyla ele alınmıştı. Tabii Robert Downey Jr. etkisini de unutmamak gerek... 

Sönük bir devam filmi...
İkinci film de büyük ölçüde sırtını Downey Jr.’a ve birinci sınıf oyuncu kadrosuna dayamıyor değil. Favreau, ünlü oyuncu sayısını artırmakla da kalmayıp kötü adamların, demir adam zırhının, robot askerlerin ve patlama çatlamaların da sayısını artırmış. Bir de genç erkekler için vücudunu saran siyah deriler içinde bir ‘hot chick’ ekleyivermiş. Black Widow rolündeki Scarlett Johansson’dan bahsediyorum. 
Mickey Rourke'un 'yaralı' kötü adamı Ivan beklenen etkiyi yaratamamıştı...
İlk filmde Stark’ın karikatürize edilmiş ‘yozlaşmışlığı’ bu filmde yerini, onun aşırı ve artık onu yer yer sevimsizleştiren özgüvenine bırakıyor. Film aynı zamanda,  bir süperkahraman serisine göre hayli erken bir tavırla alter egonun tüm dünyaya ilan edilmiş olmasının üzerine oynuyor yine. Evet, Stark tüm dünyanın önünde çırılçıplak duruyor. İki kişiliğiyle de... İcat ettiği silahlı zırh sayesinde doğu ve batı arasında istikrarı sağlamış üstelik. Film daha en başta mahkeme sahnesinde bunun altını kapkalın çiziyor. Silahlanmanın doğru kullanıldığında ne kadar da faydalı (!) olabileceğini söyleyen binlerce Hollywood filminden biri daha oluyor bu sahnelerde. 
Kötü adam Ivan Vanko’ya gelince; “Şampiyon” (The Wrestler) sonrası Hollywood tarafından yeniden keşfedilen Mickey Rourke’un zorlama ve sığ kötü adam karakteri doğrusu yeterince heyecanlandırmayı başaramıyor. Çünkü kötü adam olma motifi sıradan ve klişe. Bunu da daha ilk göründüğü sahneden belli ediyor. Sonra ‘dişli düşman’ olarak  Monaco’daki Grand Prix sırasında ilk ortaya çıkışıyla belli bir takip zevki yaşatmıyor değil. Ama sonrasında bir şekilde etkisileşip finale kadar adeta donduruluyor senarist sayesinde. Dolayısıyla finalde süperkahramanın ‘dişli düşman’la olan büyük kapışması da etkisini yitirmiş oluyor. Üstüne üstlük Favreau bu final sahnesine bir sürü robot doldurup bir “Transformers” kakafonisi yaşatıyor izleyicilere. Ondan sonra da heyecanla beklememiz gereken (ama öyle bir tansiyon değeri vermeyen) asıl kapışma geliyor ki, başladığı gibi de bitiveriyor. Zaten film boyunca Tony Stark ne hâlâ yoz kalmayı tercih eden silah tüccarı rakibi Justin Hammer (Sam Rockwell) ile ne de Vanko’yla doğru düzgün uğraşıyor. Kendi sağlık problemi ve inandırıcı olmaktan yoksun, yapıştırma bir ‘baba sorunu’yla ilgileniyor daha çok. 
Iron Man filmlerini sükseli efektleri değil; en çok Robert Downey Jr. seyredilir kılıyor....
Aslında üstten bir daha baktığınızda büyük bir potansiyel görmeniz mümkün filmde. Başı sık sık uyuşturucuyla derde giren, ayık olduğu zamanlarda rol aldığı filmlerde müthiş performanslar çıkartan Robert Downey Jr.’ın giderek Al Pacino’laşması kendisini izlemeyi giderek daha da keyifli hale getiriyor. Hem Gwyneth Paltrow hem de Scarlett Johansson estetik anlamda göz dolduruyorlar. İlk filmdeki Terrence Howard’ın yerini alan usta oyuncu Don Cheadle ise Savaş Makinesi (War Machine) adıyla silik bir figür olarak zırhlara bürünüp kendi özel filmine doğru yola çıkıyor adeta. Mickey Rourke bu hazır deforme fiziğini bu tür kötü adam imajlarında harcarsa eğer iyi para yapar belki ama ikinci baharındaki kariyeri için doğru olur mu bu şüpheli. Sam Rockwell ise her zamanki iyi performanslarından birini göstererek Robert Downey Jr.’dan sonra filmin en izlenesi oyunculuğunu sunuyor.
Ama gelin görün herşey aslında bir oyuncu olan Justin Theroux’nun kendi başına yazdığı ilk senaryosunda heba olup gidiyor. Böylesi bir dev prodüksiyonu da ilk kez senaryo yazan bir oyuncuya emanet eden zihniyet de ayrıca tartışılmalı.  

Her genç kızın rüyası: demir adam!
Ve üçüncü film...

Biri iyi diğeri pek de iyi olmayan iki filmin üstüne, birkaç süperkahraman daha takviyeli, eğlenceli “Yenilmezler”in (The Avengers) getirdiği sükse, “Iron Man”i ciddi bir gişe canavarına dönüştürdü. Aslında Marvel’in en çok sevilen karakterlerinden biri de olmayan “Iron Man”in sinemada mayasının tutturulmasında pek çok ‘blockbuster’ filmde olduğu gibi, fikirden ziyade ticari bir zekanın (ve tabi ki paranın) olduğu aşikar...
Biz ikinci filmde doğu-batı arasındaki düşmanlığı dengelemiş bir Iron Man görmüştük. Eskinin silah üreticisi, şimdi de adalet dağıtıyor ve dünyayı daha yaşanır bir hale sokuyordu. Tony Stark bütün teknolojisini ve kapitalist şirketini Iron Man teknolojisini geliştirmeye yöneltmiştir. Bu arada şirketi multi milyonlarını nasıl kazanıyor bilemiyoruz tabi! 
Üçüncü filmin, ikinci filmi pek de anmaması hatta yok sayması anlaşılır bir şey aslında. Kötü bir senaryodan oluşturulmuş filmin ne kötü adamı heyecan vericiydi ne de artık bir çanta boyutuna indirgenebilen demir kostümü. Üçüncü filmi aksiyon sineması türüne çok hakim bir senarist/yazar olan Shane Black’e emanet edilmesi akıllıca olmuş. O da ikinci film yerine öncül film olarak Iron Man’in çok önemli bir pozisyonda olduğu “Yenilmezler”i (The Avengers) önemsemiş daha çok. Tony Stark’ın “Yenilmezler” macerasında ölümden dönmüş olmasının getirdiği bir travmayla muzdarip olması filmin en önemli manevrası. Sık sık panik atak geçiren bir süperkahramanı her zaman göremezsiniz sonuçta. 
"Iron Man 3" en başta bir Arap teroristi paranoyası sunuyor...
Sonra neyse ki başka bir sürprizle bu klişeden kurtarıyor bizi...
Üçüncü filmin bir senarist sürprizi de; kaynak çizgi romanlarında kahramanımızı hayli zorlayan dahi bilimadamı, megolaman ve dövüş sanatları ustası “Mandarin”i önce Bin Ladin benzeri bir Arap teröristi olarak sunup sonrasında sürpriz bir ters köşe manevrayla madara etmesi... Black bir şaşırtmaca yaparak ilk filmin biraz öncesine bağlayarak açıyor filmini. Bu hayli ‘doğulu’ süper-kötü, filmin asıl kötüsü değil oysa. Asıl ‘süper-kötü’nün yine Amerikalı çıkması ve sicili pek de temiz olmayan bir Amerikan başkanını tehdit ediyor olması yine filme artı puanlar getirir belki ama yine de, Pentagon’un mesela kötü adamın izini ararken Pakistan’dan sinyal almalarının ardından ‘hemen vurun’ emriyle Amerikan bayraklı bir demir adamı (Don Chadle) çarşaflı kadınlarla dolu bir atölyeye göndermesi ne kadar da saçma! Bu kapalı kadınların orada aniden beliren bu ‘demir adam’a sarılıp onu kutlamaları vs. gibi sahneler, bu içi sadece yaldızla kaplı gösterişçiliğin Hollywood’luların ne olursa olsun vazgeçemedikleri uyuşturucuları olduğunu kanıtlamakta.
Birçok süperkahramanın tersine, Iron Man’in ‘mentor’unun (akıl hocası) yine kendisi olduğunun altını çizercesine filmin başına ve sonuna eklenen dış ses, yine güzel bir senarist dokunuşu. Bu sayede karakter kendi psikanalizini de kendi yapıyor. Giydiği zırhın sadece bir koza olduğunu da ifşa ediyor filmin sonunda. Tony Stark belki de bu demir maskeden kurtulunca gerçekten “insan” olabilecektir... 
Hah şimdi tam oldu bak!!
"Iron Man 3", büyük güçlerin insan doğasına getirdiği kontrolsüz egonun Bin Ladin, Kaddafi gibileri doğurduğunu söylerken de küçük bir detayı görmezden geliyor tabi; bu egoları getiren büyük güçleri hangi büyük güçler onlara veriyor peki?! 
En azından bilinçli seyirci bunları bilerek izlediğinde filmin eğlencesine kendisini kaptırıp, verdiği filtreli mesajları da yerli yerine koyabilir. Ama bunu yapamayacak yaştaki gençler için bu filmler hâlâ oldukça yoğunlaştırılmış Amerika reklamları olarak algılanabilir...  
Gwyneth Patrow’un tatlı Pepper’ı bir ‘süperkahramanın eşlikçi kızı’ndan finale etki eden bir kadın kahramana dönüşüyor...

21 Nisan 2013 Pazar

Film eleştirisi: GÖSTER GÜNÜNÜ (Kick - Ass)



Günümüz liseli ergenlerden herhangi biri sayılabilecek Dave’in cevabını en merak ettiği soru şu “Neden kimse ‘özel güçleri’ olmasa da süperkahraman olmayı denemiyor ki?” Aslında denenmiyor değil tabi. Ama Dave’in internetle alakası genelde porno ve oyun siteleri olduğu için bunlardan haberdar değil pek! Çünkü Dave’in aslında bir süper gücü var. Kendisi söylüyor: “Tek süper gücüm kızlar tarafından görülmemek!” Dave’in hayatı radyoaktif bir örümcekle tanışmadan önceki Peter Parker maşallah. Hatta ondan daha berbat... Annesini boktan bir hastalıkla kaybetmiş. Babası da renksiz bir tip. Dave cinsel eğitimini porno sitelerinden, hayata dair bildiklerini de çizgi romanlardan edinmiş. Herhangi bir konuda yeteneği de yok. Ama kafayı süper kahraman olmakla bozmuş... Hangimiz lise yıllarında bir kenara itildiğini hissettiğinde olmak istememişti ki zaten?

Dave dalgıç kostümü getirtiyor bir alışveriş sitesinden ve sokağa çıkıyor. Onun da bir süperkahraman adı vardır artık: “Kick-Ass”... Sonra kötülerle de tanışırız. Kudretli bir mafya patronu ve eli silahlı acımasız karanlık adamlar... “Göster Gününü” bu sahnelerle vasatın biraz üstü bir ergen komedi macerası izlenimi vermiyor değil en başta. Ama üstüste attığı vitesler öyle bir seyir deneyimine dönüştürüyor ki filmi, sonunda hayran kalmamak elde değil... 
Orijinal çizgi romanında "Kick-Ass"...
Zira Nicolas Cage’in canlandırdığı bir babanın (o da aslında Big Daddy isimli bir süperkahraman) 11 yaşındaki küçük kızına (Hit-Girl) ateş ederek çelik yelek eğitimi verdiği sahne seyirciye atılan ilk tokat. İkincisi Kick-Ass’in ilk vukuatında dayak yiyip, bıçaklanıp bir de üstüne araba çarptıktan sonra haşatının çıkmasıyla geliyor. Filmin çocuklarının ‘şiddet’le olan ilişkisi böyle çiziliyor daha hikaye çok da ilerlemeden... Ama asıl bomba Hit-Girl’ün ilk kez ortaya çıktığı o sahneyle geliyor. Küçük kızın bir dolu kötü adamı adeta parçalara ayırdığı bu sahne, filmin rengini bir anda çok değiştiriyor. Sonrası rengarenk, şiddetli bir fantezi...

Dave’in dikkat çekmek ve önemli biri olma isteği bir fitili ateşliyor. Mesela kendi alternatifinin doğmasını sağlıyor. Zengin babasına rağmen mutsuz olan arkadaşının Red Mist adıyla önce yanına sonra da karşısına geçmesine neden oluyor. Hit-Girl ve Big Daddy’nin intikam planını sekteye uğratıyor. Yani yaptığı seçimle domino etkisi yaratıyor. Ama yine de kirli bir düzene ve kötü yetişkinlerin dünyasına karşı başkaldıran çocuklar oluyorlar sonuçta....
Bazen grafik şiddetin tonu, özellikle de Hit-Girl’ün finaldeki koridor sahnesinde biraz kontrolden kaçıyor sanki... 

“Göster Gününü” Marvel’in sahibi olduğu Icon adlı bir yayıncının çizgi romanından  uyarlanmış. Yaratıcısı “Wanted” çizgi romanlarının da yaratıcıları olan Mark Millar ve John Romita Jr. İkilinin 2008-2010 tarihleri arasında yayımlanmış 8 sayılık maceraları var sadece. Yani aslında öyle devasa bir ‘ilgi odağı’ değilmiş zamanında çizgi romanları... Ancak Matthew Vaughn’un çektiği bu filmden sonra olağanüstü bir değer kazandı her sayı. Çünkü çizgi roman kültüründen hiç uzak olmayan bir yönetmen olan Vaughn, filmini rengarenk ve çizgi roman estetiğinden de faydalandığı kompozisyonlar, sahne geçişleri ve dinamizmle donatmayı başarmış. Buna herbiri ayrı bir yetenek olan genç oyuncularının performanslarını da eklerseniz ortaya bir an bile sıkılmanıza olanak vermeyen bir eğlencelik çıkıyor. Özellikle de Hit-Girl rolünde izlediğimiz 97 doğumlu Chloe Grace Moretz (“Kanıma Gir” ve “Hugo”da da izlemiştik) göründüğü her sahnede bütün ilgiyi kendine topluyor...

“Göster Gününü” bizde vizyona girmese de küçük süperkahramanlarını büyük tehlikelerin, vahşetin ve yoğun bir şiddetin içine atan bir fantezi. Ama 13 yaş altındaki çocukların da izlememesi gereken bir fantezi...  

Video 1: Filmin güzel bir seçkiden oluşan müziklerinden Gnarls Barkley’nin “Crazy” şarkısının çaldığı bu sahne filmin en “tatlı” sahnesi...

  
Video 2: Bu yaz devam filmini izleyeceğimiz "Göster Gününü" (Kick - Ass) ülkemizde vizyona girememiş, doğrudan ev videosuna inmiş bir filmdi. Filmin Tiglon'dan yayımlanmış DVD'sini hâlâ bulabiliyorken izlemenizi tavsiye ederim...
Aşağıda filmin fragmanını izleyebilirsiniz...


Video 3: Ülkemizde şimdilik 2 Ağustos 2013 günü vizyona çıkacak gibi görünen "Kick-Ass 2"de Jim Carrey'nin de önemli bir rolü var... Yönetmen ise maalesef Matthew Vaughn değil. Ayrıca fragmana bakarsak ilk filmden daha "şiddetli" bir ikinci film bekliyor izleyicileri...


19 Mart 2013 Salı

Kitap eleştirisi: YANGIN MÜZİĞİ (A.M. Homes)


Amerikan banliyölerine yönelik onca film ve romandan sonra artık oralarda yaşayan insanlara ve onların hayatlarına dair belli görüşlerimiz oluştu çoktan. Mesela Alan Ball’un Oscar’lı “Amerikan Güzeli” (American Beauty) senaryosu, sonra Alicia Erian’ın romanından uyarladığı “Tabu” (Towelhead), her ikisi de sinemaya başarıyla uyarlanan iki iyi roman Tom Perrotta’nın “Tutku Oyunları” (Little Children) ve Richard Yates’in “Hayallerin Peşinde”si (Revolutionary Road) ilk aklıma gelenler... Tabi ki daha çok var...
Genellikle sorunlu evlilikleri ve karışık duygular içinde belirli kalıplara sıkışarak yaşamaya çalışan bu insanlara trajikomik yaklaşımlarla bakılıyor hep. Aşağı yukları bütün hikayeler de  çoğunlukla keskin bir finalle noktalanmaktalar... Hep bir şekilde “kan dökülecek”tir...

“Yangın Müziği” (Music For Torching) de bu kalıpları aynen uygulayan bir roman...

Amerikalı gazeteci/yazar A.M. Homes kışkırtıcı bir dille yazılmış bir banliyö öyküsü daha sunuyor bize. New York banliyösünde iki çocuklarıyla yaşayan Elaine ve Paul, 40’larını aşmış, berbat bir evliliğin ve iki katlı düzgün, bahçeli evlerinin içinde sıkışmış bir karı-koca... Bir anlık bir refleksle, birlikte harekete geçtikleri bir anda kendi evlerini kundaklarlar. Ancak evleri bir şekilde ‘yarım bir hasar’la kurtulur... Aslında bu en kötüsüdür... Çünkü bu ‘yarım yamalaklık’ onların daha da kaybolmalarına ve giderek bir yıkıma doğru sürüklenmelerine sebep olacaktır...

Bir kadın yazar olarak Homes yukarıda sıraladığım örneklerden farklı duygulara ve durumlara ulaşmak konusunda yer yer başarılı... Oldukça kışkırtıcı bir dille yazılmış romanda en başarılı bulduğum bölümler karı-kocanın kafa seslerini duyduğumuz bölümler. Özellikle de Elaine’in bütün karışıklığı ve kaybolmuşluğu, sekse sığınışı (Paul de öyle ama Elaine’inki çok daha iyi anlatılıyor) –yazarın bir kadın olmasından dolayı belki de- çok inandırıcı ve başarılı... Homes’un kitabı bariz bir şekilde kadınlar arasında geçen bölümlerde şaha kalkıyor.

Usta çevirmen Avi Pardo’nun da yardımıyla zaten bol diyaloglu olan metin (bazı ciddi tashihlere rağmen), konuşma diline yakınlığı sayesinde de çok rahat akıp gidiyor.

Bir şekilde özgürlüklerini arayan ve evlerini yakarak bir “uyanış” yaratmaya çalışan bu çiftin hikayesini, belli bir oranda acı tebessümler eşliğinde okuyoruz. Lezbiyen ilişkilerde ve ateşli kaçamaklarda aranan çıkışlar, ebeveyn olmanın getirdiği sorumlulukları taşıyamama haliyle özlenen eski özgürlüklerin bitmek bilmeyen çatışması, böyle ailelerin bir süre sonra ergenlik zamanlarında okullarında silahlı eylemlere karışan çocukları, “Stepford Kadınları” (Stepford Wives) ile “Umutsuz Evkadınları” (Desperate Housewives) karışımı kıvamındaki banliyö kadınlarının artık bize o hayli tanıdık gelen dünyaları... “Yangın Müziği” bizi tanıdık sulara çekiyor yazarın kıvrak üslubuyla. Ama Homes’un bu hayatlara ve karakterlere bu kadar ‘acınası’ (ve biraz da nefretle) bakması ve bunun sonucunda da romanın en masum kişisinin olabilecek en kötü şekilde tüm günahların bedeli olarak kurban edilmesini bir parça yadırgadığımı belirtmem gerek. Açıkçası bana bu final fazla “bariz” göründü... Bu noktada yazarın, seks ve şiddet sahnelerine olan yaklaşımını ve olayların bazen oldukça hızlı ve atlamalı bir şekilde anlatılmasını Bret Easton Ellis (Amerikan Sapığı) gibi yazarlara yakın olma arzusuna bağladım...
Homes’un bu karanlık ve depresif romanını bitirdiğinizde yine de aklınızda bazı çok iyi yazılmış ve sanki bir filmde görmüşsünüz gibi kimi sahneler kalacaktır. Paul ve Elaine’in komşularının evlerinde geceledikleri sahneler, Elaine’in ilk lezbiyen tecrübesi ve özellikle de karı-kocanın aralarında geçen bazı diyaloglar mesela...

“Yangın Müziği” her zevke hitap etmiyor ama bu türün meraklılarını da gayet memnun edici bir ‘Amerikan’ romanı... (Sel Yayıncılık)            
 
http://www.burakgoral.com/

15 Mart 2013 Cuma

Film eleştirisi: SKYFALL



Biliyorsunuz, James Bond 23. ‘resmi’ filmiyle karşımızda bu hafta... ‘Resmi’ ifadesini bu toplamın dışında kalan bir film yüzünden kullanıyoruz. Yapımcı kavgaları ve telif meselesi yüzünden bu sayının içinde yer almayan “İnsan Gibi Yaşa” (Never Say Never Again, 1983) Bond filmi gibi başlamayan, Bond filmi gibi ilerlemeyen ‘gayrı resmi’ hatta ‘bağımsız’ bir Bond filmidir. (Film bizde video piyasasında "Asla Asla Deme" adıyla da çıktığı için bu konuda bir karışıklık yaşanmaktadır)
Film, Bond’un (Sean Connery) başarısız olduğu bir kurtarma simulasyonu ile başlar. Hatta kendisine dikkat etmediği, formdan düştüğü için M (Edward Fox) tarafından da azarlanır. “İnsan Gibi Yaşa” Sean Connery’nin İngiliz ajanı canlandırdığı son filmdir ve o yıl 53 yaşına basan aktör, Bond’un da yaşlanmaya başladığını hissettiği bir macerada birazcık da olsa alıştığımızın dışında bir performans sergiler...
Açıkçası resmi ya da gayrı resmi, çok sevilen bir Bond filmi sayılmaz “İnsan Gibi Yaşa”. Ama belli orandaki bir ‘farklılık’ın denenmesi açısından enteresandır.
2006 yılında karşımıza gelen yeni Bond ve onun ilk filmi “Casino Royale” de stüdyo işi olmasına rağmen aynı bağımsız takılma istek ve amacını taşıyordu. Sean Connery ve Roger Moore Bond’larından daha derin, Timothy Dalton ve Pierce Brosnan Bond’larından daha ‘ruh’ sahibi bir James Bond yaratma gayreti, yapımcıları alışıldık tipolojinin biraz dışında bir aktörle beraber ilk orijinal Bond macerasına geri döndürdü. Yaratıcısı Ian Fleming’in aynı adlı ilk Bond romanından uyarlanan film, Bond’da derin yaralar açan ve onun kadınlarla olan ilişkilerinin bu bildiğimiz hale gelmesine neden olan Vesper Lynd karakterinin de adamakıllı ilk kez anlatıldığı film olarak önemliydi. İkibinli yıllar için ‘update’ edilmiş (genç, daha atak, teknoloji uyumlu, daha duygusal) Jason Bourne gibi yeni çağ ajanlarına karşılık Bond’un kendi çizgisinden de uzaklaştırılmadan daha ‘insan’ bir eski usül ajan olarak baştan yorumlanan bu ikibinlerin ilk Bond filmi, tüm dünyada büyük ilgi ve sevgiyle karşılandı. 
"Casino Royale"e kadarki eski Bond filmlerinde bu kadar duygusal bir sahneye rastlamak zordu... 
Daniel Craig’in fiziğinde hayat bulan ‘yeni’ Bond, iyi yazılmış bir senaryo ve Martin Campbell’ın başarılı yönetimiyle dikkat çekiciydi. Derinlikli olay örgüsü, dişileştirilen M’iyle karikatür boyutundan uzaklaştırılan Q’su ve bazen bayağılaşma sınırlarında dolaşan çapkınlık seanslarının uzağındaki Bond’un kişisel dünyasına da alıştığımızdan fazla yer veren ve aksiyona da doyuran film hedefi onikiden vurmuştu. Tam da bittiği yerden başlayan Marc Forster’ın “Quantum of Solace”ı önceki film kadar başarılı değildi belki ama yeni Bond’un cilasını parlatan bir yapımdı.
“Skyfall” aynı çizgiyi sürdürse de, son Bond filmi olmadığını çok net bir şekilde söylüyor olmasına rağmen, öyle bir ‘son film’ duygusu yaratıyor ki üç filmdir başka türlü bir seyir keyfi aldığımız bu ‘yeni Bond’a sanki veda etmek zorunda kalıyor gibi hissediyoruz bittiğinde.
Ve Sirkeci'deki James Bond...
Öncelikle haftalarca İstanbul ve Adana’nın trafiklerini felç edilerek çekildiği sahnelerin “Takip: İstanbul” (Taken 2) fiyaskosundan katbe kat iyi olduğunu belirtmekte fayda var. Her ne kadar Adana caddelerini de İstanbul gibi göstermeye çalışırken trafikteki arabaların 01 plakaları gözardı edilmiş olsa da bu sadece dikkatli Türklerin gözüne takılan detaylar olacaktır. Bond’un da dillendirdiği gibi artık ‘cesur bir yeni dünya’ vardır. Teknolojiden güç alan, insanların oturdukları yerlerde sadece internet sayesinde bile dünyanın tüm dengesini bozacak aktivitelerde bulunabildikleri bir dünyadır bu. Düşmanların gölgelerde saklandıkları bir dünyada James Bond gibi eski usül ajanların işlevlerinin tartışmaya açıldığı bir yeni dünya düzeni... Gençleştirilmiş Q bile artık bütün o cafcaflı teknolojik oyuncaklarla uğraşmıyor. Ama buna karşılık Bond’a verdiği sinyal verici fena halde retro bir alet! M kendisinin yerini dolduracak yeni M’e karşı kendi sistemini ve Bond’u kolluyor. Onu ağır yaralanmasının ardından ‘hasarlı’ yeniden doğuşunu onaylayarak, MI6’yı tehdit eden bir ‘eski oğul/yeni düşman’a karşı savaşması için cephenin önüne sürmekten geri kalmıyor yine de. Yani Bond’un yeni macerası, TV’de yayınlanan her ajan/polis dizisinin birkaç bölümünde işlenen klişe bir hikaye: Eski bir oyuncu oyun sahasına düşman olarak geri döner. 
Küçük aksiyon filmi klişeleri bu iyi yapılmış ‘yeni çağ’ aksiyonlarına yakışmıyor... Maalesef birkaç tanesi “Skyfall”da da var... Mesela bu sahnede hızla giden bir trenin üstünde kavga eden iki adam var. Kısa bir süre sonra kötü adam tam orada boşta bir zincir bulacak ve Bond's onunla vurmaya başlayacak!
Ama bu klişe hikaye Sam Mendes’e farklı bir şey yapma alanı da açıyor.. James Bond’u derinlemesine inceleme fırsatı veriyor... M’nin emri altında çalışmış Silva teşkilat tarafından bir görev sırasında ölüme terkedildikten sonra güç toplayarak geri dönmüş, tehlikeli bir terörist olmuş ve şimdi intikam istiyordur. Bond’un karanlık tarafa geçeni, hatta onun eşcinsel bir suretidir kendisi! Bond’un Silva ile ilk karşı karşıya kaldıkları sahne ise “Skyfall”un kuşkusuz en güçlü sahnesi... Hatta bütün filmi bu sahne için çekmişler demek bile mümkün neredeyse...
Çünkü Silva, Bond’u kendi kendisiyle hesaplaştırıyor. Tabi ki bir Hollywood stüdyosunun elverebildiği ölçüde... Javier Bardem’in olağanüstü bir performansla can verdiği Silva, Bond’a kur yaparak, cinsel bir imada bulunmak amacıyla “Herşeyin bir ilki vardır. Ne dersin?” teklifinde bulunuyor. Bond’un cevabı beklenmedik: “İlk olduğu ne malum?!”... Her ne kadar basit bir olay örgüsüne sahip olsa da, hiçbir Bond filminin girmeye cesaret edemediği sulara ufak ufak girebiliyor film... M’nin ne derece koruyucu/kollayıcı olduğu tartışmalı ‘anne’liği, Bond’un yetimliği ve babaevinin patlatılmasıyla geçmişe çekilen  süngerle son buluyor “Skyfall”. Bunlar eskiden izlediğimiz Bond filmlerinde görmeye alışık olmadığımız detaylar kuşkusuz.   
Bütün film bu sahneyi bekliyor sanki...
Ama gelin görün ki Bond’un babaevine dönüşüyle simgelenen eski Bond filmlerine dönüş finali biraz can da sıkıyor. Dişi M’nin yerini Bond’la yarı ciddi bir dalaşmaya girecek yeni bir erkek M’ye bırakması, Bond’la sürekli kurlaşacak Moneypenny’nin görevine başlaması, eski Bond müziğinin tam da o versiyonuyla çalınıyor olması bundan sonra izleyeceğimiz Bond filmlerinin tonunun “Casino Royale”den başlayarak üç filmdir süren tondan giderek uzaklaşacağını ve eski Bond’lara daha çok yaklaşacağını haberliyor sanki.   

EKSTRA SEÇENEK:
"Skyfall" dahil birçok Bond filminin jeneriklerini tasarlayan Daniel Kleinman konuyla ilgili "incelikler"i anlatıyor: 


9 Mart 2013 Cumartesi

Film eleştirisi: SEFİLLER (Les Misérables)



Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri ve ateşli bir demokrasi savunucusu olan Victor Hugo, ölümsüz eseri “Sefiller”i, ülkesi Fransa’dan uzakta, mecburi sürgünündeyken yazmıştır. Hugo imparatorluk rejimine karşı çıktığı ve halkın çıkarlarını gözettiği için sürgündeydi. “Sefiller” dahil en güzel eserlerini de bu sürgün yılları sırasında yazmıştı. Bu yüzden “Sefiller” acıyla yoğrulan karakterlerinin hikayelerini yine acıyla yoğrulmuş bir dille anlatır. “Sefiller” Hugo’nun en halkçı romanıdır. Geniş kitleleri kendisine hayran bırakan roman, Fransız Devrimi’nin ardından yaşanan hayal kırıklığının, çöküşün fakir halk üzerindeki etkisi ve içlerinde yanan isyan ateşinin nasıl da yavaş yavaş canlanmaya başladığının hikayesini anlatır. Hugo’nun bu dev eseri üç güçlü ayak üzerinde sapasağlam yükselir. Birincisi elbette ezilen bütün bir halkı temsil eden ana kahramanı Jean Valjean’ın, kişisel bir hikayesi gibi duran, iyilik ve adalet duygusunun (biraz da dindar bakışla) aranışı. İkincisi onunla koşut olarak yükselen halkların eşitliğini zemin alan meşhur barikatların kurulduğu 1832 ayaklanması... Üçüncüsü de daha geri planda duruyor gibi olsalar da kadın kahramanlarının haberlediği erken bir kadın hareketi... Aslında hepsi temelde tek bir temaya hizmet ediyor, o da “insanın ‘insanca’ yaşaması gerektiği” ve "haksızlıklar"a karşı çıkma...
Bu dev roman üç şeyi çok iyi başarır: Karakterlerini belli özellikleriyle ele alıp ete kemiğe büründüren Hugo, onları haklarında daha fazla bilgi edinmemize gerek duyurmadan çok akıcı bir olay örgüsünün içine atar. Hikayenin temeline anlattığı dönemin politik ve sosyal atmosferini ustaca yayar ve bütün o klasik romanlar gibi (özellikle de romantizm akımına ait olanlar) müthiş bir duygusallığı da içinde barındırır...   
Tom Hooper'ın "Sefiller"i romanın politik altmetnini en iyi yansıtan uyarlama diyebiliriz...
Roman, televizyon ve sinemaya defalarca uyarlandı. Ama 1980’lerde Fransa’da sahnelenmek üzere bir müzikal olarak tasarlandığında, yaratıcıları Fransız müzisyenler Claude-Michel Schönberg, Alain Boublil ve Jean-Marc Natel’in (sözleri başarıyla ingilizceye çeviren Herbert Kretzmer’i de unutmamalı) aklına bunca yıl birçok ülkede sahnelerde kalacağı gelmemiştir büyük olasılıkla... Ne de olsa daha 80’lerde bile çok ‘izlenmiş’ bir hikayeydi “Sefiller”. Ama hikayenin muhatabını hemen avucunun içine alan o yoğun duygusu farklı formlarda da karşımıza çıksa hep yakalıyor insanı bir şekilde.
Tom Hooper’ın filmi bu müzikali temel alıyor. Dev bir eserden yaratılmış olsa da bir tiyatro sahnesine mecburen ‘sıkıştırılmış’ yapıdaki metni Hooper tam da layığıyla görselleştirmeyi başarıyor ki, açıkçası sahneden uyarlanan filmlerde de insan önce bunu arıyor... Hooper karakterlerin gözlerine ve yüzlerine odaklanıyor film boyunca. Onlar şarkılarını söyledikçe, ağladıkça, acı çektikçe ya da her ikileme düştüklerinde iyice yaklaştırıyor yüzlerine kamerasını...  Kadrajın sağına ya da soluna, köşeye alıyor karakterlerini... Hep bir şekilde kenardalar ve bir köşeye itilmişler sanki... Bir anlık bir dürtüsüne yenik düşerek hırsızlık yapan ve ömrü boyunca bunun yükünü sırtında taşıyan ‘vicdan sahibi’ Jean Valjean ya da sokaklara düşen zavallı Fantine’in haketmedikleri yaşamlara olan mahkumiyetleri gibi, Jean Valjean’ı sıkı sıkıya bağlı olduğu görevi gereği kovalayan, hikayenin ‘kötü’sü Javert de bir nevi kendi gururunun ve hırsının mahkumudur... Hooper her ne kadar karakterlerinin yakın planlarına sıkı sıkıya bağlı olsa da filmin nefes almasına sık sık olanak sağlayan kuşbakışı ya da genel planlara da yer açmış yeterince. Hikayenin ‘ilahi’ dokusuna da hizmet eden bir ‘herşeyi gören göz’ zaman zaman kendisini hissettirmekte.  
Bir Tim Burton filminden çıkıp gelmişler gibi duran, Sacha Baron Cohen ve Helena Bonham Carter ikilisi filme gerçek anlamda “renk” katıyorlar.. Vogue dergisine böyle bir poz vermişler...
Özellikle filmin ilk yarısı müzikalde de olduğu gibi neredeyse nefes nefese akıp gidiyor. Jean Valjean’ın ve Fantine’in kesişen hikayeleri ve Valjean’ın Fantine’in kızı Cosette’i himayesi altına almasıyla sonlanan ilk perdenin ardından, sefalet içinde yaşamaya zorlanan halkı uyandırmaya çalışan bir grup idealist öğrencinin arasına dalıyoruz. Bu bölümde de Cosette’e âşık olan Marius ve ona âşık olan Eponine’in oluşturduğu aşk üçgeni 5 ciltlik orijinal romanda başarıyla yedirilebiliyor olmasına rağmen tıpkı müzikalde de olduğu gibi filmde de belli oranda bir ‘kambur’ oluşturmuyor değil açıkçası. Ama yine de bu bölümde romanın hiçbir uyarlamasında olmadığı kadar başarıyla anlatılıyor politik zemin. Fransız devriminin getirdiği umut havasının bir süre sonra yerini hastalık ve yoksullukla ezilen halkın isyanına bıraktığını; tıpkı her toplumda olduğu gibi isyanın hep önce genç öğrencilerden başladığını, devrimin hep böyle doğası gereği ‘romantik’ olduğunu etkili bir sinema duygusuyla vermeyi başarıyor...
Barikatların sembol figürlerinden yürekli, küçük devrimci Gavroche'yi tüylerimiz diken izliyoruz çoğu zaman. Onu başarıyla canlandıran Daniel Huttlestone'un da ilk filmi üstelik...  
Hugh Jackman’ın Jean Valjean olmak konusundaki tutkusu, nefes nefese söylediği şarkılarda da bellli ediyor kendisini. Dünya edebiyatının bu en sevilen kahramanlarından birinde gerçekten de doğru notalara basmayı biliyor her iki anlamda da. Anne Hathaway’in Fantine’si ise kuşkusuz beyazperdenin şimdiye dek izlediğimiz en yürek yakan Fantine’si. Fantine’nin gözyaşları ilk kez bu kadar gerçek, acısı ve kızına duyduğu özlem ilk kez bu kadar ‘sahici’. Şarkı performanslarında Russel Crowe’u önce bir süre yadırgasanız da herkes sonra yerli yerine oturuyor. Ama Jackman ve Hathaway’den sonra Marius rolündeki Eddie Redmayne de akılda kalıcı bir performans sunuyor. Yetişkin Cosette’te izlediğimiz Amanda Seyfried de “Mamma Mia”daki rahatlığını sürdürüyor...
“Sefiller” klasik hikayelerin neden hâlâ klasik olduklarının en güzel kanıtlarından biri...

21 Şubat 2013 Perşembe

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 6

Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... Herbiri de farklı lezzetler barındırmakta... 

1. Rüya Kızlar / Dreamgirls


“Rüya Kızlar”ı sevmeyenler tek bir sebep ileri sürebilirler: Çok fazla müzik var. Ne de olsa  bir Broadway müzikalinden uyarlanmış. Bir dönem müzikal oyunların çok tutulduğu, müzikal ya da müzikli filmlerin gişe rekorları kırdığı ülkemizde artık müzikallere karşı duyulan ilgisizlik ve sevgisizlik ilginç doğrusu. 
Sahne sanatlarını konu alan her başarılı müzikal/filmde olduğu gibi “Rüya Kızlar”ın da ana meselesi ‘kibir’ aslında. Ana karakterlerinin hepsi insanlığın en büyük zaaflarından biri olan ‘kibir’den nasipleniyorlar. Hepsi de sonra da derslerini bir bir alıyorlar.
1950’lerde şöhretinin zirvesinde olan şarkıcı James Early’nin (Eddie Murphy) arkasında vokal yaparak müzik dünyasına adım atan üç genç şarkıcı Deena, Effie ve Lorell’in yıllara yayılan müzikal öyküsü bu. Çıkış noktası efsanevi Diana Ross’un The Supremes adlı grubunun gerçek hikayesi aslında. Ama ima edilse de o hikayenin anlatıldığı söylenmiyor ne müzikalde ne de bu filmde. Film, Amerikan müzik endüstrisinin acımasız dünyasının etkili bir profilini çıkarmakla kalmayıp son derece zengin bir karakter galerisi ve soul müzik sevenler için de tam bir müzik şöleni sunuyor. 
“Rüya Kızlar”da Eddie Murphy’nin kariyerindeki en iyi performansına da şahit oluyoruz. Oyuncu filmdeki şarkıları kendi sesiyle seslendiriyor. Tüm kariyerinin –şarkıcılık dahil- en başarılı performansına ev sahipliği yapıyor film. “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” Oscar’ını “Little Miss Sunshine”daki küçücük rolüyle Alan Alda’ya kaptırması bence tam bir sürpriz ve hatta haksızlık. Beyoncé de kliplerinde görmeye alıştığımız Beyoncé değil filmde. Kendisinden beklenmeyen, aksamayan bir performans seyrediyoruz. Üstelik güzelliğiyle de göründüğü sahnelerde ışıl ışıl parlıyor. Ama bizim ‘popstar’ yarışmasına kaynaklık eden ‘Amerikan Idol’ yarışmasının finalistlerinden Jennifer Hudson, Effie rolünde güçlü sesiyle resmen büyülüyor, ortalığı kasıp kavuruyor. “Rüya Kızlar” eğer müzikallere karşı özel bir antipatiniz yoksa kaçırmamanız gereken bir ses ve görüntü şöleni… Filmin Tiglon'dan çıkan DVD'si kolayca bulunabilmekte...

2. Adı Vasfiye


“Konu yok. Yazacak bir şey bulamıyorum” diye ortalarda dolanan genç bir yazar, deneyimli bir büyüğüne dert yanar. Büyüğü ona her tarafın konuyla dolu olduğunu ama bakmasını bilmesi gerektiğini söyler ve yanından ayrılır. Gencin gözü duvardaki bir gazino afişine takılır. Assolist Sevim Suna’nın afişine bakıp arkasındaki hikayeyi düşünürken bir adam yanaşır yanına ve “onun asıl adı Vasfiye” der. Genç delikanlının aradığı hikaye ayağına gelmiştir. Hem de ne hikaye... Genç yazar bu çıktığı yolculukta aynı kadını dört ayrı adamdan dinler.   
Atıf Yılmaz usta, “Adı Vasfiye”de bir kadını, onu tanıyıp da farklı özellikleriyle tanımlayan dört farklı erkeğin gözünden anlatmakla kalmayıp düş mü, gerçek mi belli olmayan bir tarzı filmine başarıyla yedirmesini bilmişti. Atilla Dorsay’ın zamanında Cumhuriyet gazetesine yazdığı gibi o zamanlara kadar ‘sinemamızda hiç denenmemiş bir anlatım biçimini' deneyen Atıf Yılmaz, bu tür biçimsel denemelerden her zaman başarıyla çıkmasını bilmişti zaten. 
“Adı Vasfiye” Ömer Kavur-Atıf Yılmaz ortaklığının en başarılı ürünlerinden biriydi. Necati Cumalı’nın “Ay Büyürken Uyuyamam” adlı eserinden Barış Pirhasan’ın uyarladığı senaryo bugünün senaristlerine ders niteliğini taşımakta.
Film aynı zamanda Müjde Ar’ın da en başarılı performanslarından birini içermekte. Ar, Vasfiye karakterinin içinde bir kadının ezilen, ezen, şuh, hüzünlü, fedakar ve zeki yönlerini tek tek gösteriyor. Kadın kişiliğinin girinti ve çıkıntılarını sergileyen film, erkeklerin tekdüzeliğine de küçük dokundurmalar yaparak bir enigma yaratmayı başarıyor. Sonunda Vasfiye’nin bize anlatılan kadınlardan hangisi olduğunu çözmek de yine bize kalıyor.  
Atıf Yılmaz’ın başyapıtlarından biri sayılan “Adı Vasfiye”nin Kanal D Home Video'dan çıkan DVD'si tek olarak da Atıf Yılmaz DVD Koleksiyonu adlı paket içinde de bulunabiliyor...

3. Zodiac


Konuya biraz merak duyanlar 1970’lerde San Fransisco körfez bölgesindeki cinayetleriyle dehşet yaratmış Zodiac lakaplı seri katilin kimliğinin hâlâ bilinmediğini dolayısıyla da yakalanamadığını bilmekteler. Filmin uyarlandığı kitabın yazarı, onun kim olduğunu bulmak için yıllarını veren Robert Graysmith, bu filmin ana karakterlerinden biri. Dolayısıyla filme başlamadan önce şunları biliyoruz: 1- Katilin kim olduğunun ortaya çıkmadığı, gerçek olayları anlatan bir film bu. 2- Hikayenin kahramanı sonunda hayatta kalıp bu filmin uyarlanacağı kitabı yazmış. Ama bunları bilmemize rağmen yönetmen David Fincher, bu 150 dakikalık filmi bize merak içinde seyrettirmeyi başarıyor.
Zodiac’ın cinayetleri dört adamın hayatını derinden etkiliyor. Film hem katilin izini onların sayesinde ipuçlarını takip ederek bize sürdürüyor, hem de onların bu adama duydukları takıntıların anatomilerini çıkarıyor. Şöhretli bir gazeteci olan Paul Avery (Downey Jr.) ve aynı gazetede karikatürist olan Robert Graysmith (Gyllenhaal), polis dedektifi David Toschi (Ruffalo) ve ortağı Bill Armstrong (Edwards) bu adamlar... Yüzünü göremediğimiz Zodiac’ın eylemleri de ara ara olanca vahşetiyle gösteriliyor. Sonrasında onun peşine düşen tüm bu adamların en inatçısı Robert çıkıyor. Robert ve diğerlerinin duyduğu bu yakıcı merak, topluma hizmet etmek amaçlı değil aslında, daha çok hayatlarının eksiklerini önemli bir bilgiyle doldurma ihtiyaçlarından kaynaklanıyor ve film bunu çok iyi veriyor. “Se7en”da olduğu gibi bir kez daha avın, peşine düşen avcıları avladığı bir durum sözkonusu.
Film bize birkaç şüpheli çıkarıyor. Aynı kitapta olduğu gibi onların olabileceğinin sağlam kanıtlarını da sunuyor. Yine de ‘işte bu adam’ demiyor, diyemiyor. Ama yine de seyircisini tatmin eden bir finali var. Yüzlerce kanıtın harmanlandığı, temponun hiç düşmediği, çok fazla diyalog içerdiğinden dolayı kimi detayların arada kaynadığı bir film “Zodiac”. Ama sinematografik olarak kusursuza çok yakın. Filmin Tiglon'dan çıkan DVD'si kolayca bulunabilir...


4. Şeytan Üçgeni / Triangle

Greg adlı genç bir adam arkadaşlarıyla bir tekne gezisine çıkmaya hazırlanırken başka bir arkadaşı Jess de (Melissa George) son dakika konuğu olarak marinaya gelir. Ancak Jess’de bir tuhaflık vardır. Oğluyla yalnız yaşayan Jess’in sıkıntılı günler geçirdiğini bilen Greg, onun da gruba katılmasına ses çıkarmaz. Ancak denize açılan grup, bir süre sonra terkedilmiş dev bir hayalet gemiyle karşılaşır. Grup gayet meraklı olarak ve içerde yardıma muhtaç birini gördüklerini düşünerek gemiye çıkar. Sonrasını asla tahmin edemezsiniz...
Bir İspanyol filmi olan ve ülkemize hiçbir festivalde dahi uğrayamayan “Timecrimes”   (Los Cronocrímenes) ile akraba olan bir film var karşımızda. Tıpkı onun gibi bu film de en başta oldukça klişe sahnelerle dolu basit bir gerilim filmi izleyeceğiniz hissini veriyor size. Ancak iki filmin de bir ‘kırılma noktası’ var. Bu noktadan sonra beyninizi iyice yormanızı istiyor sizden. Zira hikayenin geçmişinde yaşanan hiçbir olay silinmiyor, yenileri yaşanırken eski yaşananlar bu yeni yaşananlarla paralel olarak sürüyor. Yani aslında bir ‘çıkışsızlık’a dönüşüyor film. Bu çıkışsızlık, İspanyol filminde seyircisini ‘zaman makinası’ kavramını da işe katarak fantastik ve trajikomik bir dünyaya çekerken; “Şeytan Üçgeni” kahramanının beyninin içinde hapsolduğu gergin bir döngüye götürüyor izleyicisini. Olaylara bir türlü engel olamayan ve yavaş yavaş çıldıran bir karakterin başlattığı, herşeyin birbirine bu çıldırışla bağlandığı sarmal bir olaylar silsilesi bu. Öyle ki finalde aldığımız bilgiyle filmi bir kere daha izleme isteği uyandırıyor meraklısına. 
 Filmin Bermuda Şeytan Üçgeni’yle pek bir ilgisi yok. Aslında şöyle: önce “Hayalet Gemi” (Ghost Ship) gibi başlıyor, sonra “Bugün Aslında Dündü”ye (Groundhog Day) sonunda da “Timecrimes”ın mizahsız haline dönüşüyor. Avustralyalı güzel oyuncu Melissa George’un aksamayan ve fiziksel cazibesini neredeyse hiç kullanmadığı performansını barındıran filmin İngiliz yönetmeni Christopher Smith’i daha önce korku-komedi türünde çektiği “Kanlı Mesai” (Severance) filminden hatırlıyoruz..
Bu arada filmin bir sahnesinde kahramanımıza 237 no’lu kamarada önemli bir mesaj var. Tıpkı “The Shining”de olduğu gibi... 
Filmin Kanal D Home Video'dan çıkan DVD'si bulunabiliyor... 

 5. İntikam Peşinde / Fuk Sau (Vengeance)

Aksiyon ve triad (mafya) filmlerinin Hong Kong’lu üstadı Johnnie To, ne yazık ki ülkemizde kısıtlı bir kitle tarafından takip ediliyor. Oysa usta kendi türünde muhteşem filmlere imza atmıştır. İki film olarak çıkardığı ve Uzakdoğu mafyasının adeta anatomisini çıkaran “Election”lar, triad dünyasına romantik bir bakış atan “Exiled”, muhteşem plan-sekanslarla süslediği ve ‘bu sahneyi nasıl çekmiş acaba?’ sorularıyla izleyenleri hayrete düşüren “Breaking News” ve daha birçoğuyla, dopdolu ‘renkli’ bir filmografisi vardır. 
To’nun 2009 filmi “İntikam Peşinde”, Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın da içinde olduğu jüriyi acaba ne hale getirdi merak etmemek mümkün değil! Çünkü To’nun bu filmi olanca stilize sahneleri ve melankolisine rağmen binlerce kez –özellikle de uzakdoğu sinemasında- izlediğimiz intikam temasına pek yeni bir şey getirmiyor. İronik ve nostaljik bir tat vermesinin dışında Fransız eski katil/yeni aşçı Costello’nun mafya tarafından katledilen kızı ve ailesinin intikamını almak için Hong Kong’a gelmesinin pek tatmin edici bir tarafı yok. Sadece Costello’nun “Kabadayı”daki Şener Şen gibi amnezi sorununun olması bazı güzel detaylara vesile oluyor. Costello’nun kendisine üç tane vicdanlı serseri bulması ve büyük bir organizasyona karşı savaş açması; ama bir süre sonra bütün bunları, hatta intikamını bile unutması olasılığı filme belli bir merak duygusu katıyor. 
 Ancak en başta Alain Delon’un “Kiralık Katil” (Le Samourai) filmindeki Costello karakterine gönderme yapan intikamcı babayı yine Alain Delon’la çekmek isteyen Johnnie To bu amacına ulaşamamış. Sebebi de Delon’un senaryoya fazlaca müdahele etmek istemesi. Bunun üzerine uzun zamandır sinemada görünmeyen Fransız rock müzisyeni Johnny Hallyday filme dahil edilmiş. Hallyday’in hayli mesafeli performansı filmin melankolisini tamamlıyor. Ama Uzakdoğu filmlerine benim kadar meraklı olanlara ‘Hong Kong sinemasının Al Pacino’su diye adlandırılan Anthony Wong ve yine Hong Kong mafya filmlerinin bir nevi Christopher Walken’ı sayılabilecek Simon Yam de kadroda lezzetli performanslar sunuyorlar.  
Her Johnnie To filminde olduğu gibi stilize şiddet sahneleri, hayli kanlı... Ama kırdaki çatışma sahnesine özellikle dikkat!
Fİlmin Kanal D Home Video DVD'si kolayca bulunabiliyor...