Oğlan kızla tanışır. Birbirlerini çok severler ve
evlenirler... Sonra kötü bir şey olur ve oğlan ya da kız yeniden mutluluğun
peşine düşer... Böyle bir film yapmak kolay gibi görünüyor değil mi? Kolay
olsaydı ortada bu kadar çok çöp film olmazdı inanın... Özellikle 2000’li
yılların Amerikan yapımı romantik filmleri iyice ayarı kaçırdı.
Tamam tabi ki erkekle kadın arasındaki ilişkiler 80’lerdeki
gibi yaşanmıyor artık... Ama bunu
anlatmanın yegane yolu karakterlere ‘sevişmek’ kelimesi yerine ‘fuck’ dedirtmek
mi? Ya da bariz yatak pozisyonlarını alabildiğine gösterebildikleri seks
arkadaşlıklarından yola çıkmak mı? Bunu yapmayan romantik komediler ya da
romantik filmlerden türe yeni bir şeyler katabilen neredeyse üç beş film
seyredebildik son yıllarda...
“Aşkın Renkleri”ni (La Déelicatesse) de o üç beş filmin yanına itelemek mümkün
gibi bu yoklukta. Tabi ki bu Fransız yapımı bir film... Asla Amerikalıların
yaşayabileceği tarzda bir romantizm yok burada. Ama öyleymiş gibi başlıyor
sanki... Genç bir adam bir cafede güzel bir kızdan hoşlanıyor. Sonra yanına
gidip onunla tanışıyor. Bir süre sonra evleniyorlar ve mutlu bir çift
oluyorlar. Ancak tam da çocuk düşünmeye başladıkları zaman beklenen ‘kötü şey’
oluyor ve genç adam bir trafik kazasında
ölüyor.
İsveç bağlantılı bir şirkette müdür olarak çalışan Nathalie,
kendisinden çok hoşlanan evli patronunun ilgisine de yüz vermeden, üç yıl
boyunca zevksiz ve de renksiz bir hayat yaşar. Bir gün canı çok sıkkınken emrinde
çalışan İsveçli bir yalnız adam olan Markus’u öpüverir. Bu andan itibaren
Markus’un hayatı bir anda renklenecektir. Nathalie bunu çok bilinçli
yapmamıştır ama bu Türk tabiriyle ‘hımbıl’ ve de sıkıcı görünümlü Markus ile
önce sağlam bir arkadaşlık kurar, sonra da... İşte sonrası biraz zor... Çünkü
kimse hatta onu delice seven Markus bile kendisini Nathalie’ye bir türlü
yakıştıramaz...
İşte her şeyi başlatan o öpücük... Bu öpücükten sonra filmin seyir keyfi de büyük bir zıplama yapıyor. |
Fransa’da çok satar bir romandan yine yazarının senaryolaştırdığı
film kadın kahramana odaklı gelişecekmiş gibi başlıyor en başta. Nathalie’yi
takip eden kamera onunla beraber bir kafeye giriyor. François’nın Nathalie’yi
görür görmez duymaya başladığımız iç sesi bize ‘sıkıcı bir Fransız romantik
komedisi’ izleyeceğimizin sinyalini veriyor. Bir süre bu çok mutlu ilişkinin
klişe sahnelerini izliyoruz. François’nın ölümü bu sefer Nathalie’nin
bunalımına sürüklüyor bizi. Kısa bir süre de filmin romantik komedi türünden
melodrama geçtiğini düşünmeye başlıyoruz. Ancak Nathalie’nin Markus’u öptüğü
sahneden itibaren sadece Markus’un değil izleyicinin de algısında büyük bir
değişim yaşanıyor. Zaten filmin yapmak istediği de tam bu. Markus’un hele de
onu canlandıran François Damiens’in şahane performansı sayesinde film öyle bir
vites atıyor ki farklı espri anlayışıyla, zarifliğiyle, kırılgan
karakterleriyle son yıllarda izlediğimiz, özellikle de Amerikan kaynaklı bütün
rom-komları silip süpürüyor...
İsveçli Markus rolünde izlediğimiz François Damiens bu hayli "iddiasız" görüntüsünü o kadar iyi kullanıyor ki filmde, "işte oyuncu" diyorsunuz... |
Zira Markus gibi herhangi bir filmin ana
karakteri olamayacak derecedeki iddiasız, hatta etrafı tarafından ‘ezik’ olarak
değerlendirilen bir adamın, gerçek aşkı bu kadar dolaysız tarif ediyor oluşu
“Aşkın Renkleri”ni sadece sabun köpüğü bir rom-kom yapmaktan çıkarıyor. Hayatın
sürprizlerle dolu olduğuna bir kez daha inandırıyor sizi... Filmin başarılı
yönetmenliği de aynı inceliği ve samimiyeti taşıyor. Markus’un ‘İsveçli’liği
bile o kadar güzel bir mizah malzemesi haline getirilmiş ki bu sahnelerde
kahkalarla gülmek çok normal.
Audrey Tautou her zamanki zarifliği ve kırılgan
performansıyla tam olması gerektiği gibi. Ama François Damiens vücudundaki
bütün defoları karakterine ‘doğru’ yediren müthiş bir performans sunuyor... 3,5/5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder