"Gri Kurt” en başta vahşi doğada sıkışıp kalmış bir avuç adamın hayatta kalma mücadelesi gibi basmakalıp bir cümleyle tarif edilebilecek bir hikayeye sahip. Ancak işte yönetmenlik becerisi ya da içgüdüsü dediğimiz şey kendisini böyle bir basit cümleden büyük bir fikre varırken gösteriyor...
Alaska’da petrol rafinerisi
işçilerini zaman zaman karşılarına çıkan kurtlardan koruyan keskin nişancı
Ottway, yönetmen Joe Carnahan’ın şimdiye dek yarattığı en melankolik erkek karakter.
Ottway kaybettiği karısını
çok özlüyor çünkü onu kaybetmesiyle hayata ve dünyaya karşı hissettiği iyi ‘duygu’ları
da kaybetmiş... Ottway elinde dürbünlü tüfeği ve karısına hiç veremeyeceği
mektubuyla intiharın sınırlarında dolaşan, hayatını giderek daha ‘değersiz’
görmeye başlayan bir ruh haline sahiptir artık. Bir gün bütün bu anlamsızlığın
ortasında yok olup gitmeye karar verecek ve tetiği çekecek muhtemelen.... Ama
doğanın/hayatın ona başka bir sürprizi vardır...
Kazazedelerin hepsi birer ‘karakter’,
hiçbiri ‘tip’ değil.
|
Eve dönüş yolunda bir grup
rafineri işçisiyle aynı uçakta olan Ottway’in, uçağın yoğun kar fırtınası sonucu
düşmesiyle Araf’taki macerası da başlamıştır... Adeta zamanın durduğu, soğuğun
iyiden iyiye bastırdığı bu el değmemiş diyarların ev sahibi olan vahşi
kurtların topraklarında yarım düzine adam hayatları için kazanmalarının çok zor
olduğu bir mücadele içine girerler...
Ekipte her benzeri 'survivor' hikayesinde
olduğu gibi 'fazla' küstah biri vardır. Ama buradaki küstah kişinin yani Diaz’ın neden
böyle bir adam olduğunun bir sebebi var... Çünkü felaket filmlerinde böyle
adamlar genelde sebepsiz yere işi yokuşa süren, hikayenin bir yerinde
yaptıkları bir hareketle ekibi zor durumlara sokan bir ‘araç’ görevi görür.
Diaz’ın korkusunu ancak böyle örtülemeye, ötelemeye çalıştığını görüyoruz bu sefer.
Herkes hayatta kalmak için kendi hayatlarının bir ‘değer’ine tutunmaya ve ondan
güç almaya çalışıyor. Bir tanesi kızına tutunuyor mesela. Kızının sabahları
gelip uzun saçlarını onun yüzünde dolaştırarak uyandırması, etrafı kurtlarla
çevrilmiş adamlardan biri için yaşama bağlayıcı bir ‘neden’ oluyor. Hepsinin,
Diaz hariç, bekleyenleri, sevdikleri var... O sert, küfürbaz, kavgacı
erkeklikler ölümün kokusuyla birer birer dağılıyorlar... Hatalarıyla,
korkularıyla ve hep ittikleri, baskıladıkları duygusallıklarıyla yüzleşiyorlar.
Diaz içlerinde buna karşı en çok direnenleri... Ama o bile sonunda
çözülüveriyor...
İnsanın hayatta kalmak için
ne olursa olsun önce kendini yenmesi gerektiğini en çok öğrenen ise insanlardan
ümidini çoktan kesmiş olan Ottway oluyor. Carnahan onu siyah/beyaz bir
cehennemin içinde gösteriyor sanki en başta... Ayyaşların, eski suçluların kelimenin tam anlamıyla 'dağıttığı', florasan ışığı altında soluklaştırılmış
pis ve keşmekeş bir kantinde çevresiyle ilgilenmeyen, karısını düşünen
yalnız bir adamın melankolisiyle açıyor filmini... Elinde uzun namluluğu
tüfeği... Aslında ev sahipleri olan kurtları avlayan, silaha yani güce sahip olsa bile bütün
bunlardan bezmiş bir adam... Her şeyi bırakmak ve cennete gitmek istiyor...
Carnahan silahlı erkek
kahramanının silahla olan ilişkisini uçak düşer düşmez kesiveriyor. Artık silah
bir demir parçasıdır sadece... Çünkü artık Araf’ta kalanlar kendi silahlarını
yeniden keşfetmek zorundalar.
Ottway her korktuğunda
karısının anısına sığınıyor. Zaman zaman gökyüzüne bakıp Tanrı’yı arıyor...
İçlerinde düşmanı en iyi tanıyan o olmasına rağmen aslında kendi korkusuyla da
en çok yüzleşen o oluyor. Bir türlü sağlam bir ilişki kuramamış olsa da
babasını hatırlıyor Ottway sona yaklaştıkça. Küçük bir çocukken babasıyla
geçirdiği nadir sıcak zamanları ve babasının eski evlerinin duvarına küçücük
bir çerçeveyle astığı o küçük şiirini hatırlıyor sürekli...
“Savaşın ortasındasın bir kez
daha...
Bildiğim son sıkı kavganın
içinde...
Bugün yaşarsın ve ölürsün
İşte bugün yaşarsın ve
ölürsün...”
İnsanı "erkek" olmaya zorlayan bir dörtlük gibi sanki değil mi?
Ottway'in cennete doğru çıktığı yolculukta, karısı ona 'melek' olarak eşlik etmektedir aslında... |
Filmin bütün “erkek”
kahramanları yolculuklarını kendileriyle yüzleşerek tamamlıyorlar. Ottway’in
anılarında giderek çocukluğuna, babasıyla geçirdiği o öğleden sonraya dönmesi
ise filmin asıl duygusunun doruğa çıktı
an. Çünkü Ottway kendi özüne babasına sarıldığı o sahnede ulaşıyor...
Liam Neeson belki de talihsiz
bir kazayla kaybettiği karısını düşünerek o melankoliyi çok inanılır bir
şekilde bize geçiriyor. Havalı bir ‘felaket filmi lideri’ portresi çizmekten
uzak performansıyla seyircinin karşısına oldukça ‘saydam’ bir karakterle
çıkıyor. Tanınmaz haldeki Dermot Mulroney ve kadronun diğer oyuncularının da
tatminkar performansları filmi sekteye uğratmıyorlar...
Filmin bir çok güzel ‘an’ı
var. Mesela cüzdanların toplandığı ve cüzdanların (kimlik) finalde tekrar
ortaya çıktıkları o sahne... Uçak kazasının o ana dair en ufak bir detay göstermeden
son derece gerçekçi ve nefes nefese bir kurguyla verildiği kaza sahnesi gibi...
Bu ve benzer sahneler filmin görsel olduğu kadar duygusal dünyasını da
tamamlıyorlar.
Japon görüntü yönetmeni
Masanobu Takayanagi’nin karanlık-aydınlık dengesini ustalıkla tutturduğu
görüntü çalışmasına, en çok da Ridley Scott’la çalışan Marc Streitenfeld’in
etkili müzikleri eşlik ediyor...
Gerçekten bir kaç kere izlediğim harika bir filmdi, size bir şey sorabilir miyim? acaba film yazılarınızın altına imdb'deki gibi 'bu filmi beğenen bunları da beğenebilir' tarzında benzer öneriler yapmak sizce nasıl olur? örneğin bu film bana konu açısından 'alive' filmini hatırlattı (uçak kazası nedeniyle dağda mahsur kalan futbol takımı)...
YanıtlaSilalive harbi güzeldir...
YanıtlaSilLiam Neeson un en beğendiğim filmi bu.Son sahne müzik fonu,eşinin cesaret veren kelimesi ve babasının sözü;yaşa ve öl bugün kelimesi,muhteşem final olmuş.Umarım filmin devamı gelir.
YanıtlaSilLiam Neeson un en beğendiğim filmi bu.Son sahne müzik fonu,eşinin cesaret veren kelimesi ve babasının sözü;yaşa ve öl bugün kelimesi,muhteşem final olmuş.Umarım filmin devamı gelir.
YanıtlaSil