Eleştirmenin Not Defteri

29 Ekim 2012 Pazartesi

İKİ CÜMLEDE KRİTİK - 8



ARAMIZDA BEBEK VAR (Un Heureux Evénement)
Fransız sinemasının giderek artan ‘yeni akım’ romantik komedilerinden biri olan film, birbirini çok seven ve değer veren bir çiftin bebek sahibi olmasıyla değişen ilişkilerini son derece gerçekçi bir tonda ele alıyor. Hatta oyuncularının samimi performanslarının da etkisiyle o kadar gerçekçi ki çocuk isteyen mutlu çiftleri bu kararından vazgeçirebilir bile! 2,5/5

DEHŞET KAPANI (Cabin in the Woods)
“Buffy”nin yaratıcısı Joss Whedon yine kendisinden beklenileni yaparak gençlerin birer birer avlandığı “kanlı haftasonu” filmlerine farklı bir yorum getirmiş. “Dehşet Kapanı” son 10 dakikasına kadar çok iyi gitse de finale sakladığı ‘büyük sürpriz’i (o koca elden bahsediyorum) zayıf bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim...  3/5

İKİ SEVGİLİ (John and Mary)
Dustin Hoffman ve Mia Forrow 1969 yapımı bu filme tek gecelik bir ilişkinin sabahında uyanarak başlıyorlar ve ertesi gün yaşadıklarıyla, daha birbirlerinin isimlerini bilmeden sevişerek başladıkları bu ilişkiye devam edip etmeme konusunda bir karara varmaya çalışıyorlar... İki oyuncunun da gencecik halleri, iyi yazılmış ama çok daha iyi yazılabilecek bir senaryoda, türün meraklılarını sıkmayacak bir şekilde karşımıza çıkıyorlar... 3,5/5

ÖLÜM YOLCULUĞU (Apollo 18)
“Buluntu film” türünden film yapmayı sürdürüyorlar ve artık bu ‘sinema’ olduğu çok şüpheli türün iyice suyu çıktı. Fikir olarak iyi bir entrika üzerine kurulu olsa da, esrarengiz bir ay yolculuğunun sahte görüntüleri olarak bize izlettirilen film, tahmin edilebilir ‘formül’ olay örgüsüyle aslında oldukça klişe bir uzay gerilimi... 2/5

KAHRAMANLAR ÇAĞI (Age of Heroes)
Bond romanlarının yazarı/yaratıcısı Ian Fleming’in kişisel bir savaş deneyimini konu edinen bu eski usül ‘görevi olan komando takımı’ filmi bir yere kadar gerçekten de o “Kirli Düzine” gibi 2. Dünya Savaşı filmlerinin tadını vermiyor değil. Ama filmin başrolü Sean Bean’i bir anda yok eden son 15 dakikasını ve bir anda filmi bitiriveren finalini beğenmek mümkün değil... 2/5

ÖLDÜREN HATA (Panic Button)
DVD kutusunun üzerinde “yılların en iyi İngiliz korku filmi” demecini veren “Ain’t It Cool News” sitesinin yazarına sesleniyorum doğrudan: Sen yılda iki tane korku filmi filan izliyor olmalısın dostum! Evet, sosyal medyanın yaratabileceği terörle ilgili kimi güzel fikirler içeren bir senaryosu olmasına rağmen kısa bir süre sonra klişe bir korku filmine dönüşen, yetersiz bir film bu... 2/5

21 Ekim 2012 Pazar

STANLEY KUBRICK KARELERİ

"Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Lo-li-ta; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-li-ta."

- Söyleyin bakalım ne yapacağımızı ha? Bu soru benden çıktı. Alex. Benim adım bu.

Danny: Baba?
Jack: Evet?
Danny: Bu oteli seviyor musun?
Jack: Evet. Seviyorum. Sen sevmiyor musun?
Danny: Seviyorum sanırım...
Jack: Güzel. Burayı sevmeni istiyorum... Keşke hep burada kalsak... 
hep burada... sonsuza kadar...
"Yıldızlar kararıyor, samanyolunun parıltısı, tattığı -ve hazır olduğunda bir kez daha tadacağı- zaferle birlikte sönüyordu. İstediği yere gelmişti, insanların gerçek olarak adlandırdığı uzaydaydı..." 
(2001: A Space Odyssey - Arthur C. Clarke)

I am... in a world... of shit.


 

20 Ekim 2012 Cumartesi

Film eleştirisi: UZUN HİKAYE



Kenan İmirzalıoğlu samimi bir performans veriyor çoğu sahnede ama Tuğçe Kazaz'ın performansını da çok kötü bulmadım açıkçası...
“Uzun Hikaye” olanca iyi niyeti ve emeğine rağmen Türk sinemasının genel senaryo problemlerinden nasibini alan bir yapım olmuş... 
 Yazar Mustafa Kutlu’nun “Uzun Hikaye”si çift anlamlı bir kullanıma sahiptir. Kutlu bu 114 sayfalık eserini hem uzun bir hikaye olarak tanımlamış (ingilizce literatürde böyle eserlere konan bir isim var: novella) hem de hikayenin içeriğinde yılları kapsayan bir olay örgüsünü işaretlemiş...
Kutlu’nun hikayesi olayların geçtiği dönemi özellikle belirtmemekte ama bu zamansızlık, Türkiye’de bazı şeylerin iktidarlar değişse de bir şekilde sosyal yaşamda hep sürdüğünün altını çizmektedir sanki... “Uzun Hikaye”de adı ‘sosyalist’e çıkacak kadar eşitlikçi, vicdanlı ve iyi bir adam olan arzuhalci Ali’nin çok sevdiği karısı ölünce oğluyla bir başına kalıp Anadolu’nun çeşitli şehirlerine sürülüp gittikleri her yerde tutunamamanın, kök salamamanın sıkıntısını çekerler...  
Genç kuşak oyuncularımızdan Damla Sönmez ilgi çekmeye devam ediyor ama o balonlu gül yapraklı sahneyi kurtaramıyor maalesef...
Osman Sınav’ın yönetmenliğindeki filmin senaryosu ise romandaki pek çok olayın yerini değiştirip dramatik etkiyi arttırıcı bir takım manevralar içermekte. Ama bu manevralar maalesef inandırıcı bir şekilde yazılıp aktarılamamış peliküle. Ali’nin birbiri ardına sürüldüğü Anadolu kasabalarına göre filmi üç parçaya bölersek eğer, ‘anne’nin kaybedildiği ilk bölüm dışında tüm bölümlerin kendi içlerinde bir nevi tekrara dönüştüğü bir yapı üzerine kurulu film. Ali ve oğlu gittikleri her kasabada birbirlerinin tıpatıp aynı fikirdeki ve fazla boyutlandırılamamış, eşitlik düşmanı ve baskıcı “kötü adam”larla çarpışmaktalar.
Ali’nin daha trende tanıştığı tren şefinin yardımıyla oluşturduğu ve hikayeye masalsı bir ton kazandıran vagon evde geçen ilk bölüm Ali’nin karısının ölümüyle sonlanıyor. Film özellikle bundan sonrasını anlatırken gerçekçi tonla masalsı melankolinin dengesini tutturmakta zorlanıyor. İlk bölüm nispeten daha az bir arızayla atlatılırken, Ali’nin artık ergenlik çağındaki oğlu Mustafa’yla gittikleri diğer kasabada yaşanan bölüm pek çalışmıyor. Özellikle de Ali’ye neden kafayı taktığı yeterince belirginleştirilmemiş belediye başkanı ve adamının Ali’yle olan problemini yansıtan sahneler bu yüzden ikna edici olamıyorlar. Ama hikayenin asıl büyük problemi en çok da üçüncü bölümde yani baba-oğulun bize gösterilen bir sonraki duraklarında ortaya çıkıyor en çok. Kasabanın yine klişe bir ‘kötü’ devlet memurunun kızına abayı yakan Mustafa’nın hikayesi eğreti temeller üzerine kurulmuş. Ali ve Mustafa’nın işlettiği kitapçı dükkanında başlayan aşk, Mustafa’nın savcının evinin tepesinden balonla gül yaprakları dökmeye kadar varan demode bir romantizme doğru evriliyor. Savcının sarhoş ve de aylak yeğeninin (Erkan Avcı) devreye girerek savcıyla Ali’yi karşı karşıya getirmekteki katkısı ise zorlama bir senaryo manevrası olarak filme zarar veriyor...
"Zenne"den de tanıdığımız Erkan Avcı'nın karakteri hikayeye yapıştırma gibi duruyor... Ali’ye kur yapan kasaba öğretmeni ise hem kötü yazılmış hem de kötü oynanmış bir karakter... 
Mustafa’nın babasına artık yer değiştirmekten bıktığını ifade ettiği çıkışı ise güleryüzlü bir tavırla ele alınmış olmasına rağmen Ali’yi cezalandıran bir finale götürüyor hikayeyi. Aslında Mustafa’yı ve aşkını daha çok önemsiyor olsak bu bir sorun olmayacak. Ama film Mustafa’nın çocukluk, ergen ve genç çağlarını bize izlettirmiş olsa da ona karşı bir sempati oluşturmayı başaramıyor. Bunda özellikle de son kısımda Mustafa’yı canlandıran Ushan Çakır’ın da katkısı var tabi!
Osman Sınav’ın da ülkemizde çok yapılsa da dönem filmi/dizisi çekilirkenki yaşanan sorunlardan nasibine düşeni aldığını söyleyebiliriz. Mesela bu yüzden filmin ‘genel plan’ eksikliği hissedilir derecede kendisini belli etmekte... Baba-oğul’un yaşadıkları yerleri, filmin mekanlarını tanıyıp coğrafyasını kafamızda oluşturabilmek bu dar açılı sahneler yüzünden pek mümkün olamıyor... En basitinden filmin en orijinal mekanlarından biri olan ‘vagon ev’in içini şöyle bir tamamen göremiyoruz... 
Bir de maalesef televizyon dizilerinin sinema filmlerimizin öyküleme üsluplarına getirdiği  yıkıcı zararlar var ki, aslında bu da başlı başına bir yazı konusu...        

15 Ekim 2012 Pazartesi

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 2

Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... 

1. Son Öpücük / L’ultimo Bacio














Eski günlerinden uzak olan İtalyan sinemasına yeni soluklar getiren iki yönetmen oldu 2000’lerde: Ferzan Özpetek ve Gabriele Muccino. Özpetek’in sinema anlayışının dinamikleri daha hikaye ve karakter odaklı. Muccino ise biçime de en az içerik kadar önem veren bir yönetmen. Bol diyaloglu filmlerini hareketli kamerasıyla, başvurmaktan çekinmediği plan-sekanslar ve dinamik bir kurguyla sunuyor. Asıl büyük başarısı ise bir Hollywood filminde abartıya ve yapaylığa sebep olan bu sinematografik kararları verirken duygusallıktan hiç ödün vermemesi. Bu yüzden Hollywood’dan teklif alıp orada bir-iki filme imza atması da kaçınılmazdı.
“Son Öpücük” ülkesinde olduğu gibi bizde de belli kesimlerce çok beğenilen bol ödüllü bir film. Çünkü hayatın çok içinden gelen bir hikayesi var. Birbiriyle bağlantılı sekiz ayrı karekterin evlilik, aşk ve bağlılık konularında yaşadığı gelgitleri son derece başarılı bir hikaye kurgusu eşliğinde anlatıyor film. Filmin merkezinde hamile olan sevgilisi Giulia ile evlenme hazırlığı yapan otuzlarına yeni girmiş Carlo var. Ancak Carlo bir türlü evliliğe hazır hissetmemektedir kendisini. Nitekim bir arkadaşının düğününde tanıştığı Francesca adlı genç bir kız onda yeni heyecanlar uyandırır. Carlo’nun evli arkadaşları da hayatlarından pek memnun değillerdir. Bu onun kafasını daha da karıştırır... 
Sonunda kenarda bir yerden kementi yiyen her erkek artık vahşi atlar gibi oradan oraya özgürce  koşturamayacaktır. Bu süreç bir bakıma erkeğin iğdiş edilmesine de benzetilebilir. Nitekim “Son Öpücük”te de kadınlar ne istedikleri konusunda genellikle çok ‘net’ler. Erkekler ise başka kadınlarla olabilme ‘şans’larına veda etmek zorunda hissetmekteler. Bu da ne yazık ki kadınların anlamakta çok zorluk çektiği bir erkek psikolojisi ve de hayli evrensel! Muccino bu psikolojinin yarattığı pek çok durumun komedisini de dramını da başarıyla yaratmayı biliyor bu filminde...  
“Son Öpücük”ün Kanal D'den çıkan DVD'sini özellikle D&R'ın kampanya DVD'leri içinde bulabilirsiniz...  

2. In Bruges 














Bruges (Brüj diye okunuyor) Belçika’da bulunan günümüze kadar korunabilmiş, Ortaçağ şehirlerinden biri. Belçika hükümeti şehrin üzerine titriyor bozulmaması için. Ve inanılmaz bir şey ama Avrupalı turistlerin adeta akın ettiği bu kent daha kendi sınırları içinden en ufak bir taşma bile (hani bizdeki mantıkla ‘bir tesis de şuraya konduralım’ girişimi) yaşanmamış. 
Geçen yılın Oscar adaylıklarında adından sıkça bahsettiren “In Bruges” (film ülkemizde vizyona girmedi, DVD’si için de Türkçe isim konulmamış) yönetmeni Martin McDonagh için rasgele seçilmiş bir şehir değil tabi ki. Pek yolunda gitmeyen bir işin ardından patronları tarafından yeni işlerini beklemek üzere oraya gönderilen iki tetikçinin hayatlarını sorguladıkları bir mekana -ya da moda deyişle 'Araf'a- dönüşüyor bu turistik ve sürprizlerle dolu şehir. Genç ve hedonist tetikçi (Farrell) ile tecrubeli, tarih meraklısı ortağı (Gleeson) bu bekleme sürecinde zaman zaman sıkılacak, bazen de varoluşlarını sorgulayacaklardır. Sonunda bambaşka bir sebeple orada tutulduklarını öğrenene kadar... 
Olayın içinde biri genç biri yaşlı iki tetikçi olduğunda aklınıza hemen Stallone-Banderas ikilisinin kapıştığı “Suikastçılar” (Assassins) gelmesin. Richard Donner’ın filmi hikayenin felsefesiyle pek az ilgilenip filmini ne kadar aksiyona boğduysa “In Bruges” da bunun o kadar tersini yapıyor. McDonagh senaryosunu da kendi yazdığı bu ilk uzun metrajlı filminde adeta zamanın donduğu bir şehirde sürgüne gönderilmiş iki farklı kuşağı birbiriyle değil kendileriyle hesaplaştırıyor... 
Ralph Fiennes’ın olaylara katılımıyla temposu artan filmin komedi dozu da, aksiyonu da, gerilimi de çok ‘ince’ ayarlanmış. Özellikle senaryosu BAFTA dahil pek çok festivalden ödüllendirilen bu şık filmin As Sanat'tan çıkmış DVD’si de zengin ekstra içeriğiyle ilgiyi hak ediyor... Küçük çaplı bir aramayla hâlâ da bulunabiliyor...    

3. İçimdeki Yangın / Incendies












Bir tiyatro oyununu böylesi bir sinema filmine çevirmek çok rastlanan bir durum değil. “İçimdeki Yangın” Radiohead’in “You and Whose Army?” adlı şarkısı eşliğinde başlar başlamaz seyircisini etki altına alıyor ve iki saati aşkın süresine rağmen de onu bir an bile kendi başına bırakmıyor...
Annelerinin ölümünden sonra onun vasiyetini dinleyen ikiz kardeşlerin önlerine iki zarf konur. Biri öldü sandıkları babalarına diğeri de daha önce varlığından hiç haberdar olmadıkları ağabeylerine iletilecektir... Kardeşler annelerinin Lübnan’daki iç savaş yıllarına uzanan gerçek hikayesine daldıklarında şok edici bir gerçekle yüzleşeceklerinden habersizdirler.  
1975’te patlak veren, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında başlayan Lübnan İç Savaşı’nda olaylar Filistin Kurtuluş Örgütü’ne ve oradan da İsrail’in katılımına kadar uzanmıştı. Bu süreç içinde sadece farklı dinlerden oldukları için birbirlerinden nefret eden insanlar, insanlıktan çıkmış bir şekilde korkunç cinayetler işlediler. İkizlerin annesi Nawal Marwan’ın bütün bu kaosun ortasında kalışı, daha doğar doğmaz kucağından alınan oğlunu arayışı ve 15 yıldan fazla bir süre yaşadığı büyük işkence, filmde içimizde gerçekten de bir yangın başlatacak şiddette bir sinema duygusuyla gözlerimizin önüne seriliyor.
Kanada’lı yönetmen Denis Villeneuve filmini ağır ağır ama etkili sahnelerle dolu, geçmişle bugünü iç içe geçiren sağlam bir senaryoyla (bir danışman eşliğinde kendisi yazmış) çekmiş. Filme başından sonuna eşlik eden melankolik ton, bittikten sonra da bir süre peşinizi bırakmayacaktır...   
Filmin Tiglon'dan çıkan DVD'si mağazalarda bulunabiliyor...

4. Yeryüzündeki Son Aşk / Perfect Sense

 
 











Dünyanın sonuyla ilgili ne kadar çok film yapılmaya başlandı farkında mısınız? İnsanoğlu kendi gidişatından hiç memnun değil. Belki bir toplu temizlik istiyoruz... İçgüdüsel bir ‘sil baştan’ arzusuyla da açıklanabilir belki bu istek... Biz bu dünyaya iyi davranmadığımız gibi birbirimize de iyi davranamadık... Son bir – iki yılda giderek kendisine daha çok yer bulan bu karamsar bakış bir aşk filmine dekor olunca daha çok iç burkuyor ve anlamını güçlendiriyor doğrusu...
Ama diğer yandan bu sona yaklaştıkça şiddetlenen aşk bize aslında sevmenin ne kadar vazgeçilemez bir dürtü olduğunu da anlatıyor. Lüks bir restoran aşçı olan Michael ile bir bilim kadını olan Susan’ın aşkı tam da büyük bir salgının keşfedildiği günlere denk düşüyor. İnsanlar arasında giderek yaygınlaşan ve beş duyuyu hedef alan bu hastalık önce kendisini farklı semptomlarla gösteriyor. Her krizden sonra duyulardan bir tanesi kayboluyor. Mesela önce hissizleşiyor insanlar, sonra koku alma duyuları yok oluyor... Bağır çağır bir sinir krizinin ardından duyma yetileri kayboluyor... Michael ve Susan hastalığın bütün aşamalarını bir şekilde kendi hayatlarına adapte ederek aşklarını yaşatmaya çalışıyorlar... Ta ki dünyanın sonuna kadar...
Yönetmen David Mackenzie filmini herhangi bir salgın filminden farklı olarak ‘salgın’ı motif olarak kullanıp aşkın kimyasına yoğunlaşıyor en çok. Tabi ki insanı insan yapan şeylerin kaybedilmesiyle sevginin de aynı kaderi paylaşıp paylaşmayacağını da araştırıyor. Film insanın hayatta kalma mücadelesi sırasında bile kalbinin sesini dinleyebileceğini anlatıyor. Mackenzie iki güzel insanı bulmuşken onları bol bol çıplak da bırakarak hikayenin estetik yanını da güçlendiriyor.
Ne var ki yine de ikilinin arasında doğan aşkın başlangıcı ve ilerleyişi finaldeki aşkın gözyaşartan şiddetiyle pek uyuşmuyor... Biz Michael ve Susan’ın birbirlerine karşı hislerinin sanki birbirleri yüzünden değil de yalnız kalmamak için güçlendiğini hissediyoruz. Filmin tek aksayan yönü sadece bu olmuş...  

5. Kabuslar Adası / Hierro













İspanyol korku filmlerinin belli bir çekiciliği var, artık ikna olduk... “Yetimhane” (the Orphanege) ve iki tane “Rec” filmi önce olmak üzere oradan gözlerimize ulaşabilen her korku-gerilim filmi belli bir seyir zevki veren filmler oldular.
 “Kabuslar Adası” (Hierro) aynı yapımcıların destekleriyle çekilmiş olmasının yanısıra hikayesiyle de az da olsa “Yetimhane”yle benzeşiyor.
Nitekim yine esrarengiz bir şekilde ‘yok olan’ çocuğunu arayan bir annenin izinden gidiyor film. Hierro adasına yapılan bir feribot yolculuğu sırasında küçük oğlu Diego’yu kaybeden Maria, altı ay sonra tarife çok uyan bir cesedi teşhis etmesi için adaya tekrar çağrılır. İşte Maria’nın gergin hikayesi de asıl bundan sonra başlar...
Film aslında metaforlarla dolu bir yolculuk. Maria’nın hikayesini Jung’cu bir yaklaşımla ele almak da mümkün, İncil’den yola çıkarak yorumlamak da... Nitekim ismi Maria olan annenin (İsa’nın annesi Meryem’e Jung’cu bir gönderme) sık sık onun babasızlığına vurgu yaptığı oğlu Diego’nun bir nevi Hz. İsa’yı temsil ettiğini kabul etsek, Maria’nın oğlunun ölümüne inanmayıp onu arayıp durması da İncil’deki bir hikayeyi andırıyor. Nitekim Hz. İsa’nın ölümünden sonra Meryem’in onun mezarına giderek onun canlanmasını beklemesi İncil’in birinci kitabı Matta’da geçen bir hikaye... Şimdi sıkı durun; Filmde Maria, Hierro adasında oğlu sandığı başka bir çocuğu buluyor. Onun adı da Mateo... Yani Matta’nın (Havari Matthew’un adı) İspanyolca karşılığı...
Dolayısıyla film aslında bir anlamda sorunlardan çıkışı din olarak görenlere karşı gizli bir eleştiri savuruyor. Nitekim burada seyir zevkinizi bozacağı için açıklayamadığımız  çarpıcı final, Maria’nın bulduğu çözümün pek de dinle alakası olmadığını gösteriyor...
Genç yönetmen Gabe Ibanez’in ilk uzun metrajlı filminde zaman zaman ritmin düştüğü, hikayenin sarktığı sahnelerde devreye görüntü yönetmeni Alejandro Martinez’in olağanüstü görüntüleri giriyor.
“Kabuslar Adası” bir adaya hapsedilen gizemli bir atmosferi olağanüstü görüntülerle süsleyen bir ilk film. Yönetmen Gabe Ibanez’in daha iyi filmleri olacaktır, merakla bekleyebilirsiniz...

     

14 Ekim 2012 Pazar

Film eleştirisi: TAKİP:İSTANBUL



2008’de karşımıza gelen, Luc Besson’un bir sıkımlık yeni yetme fantezilerinden oluşturup yapımcılığını üstlendiği “96 Saat” (Taken), sevilen ve güven veren oyuncu (böyle bir tanım var artık, evet!)  Liam Neeson sayesinde beklenmedik, yoğun bir ilgiye mazhar oldu. CIA ajanı Mills’in fuhuş ticareti yapanlarca kaçırılan kızını bulabilmek için apar topar Paris’e iniverip şakır şukur adam öldürmesi pek bir sevildi.
4 yıl sonra gelen bu devam filminde ise Mills bu sefer ailecek kaçırılıyor! Üstelik İstanbul’da... Ama hemen sinirlenmeyin, kaçıranlar Türk değil Arnavut... İlk filmde ölen kötü adamlar da Arnavut’tu zaten, bunlar da onların akrabaları. Üçüncü filmde de bu filmde ölen Arnavutların kalan akrabaları –kalmışsa tabi- başka bir ülkede Mills’in kızını üçüncü kez kaçırırlar, olur size “Taken 3”. Bu arada sürüyle adam bir tanecik CIA ajanını dize getiremeyip iki filmdir telef oluyorlar orası ayrı... (çoğunlukla da öyle değil midir zaten?!) 
“Takip: İstanbul”un yüzde 80 gibi bir oranı İstanbul’da, hatta ne İstanbul’u Eminönü’nde geçiyor. Tabi biz bütün filmin Eminönü’nde geçtiğini Türk olmamız dolayısıyla net anlıyoruz. Yabancılar için bu filmden sonra İstanbul’un tamamı Eminönü, Tahtakale, Mahmutpaşa gibi... Mills İstanbul’a bize ne olduğu belirtilmeyen bir iş için gelirken eski karısı ve kızına da ‘işim bitince bana katılın’ teklifi yapar. Anne kız da bu kaçırılma fırsatını kaçırmak istemezler ve geliverirler bu yaban ellere! Kötü desenli yün kazaklarından hemen tanıyabileceğiniz Arnavutlar için büyük bir fırsattır bu. İki tane gümrük memurunun tahta bir kulübeyle beklediği ve bir patikada konuşlanmış bir sınır kapısından Türkiye’ye giriverirler!
Aaa arkada Türkçe yazı var!! Eskiden böyle tepkiler verirdik heyecanla!
Bu arada baba Mills kızıyla bir vapur gezisinde İstanbul’un Asya ve Avrupa’yı nasıl da birbirine bağladığını anlatıyordur. Daha da anlatacaktır ama fırsat kalmaz işte, ertesi gün karı-koca kaçırılırlar. Mills kaçırıldığı kamyonetin arkasında elleri gözleri bağlıyken İstanbul’un seslerini dinleyip (ezan, vapur, demirciler, kemençe çalan yaşlı adam! vs...) saniyeleri sayar ki gittikleri yeri bir daha bulabilmek için kolaylık olsun. Tutsakken, kızının da kaçırılmasına botunda taşıdığı küçük cep telefonuyla engel olur! Kızına odasındaki bavuldan birkaç el bombası alıp onları çatılardan atlaya zıplaya sağa sola fırlatarak kendi tutulduğu yere gelmesi direktifini verir... Kız da maşallah, güpegündüz babasının “bir tane daha at” dediği her yerde sallar bombaları. Aşağıda kime ne olmuş önemli değil, önemli olan Amerikalı ajanın ve ailesinin başına bir şey gelmesin...!
Daha sonra bu müthiş organize kaçış sahnesi çakma bir Bourne etkisi yaratmayı amaçlayan araba takip sahneleriyle sürüyor. Polis arabaları 80’lerin Tofaş arabaları (ama kahramanlarımızın kaçtığı araba Mersedes taksi!) ve kahramanlarımızın sonunda ulaştığı Amerikan konsolosluğu ise sanki savaş zamanı Bağdat’taki Amerikan karakolu! Kamuflaj kıyafetli donanma piyadeleri, kapıda siper olmuş otomatik tüfeklerle teyakkuzdalar!
Filmde görülen neredeyse bütün kadınlar kara çarşaflı, erkekler ise -kötü ve pis Arnavutlar gibi!- kapkara adamlar. 
Ezel ve dayı da hep buralarda dolaşıyorlardı...!
Bütün İstanbul’u Sultanahmet camisinden ibaret gösterip, Kapalıçarşı’nın çatısını ve etrafını Rio’nun varoş mahalleleri gibi kurmak... Bir kısım yabancı sinemacının İstanbul’u böyle görmekteki ısrarını silebilmemiz pek mümkün değil artık sanırız. Yeni Bond filmi “Skyfall”un ekibinin de Eminönü ve Kapalıçarşı’ya kümelenmesinden pek farklı İstanbul görüntülerinin çıkmayacağını düşünebilirsiniz rahatça. Haydi hepsini otantik gördükleri için yaptıklarını düşünebilirdik -belki-. Ama finalde Kaliforniya’nın Malibu sahillerinde sörfçü kızlar, dondurma ve günbatımıyla dolu “ay neydi orası öyle, iyi ki döndük cennetimize vallahi” tadındaki finali iyice tuz biber ekiyor bütün bu olan bitene... 
Bütün bu izlediklerimizi kızgın bir milliyetçilik gözlüğüyle değerlendirmemek de lazım. Nitekim Türkiye'yi ısrarla böyle görmek isteyen gözlere artık alıştık. Ülkenin bir kısmının böyle bakanların gördüğü gibi olduğunu da kabul etmek lazım. Ama bunun da bir sınırı olmalı. Ülkeler işin içine girince biraz daha dikkatli olunmalı... Özellikle de "islamofobi"nin tüm dünyayı sardığı bir zamanda, Türkiye gibi hassas dengedeki bir ülkeyi o çerçevenin içine sokmak ya da sokar gibi yapmak yanlış bir seçim...! Türkiye'de bizim de çok istemediğimiz yanlış işler, yanlış görüntüler var tabi ki... Ama Amerikan konsoslosluğunun önünde her an ateş etmeye hazır, siper almış donanma askerleri yok! Çatılarda sağa sola bomba atarak babasını arayan kıza birileri "kızım sen napıyorsun?" diye sorar herhalde (aslında her ülke için geçerli değil mi bu?)... 
Madem buralara kadar gelmiş, Liam Neeson'a sorsalardı keşke klasik soruyu: Atatürk'ü oynamak ister miymiş?
Hani film bir parça iyi olsa, bir noktadan sonra bütün bunları biraz olsun görmekten gelip, filmin hakkını teslim etmek istersiniz. Nitekim "Geceyarısı Ekspresi" (Midnight Express, 1978) olanca yanlı ve düşmanca bakışına rağmen ritmi yüksek, iyi çekilmiş bir hapishane gerilimidir... Ama "Takip: İstanbul" aksiyon filmi olarak da neresinden tutsanız elinizde kalan bir film..!   

4 Ekim 2012 Perşembe

KÖPEKBALIKLARI NEDEN BİKİNİLİ KIZLARI YERLER?



Steven Spielberg’in “Jaws”ını bilirsiniz, bazı gençler gece kıyıda ateş başında seks, alkol ve uyuşturucu eşliğinde takılırlarken içlerinden iki tanesi sanki adeta “bu kadar yetmez daha da günaha bulanalım” der gibi gruptan ayrılıp denize doğru (tahta çitlerle örülü alandan çıkarak) koşarlar. Gece denize girmek! Akıl işi midir?! Zaten bir anda sarhoşluğu aklına gelen oğlan kıyıda düşüverir ve şarkılara vurur kendisini...
Ama kız gece denize girmesi yetmiyor gibi bir de çırılçıplak soyunur! Nitekim “Jaws” ataerkil bir toplumda babalarının sözünden çıkan gençlere cezasını katil bir köpekbalığıyla verir... Evcilleşmiş ve iktidarı sallantıda olan erkeğe (şerif Brody) iktidarını yeniden kazandıran ve onu yeniden güçlü bir lider haline getiren bir filmdir “Jaws”.
Daha afişinde yüzen çıplak kızın altından fallik bir köpekbalığı imgesi kafasını uzatmıştır. Sonrasında yapılan bütün devam filmleri ve taklitlerinde de köpekbalıkları bikinili kızları hedef almayı sürdürdüler. Hatta sadece köpekbalıkları değil piranha, ahtapot veya ikisinin karışımı gerçeküstü başka deniz canlıları da hep bikinili kızlara musallat oldular...    
Bikinili kızlar köpekbalığı filmlerinin posterlerinin vazgeçilmez figürleridirler...
Slasher filmlerindeki ahlakçı bakışı sürdüren bu anlayış zamanla yerini yeni yetmelerin zevklerine terketti. Giderek daha kanlı sahnelerle donatılan bu tür filmlerde bikinili kızların meze niyetine komik ama aynı zamanda son derece vahşi katliamlara maruz kalmaları “eğlenceli” hale getirildi. Bu sahnelerde özellikle de barbie bebekleri andıran güzellikteki kızların bir şekilde cezalandırılmaları bir nevi onların kibirli güzelliklerine verilen bir karşılık olarak değerlendirilebilir bir yandan...
Köpekbalığı filmlerinin en iyisi olan “Jaws”ı ehlileştirici misyonuna rağmen severim açıkçası... Renny Harlin’in 1999 yapımı köpekbalığı filmi “Mavi Korku”yu (Deep Blue Sea) da fena bulmam, eğlencelidir.... Genleriyle oynanıp zekileştirilen köpekbalığının bir bilim merkezinde yarattığı dehşeti dozunda bir gerilim duygusuyla yansıtan ve bir bilim insanını da oynasa mankenlikten gelen Saffron Barrows’un bir sahnede iç çamaşırlarıyla kalmasına engel olamadığı bir filmdir.  Zaten filmin başında yine iki tane bikinili kızın köpekbalığı yemi olmalarına şahit oluruz illa ki! Çünkü bir köpekbalığı filminde en az bir tane bikinili kız görmezsek eksik kalırız!!
Kim ne derse desin bikinili kızların kurban oldukları bu kanlı (ve bazen de komik) köpekbalığı filmleri “Jaws”dan önce de vardı, sonrasında da devam etti, hâlâ da yapılmaya devam edecek... Nitekim geçtiğimiz aylarda izlediğimiz “Piranha 3DD” ve daha geçtiğimiz haftalarda vizyona giren “Dehşetin Dişleri” (The Reef) ile bu modanın asla geçmeyeceğini ve artık kendi alt türünü oluturacak kadar da yaygınlaştığını söylemek mümkün... 
Köpekbalıkları alttan işte böyle bir manzara görmekteler...! Saldırmayıp ne yapacaklar!!