Eleştirmenin Not Defteri

24 Nisan 2012 Salı

Film eleştirisi: BATTLESHIP


"İyi ki Hollywood'dasın, bak sokaklarda sürterken hemen subay oldun, gözlükleri taktın, mis gibi bir sarışın hatun olarak beni de tavladın... Bir de dünyayı kurtardın mı tamamdır..."
Hollywood’un sağcı damarından çıkan bu ‘gürültü bombaları’, onyıllardır bir sinema filminden çok, bir reklam ajansından çıkmış uzun reklam filmleri gibiler... İki saat civarındaki süreleri içinde bakın neleri başarıyorlar:
  1. Amerikalı gençlerin Amerikan ordusuyla arasında fiyakalı bir köprü kuruyorlar. Orduya katılırsan şık bir üniforma, güzel bir kız ve macera dolu günler seni bekler. Bir bakmışsın ki kahraman olmuşsun... Ordu disiplini mi? Yok canım, herkes ‘enseye tokat’ icabında...
  2. Silahlanma bazen iyidir. Olur da beklenmedik bir dış tehdit olursa bütün o ellerinde pankartlarla sokaklarda barış isteyen insanları bile kim koruyacak? Dolayısıyla bütün o ağır silahlar bir gün işe yarayabilir...
  3. Bir kutu oyununu bile film yapsak; içine bir pop yıldızı, fiyakalı görsel efektler, iri göğüslü bir sarışın, yakışıklı oğlanlar, gaza getiren ritm ve sözlere sahip rock şarkıları koyduk mu sinemaya en çok giden kitleyi yani ergenleri ya da ergen kalanları kapmış oluruz. Hikaye mi? Hiç gerek yok, olması gerekenleri saydık ya..!
En baştan söyleyeyim; “Battleship” benim “Recep İvedik” eleştirilerimde hep söylediğim şeyi yapan ve bu yüzden beni rahatsız eden bir film... “Recep İvedik” filmleri, ana karakterinin olanca cehaletine rağmen onu böyle kabul edip, cehaletinden güç alarak yaptığı bütün kabalıkları (tiyatrocuları dövmesi, üniversite hocasını rezil etmesi vs...) hoş görmemizi istiyor bizden. Biz de hoşgördükçe yaratıcılıktan yoksun bu ve benzeri filmler gişelerde güzel paralar kazanıyorlar! Son zamanlarda Hollywood’dan gelen büyük bütçeli filmlerdeki genç erkeklere bir bakınca yeni rol modeller için endişe duyuyor insan... Bu kadar mı boş insanlar bu yeni film kahramanları! Bunlar hep "Alacakaranlık" filmlerini seven çocuklar yüzünden oluyor, ben söyleyeyim..
“Battleship”in ana kahramanı Alex Hopper hiçbir işte dikiş tutturamayan aylak bir genç adam en başta. Donanmada iyi bir gelecek vaat eden ağabeyinin tüm düzeltme çabalarına rağmen düzelecek gibi değil. Ama o kadar sevimli bir aylaktır ki (!) hoşlandığı kız gecenin bir saatinde tavuk dürüm yemek istedi diye bir markete tavanından girip hırsızlık yapmayı ve polise yakalanmayı göze alıyor! Bu sahneler tam Levi’s reklamı...! 
Sonra bir bakıyoruz ki ağabeyini dinlemiş ve Amerikan donanmasında az zamanda büyük işler başarıp teğmen oluvermiş! Bu kadar aylak ve konuşma tarzıyla da ne kadar ‘boş’ olduğunu her daim belli eden kahramanımız yeri geldiğinde Homeros’dan ve Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” eserinden alıntılar yapmasın mı?! 
Rihanna'dan Michelle Rodriguez yaratmaya çalışmışlar... Bu kız "sen de gel benim şemsiyemin altına" diyerek 'iye-iye-aye-şemsiye'yle (!) dans etmiyor muydu daha önce?
Ama Amiral (Liam Neeson) kızıyla fingirdeşen bu “sempatik” teğmenin potansiyelini harcamasına çok üzülüyor! Tam da Pearl Harbor açıklarında Japon donanmasıyla ortaklaşa gerçekleştirilecek deniz tatbikatı sırasında birtakım küçük aylaklıklar yapmaya devam ediyor. Araya uzaylılar girmese Alex’i potansiyel filan dinlemeyip kovacaklar, bütün ordu rahat edecek... Neyse ki uzaylılar Alex’in imdadına yetişiyorlar.
Bu arada yeni keşfedilen bu gezegene bizim radarlardan bir mesaj gönderiliyor. Sapsarı bir lazer eşliğinde “vıjjj” diye üstelik! O mesajda da artık ne varsa bunlar yüksek teknolojili gemileriyle Pearl Harbor’a iniveriyorlar. En küçük rütbeli askerinden, TV muhabirine kadar bütün Amerikalılar önce Çin’den şüpheleniyorlar. Malum, yeni paranoyamız bir sürü küçük adamın ve komünistin içinde yaşadığı o büyük ülke... Yetkililer bakana bilgi verirken yaşadıkları şaşkınlığı bir türlü gizleyemiyorlar: “Sadece bize değil her yerde bir şeyler oluyor, Almanya, Fransa hatta Iowa’da bile”... Adam kendi ülkesindeki küçük taşra eyaletini Almanya ve Fransa’yla bir tutuyor!
Böyle filmlerde görmeye çok alıştığımız genç, gözlüklü ve ebedi yalnız olduğu aşikar bir bilimadamı, bütün filmi daha baştan tahmin ediyor: “Uzaylılar gelecek ve onlar kovboy biz kızılderililer olacağız.” Olur da bu komplike filmi anlayamazsanız diye size açıklamasını yapıyor. Filmin bir yerinde daha aynı karakterin yine aynı nedenle bir açıklaması daha var. Uzaylılar gezegenleriyle iletişime geçip ‘süvarileri’ çağırmak için donanmanın uydularını kullanmak istiyorlar. Bizim bilimadamı espriyle açıklıyor durumu: “Ne yani E.T. evine telefon mu açmaya çalışıyor?”
Evet, iyi ki hatırlattın... Eskiden “E.T.” yapardınız, şimdi onları öldürmek için Playstation oynamak dışında bir kültürleri olmayan gençleri teğmen yapıyorsunuz. 
Böyle uzaylı mı olur ya? "Iron Man" hayranları bunlar herhalde...
II. Dünya Savaşı’nda önemli rol oynayan USS Missouri gemisinin ve emekli mürettebatının savaşa dahil olması ise kimbilir bu filmi yapanları ne kadar duygulandırmıştır! Belli ki o sahnede bütün dengeler ve mantıklar altüst olmuş. Olmuş ki, Missouri’ye patinaj yaptırarak düşmana roketi 90’dan takan Alex’i izledik biz. Böyle bir sahne çekmenin başka bir açıklaması olamaz! Çünkü yıllardır çalışmayan ve müze olarak kullanılan bir gemiyi, nerden buldukları belli olmayan eski teknolojili cephanelerle ve yakıtla doldurup, otoparktan yürütülen araba gibi limandan çıkarıp bir de o hareketi yaptırmak bu kimlikte bir film için bile fazla. Bu arada filmin bir yerinde uyarlandığı “Amiral Battı” oyununu da oynuyorlar uzaylılarla. Yani Hasbro’nun da hakkını veriyorlar iki arada bir derede...
En son yine hiçbir derde derman olamayan fantastik macera “John Carter”da izlediğimiz Taylor Kitsch yine boş bir karakterle karşımıza çıkarken filmde “Transformers”daki Megan Fox işlevini gören Brooklyn Decker da var. Liam Neeson’ı ise “Gri Kurt” (The Grey) gibi sağlam bir filmin ardından böyle bir filmde görmek, acı veriyor...
Oyunculuktan gelme yönetmen Peter Berg de meğer ne meraklıymış borazan olmaya! “Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı” (Battle Los Angeles) bile bu kadar boş bir propaganda filmi değildi açıkçası...
Peki şimdi ne olacak? Yakında “Monopoly”i de filme çekerler mi? Valla böyle giderse çekerler...  
"Amiral Battı" kutu oyunundan film yaparlarsa "yoyo" oyuncaklardan da bomba yaparlar tabi...!

18 Nisan 2012 Çarşamba

Film eleştirisi: AŞK YEMİNİ (The Vow)


“Beni Unutma”nın senaryosunu yazarken aklımda görünürde bir “Love Story” hikayesi yaratıp, altında insanları kendi ilişkilerini düşünmeye yönelten ‘hafıza’ içerikli bir hikaye anlatmak vardı. Bir insanın başka bir insanla bir süre beraber olup sonra bir sebeple ondan ayrılması, bir süre sonra da başka biriyle yine benzer kimlikli başka bir ilişki kurması, aslında bir an düşününce çok enteresan gelir bana... Bir zamanlar en özel şeyleri paylaştığınız bir insan ne kadar eski olabilir ki? Bu kişi uygun bir koşul oluştuğunda sürpriz bir şekilde hayatının çok önemli bir parçası olmaya devam edebilir yine kaldığı yerden...
“Beni Unutma”da bir beyin hastalığı yüzünden oluşan bir dizi bozukluğun son safhasında artık hafızasını yitiren kız onu çok seven kocasını unutup eski sevdiğine dönüyordu. İki erkek arasında da düşmanca ol(a)mayan bir kader birliği yaşanıyordu. Günümüz insanlarında artık kendisini giderek kaybettiren ‘vefa’, ‘fedakarlık’, ‘beklentisiz aşk’ gibi insana dair duyguları arayan bir film yazmaya çalışmıştım...
“Aşk Yemini”ni izlerken bütün bunlar bir daha beynime üşüştü. Evet, bu filmde de geçirdiği bir araba kazası sonucunda çok sevdiği kocasını unutan genç bir kadın var. Ama senaryo o kadar çalakalem ve film o kadar ‘proje’ ki... Benim böye bir hikayede amaçladığım hiçbir ‘mesele’ye kafa yormamışlar. Sevgililer gününde ürün satmaya çalışan bir reklam filmindeki kadar da duygu var ancak...
Küçük bir müzik stüdyosu sahibi Leo ve hukuk okurken bir anda hem ailesini hem de okulunu bırakıp sanatçı olmaya karar veren Paige’in tanışma hikayesi bile ilginç değil. Oğlan kızı görüyor ve yanına gidip ‘kahve içelim mi?’ diyor! Sonra da kahve içiyorlar...
Trafik kazası Paige’in ailesinin hikayeye girmesine yol açıyor. Paige’in kocasını hatırlamaması senariste yetmemiş anlaşılan... Çünkü Paige’in ailesi klişeler klişesi... 
Channing Tatum ne kadar olmuyorsa, Rachel McAdams o kadar oluyor!
Otoriter ve kızının hukukçu olmasını isteyen ağır bir hakim (Sam Neill) ve ona karşı pek de sesini çıkaramayan bir anne (çok yanlış bir seçimle Jessica Lange)... Kız hazır istenmeyen yılları resetlemişken (!) onu kocasından koparıp kaldıkları yerden devam etmek istiyorlar...
Ama Leo hemen pes etmiyor. Karısını alıp evine geri getiriyor ve kendini hatırlatmak için elinden geleni yapıyor! Kız çok büyük bir kazanın ardından yoğun bakımdan çıkmış kafa travması yaşıyor, ama kocası evde ona 50 kişilik sürpriz parti hazırlamış! Ne bekliyor ki? Tanıdığı herkesi görünce bir anda açılacak mı beyni kızın? Leo daha neler yapmıyor ki... Çok yüksek sesle müzik dinlemeyi severmiş karısı diye açıyor müziği sonuna kadar... Kızın kafası patlayacak nerdeyse... Paige gıdıklanmaktan tahrik oluyormuş mesela... Çocuk gıdıklayınca kız sıçrıyor tabi ‘noluyoruz!’ diye... Leo sürekli çıplak uyuyor, her fırsatta tişörtünü de çıkarıyor, baklavalarını filan da gösteriyor ama yok işte, kız hatırlamıyor!
Sonra eski nişanlı çıkıyor ortaya... Kızın ilgisi onun aklını karıştırıyor. Şimdiki sevgilisini bir çırpıda terkediveriyor. Bir de aptal bir adam ki, esas kocaya ‘karın kucağıma gelecek nasılsa’ gibi bir laf ediyor ki sağlam bir yumruk yeyip aklı başına gelsin!
Kısacası insan duygularının kötü birer kopyalarından ibaret bir senaryo var önümüzde. Sadece vücudu güzel diye sunulan ‘teşhir ürünü’ Channing Tatum hiçbir sahnede bizi karakterin yaşadığı drama inandıramıyor. Rachel McAdams ise her zamanki sıcaklığıyla durumu idare ediyor en azından. Senaryo ise her ne kadar gerçek olaylardan uyarlandığı başında ve sonunda belirtilse de bize bu hikayenin boş bir ambalajla sunulduğunu çok belli ediyor. 


Not: Bu yazı Arka Pencere'nin 129. sayısında da yayımlanmıştır...

13 Nisan 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 14


DOĞAÜSTÜ (Chronicle)
Star Wars filmlerini ilk izlediğimiz yıllarda “bizim de jedi gücümüz olsa neler yapardık?” konulu geyiklerimiz olurdu... Ama hayallerimiz o kadar küçüktü ki, kumandayı uzanmaya gerek kalmadan sehpadan elimize getirebilme tembelliğine bile tav oluyorduk. Birkaç genç çocuk bu geyikten film çıkartmış.
Nereden geldiği ve ne olduğu belli olmayan bir ‘kaynak’tan kaptıkları bu 'cisimleri uzaktan hareket ettirme', 'uçmak' gibi yeteneklerle en başta bir güzel eğleniyorlar kendi aralarında... Ama bir süre sonra içlerindeki en ezik olanı hazır güçlenmişken, gücün bir de karanlık tarafına bakmak istiyor... Finalde de tam beklendiği gibi zıvanadan çıkıveriyor...
Uzun bir süre üç tane kendini bilmez Amerikan gencinin süperkahraman taklitlerini izledikten sonra etkili görsel efektlerin sahneye çıktığı final sekansında biraz kıpırdanmaya başlamışken film bitiveriyor... Zaten bu eline amatör kamera alıp herşeyi çeken çoluk çocuğun ya da çocuk gibi adamların çektiği görüntülerden oluşturulmuş “filmimsi” şeylerden artık gına geldi. Böyle çekilmiş ‘sözümona’ gerçek görüntülerle oluşturulan bir nevi “mockumentary” türü en çok korku filmlerine uygulandı. Şimdilerde başka tür filmler için de denenmeye başlandı. Ama açıkçası ben bu tür filmler içinde en çok "Canavar"ı (Cloverfield) sevmiştim...
Türk örneğinin bile yapılmış olması (Karadedeler Olayı) da artık olayın iyice suyunun çıktığını göstermiyor mu sizce de? 1/5

ÇAPRAZ ATEŞ (Haywire)
Steven Soderbergh çok ilginç bir sinemacı. Filmografisi karman çorman. Gişe filmlerine de göz kırpan, yeri geldiğinde en deneysel projelere bile dalıveren, bazen enikonu ‘festival filmi’ çeken, bazen de sırf kendi eğlencesine film yapabilen güce sahip ender yönetmenlerden biri... İşte “Çapraz Ateş” bu sonuncu kulvardan bir film. Soderbergh ‘fitness’ modeli, kadın güreşçi ve amatör oyuncu Gina Carano’ya hayatının filmini yapması için büyük bir fırsat sunmuş adeta.
Gözden çıkarılmış Mallory adlı kiralık bir ajanı canlandıran Carano film boyunca kendisinin biletini kesmek isteyen adamlarla çatır çutur mücadele ediyor. Bu adamlar Ewan McGregor, Michael Fassbender, Mathieu Kassovitz, Antonio Banderas, Michael Douglas ve bir de genç kızların sevgilisi Channing Tatum! Bu arada Bill Paxton’ı da Mallory’nin babası rolünde izliyoruz! Bu kadar aktörü rol yapma kabiliyeti hayli tartışılır bir kadının etrafına dizmek büyük bir ego... Hiç sürpriz barındırmayan ve düz bir çizgide ilerleyen ‘kendini kurtarmaya çalışan ajan’ klişesine katılmış biraz “Jason Bourne” efekti, biraz “Ocean’s...” tarzı müzik kullanımı ve biraz da Soderbergh’in kendi filmi “Denizci” (The Limey) tadındaki melankolisiyle harmanlanmış hafif bir salata bu!
Yine de bazı sahnelerinde keyif vermiyor değil. Özellikle de Dublin’de sokaklarda başlayıp çatılarda devam eden takip sahnelerinde...  3/5

Film eleştirisi: YERALTI


Muharrem’in Osmanlıca’daki anlamı “haram edilmiş”, “yasaklanmış”... Muharrem önünde yasak içkiyle yalnız başına bırakılmış, toprağın altında yaşamaya itilmiş bir patates gibidir...
Türk sinemasının bazı yönetmenlerinin bir türlü Dostoyeski’nin “Suç ve Ceza”sı ve Albert Camus’nun “Yabancı”sından vazgeçememesine takığımdır yıllardır. İki eser de müthiştir ve o kadar zenginlerdir ki sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok ülkesinde dolaylı ya da dolaysız sürekli uyarlanırlar. Yine de bazı yetenekli yönetmenlerin sürekli aynı kitaplardan feyz almalarını çok sağlıklı bulmuyordum. Ama başka bir edebiyat uyarlaması olan “Kıskanmak”tan sonra “Yeraltı”nı izleyince Demirkubuz’un Dostoyevski’ye dönüş yapmasına sevindim açıkçası. Çünkü karşımızda çok güçlü bir uyarlama bulduk.
“Yeraltından Notlar” o kadar sağlam bir metindir ki yıllar sonra tekrar tekrar dönüp okunmayı ister. Her okuduğunuzda edebiyatın varlığına şükredersiniz... Romanın kahramanı kitabın ilk yarısında nasıl bir insan olduğunu, çevresini ve halet-i ruhiyesinin neredeyse tamamını samimi bir dille anlatır. Küçük bir devlet memurudur ve etrafındaki nankörlerden, ikiyüzlülerden, iktidar sevdalısı zavallılardan, yalakalardan, hırsızlardan ve riyakarlıktan sıkılmıştır. Kendi yaşantısını, yeraltındaki bir yaşama benzetir. Çünkü müthiş potansiyeline, aklına ve kültürüne rağmen bu insanların arasında ciddi uyum sorunu yaşıyordur. Kendisiyle ilgili çözemediği problemleri de cabası.
Kitabın ikinci bölümünde ise bu adam yaşadığı bazı olayları bizimle paylaşır. 
İçinde yaşadığımız apartmanlar bizim hapishanelerimizdir... Demirkubuz’un ilk filmi “C Blok”tan beri kurduğu cümlelerden biridir bu...
Demirkubuz’un filmindeki bazı durumlar da bu bölümde tabi ki farklı versiyonlarda yer alıyor... Bu son derece “insana dair” metin Ankara’daki bir devlet memuruna uyarlanınca çok acayip bir şey oluyor. Demirkubuz’un “Yeraltı”nda başardığı en önemli şey de bu işte. Muharrem adlı bir devlet memuru yüksekte bir dairede yaşıyor olsa da kendisine ait bir ‘yeraltı’sı (!) vardır... Elinde oynayıp durduğu (toprak altında yetişmiş) patates gibidir sanki...
Günümüz Türkiye’sinde özellikle de Ankara’daki otel odalarında, apartman dairelerinde yaşananlar nedir? Nedir Muharrem’i bu kadar yeraltına iten? Nankör ve riyakar gündelikçi kadın gibi insanlar mı? Ondan bundan çalıp çırptığı fikirlerle kitaplar yazan, memlekette pek muteber bir yere konan yazar arkadaşı ve onun etrafında dolanıp herşeyinden nasiplenmeye çalışan yandaş arkadaşları gibiler mi? Her tarafını çepe çevre sarmış, köpek sesi çıkaran insanlar mı yoksa? Sadece bir fahişe dinler Muharrem’i, karanlıkta... Sanki Muharrem kendi yeraltındaymış gibi rahatça konuşur onun yanında... Ama Muharrem’e iyi gelecek şey bir fahişenin şefkati değildir... Muharrem “İyi bir insan olmak istiyordur. Ama bir türlü bırakmıyorlardır..” 
Magdalalı Meryem ya da Maria Magdalena... Hz. İsa’nın en sadık takipçisi olan günahkar kadın...
Filmin bence tek kusuru fahişeyle geçen otel odası sahnesinin yeterince ‘işlenmemiş’ olmasına rağmen bir de fazla uzun olması... Ama filmin merkezinde yer alan oteldeki yemek sahnesinin muhteşem yazılmış bir sahne olduğunu düşünüyorum...
Peki Demirkubuz bu hikayeyi Ankara’ya yerleştirerek aslında ne anlatmak istiyordur? Bugünün sosyal çevresine göndermeler yapmaktan ziyade politik bir muhalifliği de var filmin. Üstelik fazlasıyla da dürüst bir bakışla, taş gibi oturan bir ‘eleştirel’likle, zaman zaman kara mizah sınırlarında da dolaşarak üstelik...
Engin Günaydın “Vavien”deki performansının çok üzerine çıkıyor “Yeraltı”nda ve olağanüstü bir performans gösteriyor. Önümüzdeki tüm ödüllerin “En iyi Erkek Oyuncu” kategorisini kapatmış sayılabilir... Genelde çok tutmadığım bir oyuncu olan Nihal Yalçın da çok inandırıcı bir performansla etkileyici...
Demirkubuz’un Nuri Bilge Ceylan’a gönderme yapıp yapmadığı ise açıkçası beni çok ilgilendirmiyor. Yapsa da yapmasa da bu filmle ilgili sadece ‘bu konu’yu konuşarak filmin meselesini hafifletmemek gerek... Çünkü karşımızda dürüstçe yüzümüze bu zamanın bu insanlarıyla ilgili çok önemli cümleler kuran “taş gibi” oturan, hazmı zor bir film var...  4/5
İktidar ve yandaşları...!

6 Nisan 2012 Cuma

SİNEMADA PAMUK PRENSES


Hâlâ en güzel Pamuk Prenses o...
Grimm Kardeşler’in ünlü masalı “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler”in sayısız uyarlamalarına bir yenisi daha katıldı bu ay. Pamuk Prenses’in bale eserlerinden, sevimli animasyon filmlerine metal grupların video kliplerinden ‘porno’ya kadar uzanan geniş bir temsili var kültür tarihinde. 
Tarsem Singh’in yeni filmi “Mirror Mirror”ın klasik masala taze bir bakış ve komik bir yorum getirdiği söylenebilir... Ama bu kadar da değil, önümüzdeki günlerde ünlü prensesi Kristen Stewart’ın canlandırdığı ve masala çok daha farklı bir yorumla yaklaşan sinema filmi “Snow White and The Huntsman” de gösterime girecek...
Dünyanın bu en ünlü masalı, en basit anlamda ‘masumiyet’in kötülük karşısında sınandığı ve sonunda da saflığın zaferiyle sonuçlanan, her iyi masalda olduğu gibi içinde korku öğeleri de barındıran bir masaldır. Yaşanan korkunç gelişmelerin sonunda Prenses’in ölümünün ardından, bir öpücükle gelen ‘aşk’ sayesinde gerçekleşen ‘yeniden doğuş’lu finaliyle sevginin gücüne vurgu yapar...
Bilinen en eski Pamuk Prenses filmi 1916 yılına ait bir sessiz film. Walt Disney’in ilk izlediği film olduğu söylenir. Disney daha sonra 1937 yılında masalın uzun animasyonunu gerçekleştirir. Bu film tarihin en iyi Pamuk Prenses filmi sayılabilir. Muhteşemdir ve seyredenleri bugün bile adeta büyüler...
Türk Pamuk Prensesi Ayşecik!
İçerdiği üvey anne-masum kız paradoksu sayesinde pek çok filme dolaylı olarak da ilham veren masal, korkusundan maceraya, en romantiğinden çocuk filmine ve her türden TV dizisine kadar pek çok yapıma da doğrudan kaynaklık eder.
Türk sinemasındaki karşılığını ise 1970 yılında bulur. Ertem Göreç’in çektiği ve aslına hayli sadık olan uyarlamada Pamuk Prensesi “Ayşecik” Zeynep Değirmencioğlu, yakışıklı prensi de Salih Güney oynar. Filmin VHS kaset kopyası (“Turkish Snow White” adıyla bilinir) zamanında Amazon’da hayli ilgi görmüş ve Ayşecik’imizin Pamuk Prenses yorumu izleyenler tarafından ‘seksi’ bile bulunur. Filmin diyalogları eşsizdir yalnız. Kötü Kraliçe (Suna Selen) Pamuk Prenses’e bir sahnede şöyle söyler mesela: “Ne budala ne sersem bir kızmışsın sen... Tanıdığım kadarıyla Kral aklı başında bir insandı... Herhalde kuş beyinli annenden kaldı sana bu aptallık!”...
Film bizde de o kadar sevilir ki Ayşecik, yedi cüceleri de yanına alıp başka bir çocuk klasiği olan “Oz Büyücüsü” uyarlamasında da karşımıza çıkar (dünyada “Turkish Wizard of Oz’ adlı garip film” diye bahsedilir filmden).
Bu ikisi aslında aynı film... 1969 Alman yapımı “Grimms Märchen von lüsternen Pärchen” aslında birkaç Grimm masalını karıştırarak oluşturulan korku-komedi-erotik bir film. Birçok ülkede hikayenin başrolünde olan Pamuk Prenses kullanılarak pazarlanmıştı. Pamuk Prenses’i de İsveçli güzel Marie Liljedah da film boyunca neredeyse kostümsüz olarak canlandırmıştı!
Gelgelelim Pamuk Prenses erkek dünyasında hep farklı cazibeler barındıran bir figür olarak yer aldı. Hatta birçok erotik ve porno filme de konu oldu... En “hard” olanından animasyon pornolarına kadar...  1976’daki animasyon yetişkin filmi “Once Upon A Girl” Pamuk Prenses ile Cinderella masalını enteresan bir şekilde birbirine bağlar. En ünlü hard porno uyarlaması ise 1995’de İtalyan porno yönetmeni Luca Damiano’nun yönettiği, gayet seksi ve de hayli parlak (!) buluşlar barındıran “Biancaneve ei sette nani”. Pamuk Prenses’i Ludmilla Antonova adlı masum yüzlü porno yıldızının oynadığı filmde ormanda onu öldürmekle görevli avcının adı H. Ivy olarak belirtilir. Adam HIV virüsüdür yani! Filmde o güne dek seks hakkında bir şey bilmeyen Pamuk Prenses, cücelerin yardımıyla yoğun bir seks eğitiminden geçer! Kötü Kraliçe’nin ise en büyük tutkusu 'orji'ler düzenlemektir... Aynı yönetmen dört beş yıl sonra –nedense- 10 cüceli bir versiyon daha çekmiş, Alman aktris Kelly Trump da Pamuk Prenses’i canlandırmıştı...
Alman metal grubu Rammstein’ın “Sonne” adlı video klibinde de Pamuk Prenses madenlerde çalışan cüceleri domine eden seksi bir kadın olarak gösterilir. 
Rachel Weisz da bir derginin fotoğraf çekimleri için Pamuk Prenses olmuştu...
Pek de güzel olmuştu!

5 Nisan 2012 Perşembe

İKİ CÜMLEDE KRİTİK - 2


Musallat 2
Doğrusu ilk filmi fena bulmamıştım, ancak ikinci film korkutmayı tamamen bir anda yükselen ses efektlerine ve seyirciyi sürekli gergin oturtmaya bağlayınca ortaya Dabbe filmlerinin izinden giden bir film çıkmış. Genç oyuncu Türkü Turan’ın varlığı filmi bir nebze izlenir kılıyor yine de... 2/5




 
Ölümcül Takip - Blitz
Neden özenle takip edildiğini bir türlü anlayamadığım ve bir aksiyon yıldızı olarak hiç de çekici bulmadığım Jason Statham bu 2011 filminde Bruce Willis’i taklit ederek “Kirli Harry”cilik oynuyor... Polisleri öldüren bir seri katilin peşine düşen iki farklı karakterdeki polis hikayesinde ise yeni hiçbir şey yok... 2/5




 
Kasabadaki Sır - Peacock
Kendi halinde yaşayan çift kişilikli bir adamın (diğer kişiliği uysal bir kadın) sırrı bir tren kazası sayesinde yavaş yavaş açığa çıkmaya başlayınca bu kişiliklerden biri diğerini  öldürmek zorunda kalacaktır... En çok da Cillian Murphy’nin kayda değer performansı sayesinde izlenmeyi hakeden bu psikolojik gerilim, biraz daha derinleşebilse çok daha iyi bir film olacakmış... 3/5




 
Paranormal Activity 3
Ortada bir “anı” yokken elinden kamera düşürmeyen adamların sözümona çektiği “ev video”larından oluşturulmuş korku-gerilim filmleri beni fena halde bıktırdı artık...  “Paranormal Activity” filmlerinde hep şunlar oluyor: kocalar hep kamera manyağı, eşi hep “kapat artık şunu” modunda; “neydi o ses?” en çok duyduğumuz cümle, mavi ışıklı yatak odaları vs.... 2/5

2 Nisan 2012 Pazartesi

Film eleştirisi: TİTANLARIN ÖFKESİ

Olmamış o saçlar sanki!
Mitolojinin özellikle de Yunan mitolojisinin içini bu kadar boşaltabilmek az buz bir şey değil doğrusu... “Titanlar” filmleri iki seferdir bunu layıkıyla başarıyor...  
Mitolojiden işinize gelen karakterleri alıp, diğerlerini atıp öyle derme çatma bir hikaye çatısıyla sunarsanız belki günü kurtaran filmler çıkartmış olursunuz. Ama kitap okumak konusunda zaten ayak direyen nesillere mitolojiyi bu kadar boş ve yanlış göstermenin (hatta öğretmenin) vebali çok büyük... Çünkü herşeyi filmlerden ve bilgisayar oyunlarından gördükleri gibi kabul etmeye meyyal bir nesil var günümüzde...
İki yıl önce Titanların Savaşı'nı (Clash of the Titans) yazarken büyük araştırmacı, felsefeci ve yazar Joseph Campbell’ın 1949 yılında yazdığı olağanüstü kitabı “The Hero with a Thousand Faces”tan bahsetmiştim. Campbell’ın bu eserinde şemasını dahi çizdiği, mitolojinin öyküleme (narration) modellerini Hollywood binlerce kez kullandı. Mitolojik hikayelerin altta saklı olduğu başkatürden  hikayeler yaratıldı hep. Biz aslında ne aksiyonlar, ne epik filmler ve ne mafya hikayeleri izledik kaynağını mitolojiden alan...  (Campbell'ın kitabı üzerinden Gladyatör filmiyle ilgili bir çözümleme için Bir Film Sevdim: Gladyatör)
1981 yılında İngiliz televizyon yönetmeni Desmond Davis doğrudan Zeus’un insandan olma oğlu Perseus’un hikayesini anlattığı, biraz da “Star Wars” rüzgarından nasiplenip alternatif bir gişe yolu açılmak üzere inşa edilmiş olan “Clash of the Titans” (bizde “Son Emir – Cennetin Kapısı” adıyla oynamış) adlı filmi çekmişti. Filmde Perseus’un hikayesine aşağı yukarı sadık kalınmış ama kimi farklı kaynaklardan da katkılar yapılmıştı. Mesela sırf çocuk izleyiciler için, tıpkı “Star Wars”daki R2-D2 işlevindeki bir ‘yancı’ karakter olarak hikayeye sokulan robot baykuş Bubo, Harry Potter’ın baykuşu gibi Perseus’u takip ediyordu film boyunca... İskandinav mitolojisinden ödünç alınan Kraken adlı canavar ise finalde kahramanımızın karşısına çıkıyordu. Ünlü efekt ustası Ray Harryhausen’in kariyerinin iyi işlerinden diyebileceğimiz efektlerine, Zeus’u oynayan Laurence Olivier’e, Aphrodite olarak kısa bir rolde görsek bile Ursula Andress’e rağmen umulduğu kadar büyük ilgi görememişti.  
30 yıl sonra çekilen ‘yeniden çevrim’in orijinaliyle aynı kaderi paylaşması ise pek de beklenmiyordu doğrusu... Bir video oyunu kadar sentetik olan filmde Io rolündeki Gemma Arterton’un güzel bacakları, Liam Neeson, Ralph Fiennes gibi aktörlerin ‘Shakespeare’yen oyunları ve çakma bir 3D teknolojisinin desteklediği kafa yorucu dövüş sahneleri vardı... Ama bunlara rağmen Kısacık saçlarıyla Amerikan askeri gibi çöllerde koşturan (!) Perseus’un hikayesi başarılı bir playstation oyunu olan “God of War”ın hikayesinden daha güzel değildi açıkçası.
İki yıl sonra karşımıza çıkan bu devam filminde (aslında mitolojide Zeus’un sevgilisi olan) Io ile evlenen Perseus karısı ölünce (nedenini bilmiyoruz!) oğlunu tek başına büyütmek zorunda kalan bir ‘kahraman eskisi’ olarak çıkıyor karşımıza. Büyüyünce güneş tanrısı olacak olan Helius adlı bu oğulun gerçek mitolojide çok farklı bir anne-babası var bu arada. Balıkçılıkla geçinen baba oğula bir gün dede Zeus ziyarete geliyor ve oğlu Perseus’u maceraya çağırıyor, ondan yardım istiyor... Ama bu sahne tıpkı Rambo filmindeki gibi kahramanımızın gönülsüz bir tonda görevi reddedişiyle sonlanıyor. Ancak daha sonra Zeus’un hem diğer oğlu ateş tanrısı Ares’in hem de kardeşi Hades’in yüzünden düştüğü zor durum Perseus’u maceraya katılmaya ikna ediyor. Perseus babasını onun da babasından yani dedesi Kronos’tan kurtarmak için yeraltı ülkesi Tartarus’a doğru yola çıkıyor.

Liam Neeson ve Ralph Fiennes... Zeus ve Hades rollerinde önce düşman  kardeşler oluyorlar sonra da "iki çılgın polis"!
 Bir sürü mitolojik isim ve terimin geçtiği filmde her şey çorba edilmiş. Tabi ki de aslına ya da en çok kabul gören hallerine uymak zorunda değiller bu hikayelerin. Ancak yine de bu kadar eğreti ve kafalarına göre bozulması bu hikayelerin anlamlarını bozuyor, hatta içlerini boşaltıp, onları anlamsızlaştırıyor. Sanki yeni uydurulmuş eğreti hikayeler gibi algılanıyorlar.
Çünkü böyle yaparken mecburen genç kuşağın hoşuna gidecek kimi Hollywood numaraları çekiliyor. Mesela Zeus ve Hades’in babaları Kronos’un savaşçılarına karşı direnişe geçtikleri sahneden hemen önce Zeus’un kardeşine dönüp: “Haydi biraz eğlenelim” demesi gibi bir sürü Hollywood cümlesi sarfediyor karakterler. Perseus’un ilk filmde kurtardığı ve aslında mitolojide gerçek sevgilisi olan Andromeda’nın (bu sefer Alexa Davalos yerine Rosamund Pike oynuyor) civarındaki bir hırsız olarak tanıdığımız, Poseidon’un oğlu Agenor’un New Jersey’nin bıçkın delikanlıları gibi konuşup hareket etmesi, gözden düşmüş bir tanrı olan Hephaestus’un (Bill Nighy) nedense aksanlı, İngiliz ingilizcesi konuşuyor olması (sık sık ‘bloddy’li konuşan bir mitolojik bir karakter!) gibi yabancılaştırıcı manevralar, izlediğimiz filmi ciddiye almamıza engel oluyorlar haliyle...

İlk filmde Andromeda'ya hiç pas vermeyen Io'ya "yazılan" Perseus, Io'yu kaybedince sarışınlaşan (!) Andromeda'ya kıvırıyor dümeni... Mitolojiyi de "Yalan Rüzgarı"na çevirdiler! 
Bunun dışında ilk filmden farklı olarak Freudyen bir ‘baba-oğul ilişkileri’ yumağı kurularak bütün bu olan biteni anlamlı kılmaya çalışan bir çaba da yok değil. İhanet eden oğullar, oğullarını lanetleyen babalar ve bütün bunların ortasında kafası karışık, büyümenin eşiğindeki masum bir erkek çocuk (Helius)... İstemese de babasıyla aynı kaderi yaşayıp eline kılıcı almak zorunda olan bir ‘erkek’ olacaktır ve bir gün mutlaka ihaneti hem tadacak hem de uygulayacaktır belki de... Ama bütün bu çaba, yüksek sesli ve bol efektli canavarlı kavga sahnelerinin arasında pek de sağlam durmayan sahnelerde var olmaya çalışıyor...
İlk filmde de karşımıza çıkan değişik mitolojik canavarlar bu filmde de bolca var. Ama mesela ilk filmin en başarılı sahnesine imza atan Medusa gibi bir düşman yok bu sefer...
Sonuçta Hollywood’dan giderek daha fazla kusurlu aksiyon-fantastik filmler gelmeye başladı. Bu iki “Titan” filminin, “Pers Prensi”, “John Carter” ve “Conan” gibi aynı kulvardan gişe arayan filmlerle birlikte ilerde çok büyük bütçeler harcanmış B-filmler olarak anılacak olmaları kaçınılmaz gibi gözüküyor...