Eleştirmenin Not Defteri

31 Ağustos 2012 Cuma

Film eleştirisi: SON VURGUN


Şu sıralar en çok satan DVD'ler listesinde yer alan "Son Vurgun" (Contraband) filminin aslında çok kötü niyetli bir senaryosu var... İşte vizyona çıktığı hafta Arka Pencere'ye yazdığım eleştirisi... 
 
İlk uzun metrajlı filmi “101 Reykjavik” ile ülkesinde beğeniyle karşılanan İzlandalı yönetmen Baltasar Kormákur, 2005’te yine ülkesinde Hollywood ortaklı “Cennete Kısa Bir Yolculuk” (A Little Trip To Heaven) adlı suç gerilimini çekmiş ama umduğu ilgiyi görememişti. Asıl dikkati tümüyle İzlanda yapımı ve İstanbul Film Festivali’nde de ilgiyle izlenmiş olan karanlık polisiyesi “Bataklık” (Myrin) ile çekti...

Kormákur 2010’da organ mafyasıyla ilgili gerilim filmi “Nefes Nefese” (Inhale) ile Hollywood gişe filmi mantığına yaklaşmıştı. Kıvrımsız senaryosu ve aceleye getirilmiş finali yüzünden amacına ulaşamayan bir filmdi. Ama yine de bu yıldızlı ve cilalı son filminden daha iyiydi doğrusu...
“Contraband”e konulan Türkçe isim “Son Vurgun”, Kormákur’un halini güzel özetleyen bir isim olmuş. Çünkü film bittiğinde anlıyoruz ki bazı Avrupalı yönetmenler Hollywood’da vurgun yapmak uğruna vurgun yemeyi göze alabiliyorlar...
Aslında “Son Vurgun” iyi başlıyor hikayeye... Eski bir kaçakçı olan Chris, iki oğlu ve güzel karısıyla dürüst bir hayat yaşamaya çalışıyor artık. Ama gel gör ki genç kayınbiraderi rahat durmuyor... Yüklü bir kokain kuryeliği sırasında yapılan polis baskını yüzünden malı denize atmak zorunda kalıyor. Ancak uyuşturucunun sahibi (rolünü ciddiye alınamayacak bir yılışıklıkla canlandıran Giovanni Ribisi) malını ve uğradığı hasarı geri istiyor. Böylece Chris kayınbiraderini kurtarmak için ailesi ve kendisini son bir vurgun için riske atmak zorunda kalıyor... 
Kate Beckinsale içinde olduğu her filme belli bir seyir zevki katan hem güzel hem de rahatsız etmeyen performanslar çıkaran bir oyuncu ...
Orta düzeyde bir suç gerilimi vaat eden hikaye bir yere kadar durumu idare ediyor. Chris ekibiyle düzeneğini kurup Panama’ya giden bir şileple memlekete sahte para sokmak için bir operasyon düzenliyor. Ama ne sahte para... Tam bir kamyonet dolusu! Diğer yandan karısını ve çocuklarını da pek de güven vermeyen en yakın arkadaşına emanet ediyor...
Kormákur’un filmi kendisinin de başrolde olduğu 2008 yapımı “Reykjavík Rotterdam” adlı İzlanda yapımının bir yeniden çevrimi aslında. Orijinal filmin gidişatını bilmiyoruz ama Hollywood sermayesi işin içine girince iyice saçmalaşan bir  senaryoya dönüşmüş sanki... Bazen böyle filmlere ahlak penceresinden yaklaşmak her zaman çok doğru değil aslında ama sözkonusu olan film ticari bir filmse ve bu ticari film çarpık bir durumu haklı çıkarmaya çalışıyorsa orada "bir dakika!" demek gerekiyor bence... Yazının bundan sonraki kısmını bu "bir dakika!" çıkışının bir tezahürü olarak görmenizi isterim... Finale dair kimi ipuçlarını da verebilirim ama bu filmin sorunu başka türlü de anlatılamaz!
Mark Wahlberg ve Ben Foster izleyicisine seyir keyfi veren oyuncular... Bazen filmlerin kötü senaryolarını da kamufle edebiliyorlar...
Chris’in ‘gerizekalı’ kayın biraderinin hatasını yeni hatalarla kapatmaya çalıştığı bu gerilim hikayesi yol aldıkça aptalca bir Hollywood ahlak anlayışına doğru gidiyor. Chris ve dolayısıyla da yönetmen Kormákur için uyuşturucu işi ahlak dışıdır ama Panama’dan bir kamyonet dolusu sahte para getirmek, orada ünlü Amerikalı dışavurumcu ressam Jackson Pollock’un tablosuna yönelik bir soyguna karışmak, sonra onu kamyonetteki bir paçavra gibi gösterip kaçak yollarla ülkeye getirip karaborsada satmak filan gayet mübah anlaşılan!
Açıkçası uzun zamandır izlediğim aksiyon filmleri içinde çatlamış ar damarlarına (illa cinsel olacak değil ya) bu derece şahit olmamıştım... Filmin hızla çözüme ulaşan ve ulaştığı çözümü de bir güzel olumlayan tavrı beni çok rahatsız etti. Çünkü bu tavır seyirciyi aptal yerine koyan bir tavır. Film boyunca onlarca suç işlese de alnı ak kalabilen (!) kahramanımızın bunların karşılığında en ufak bir bedel bile ödememesi, hatta kârlı bile çıkması, olsa olsa 90’lardan kalma bir Hollywood alışkanlığının ürünüdür... 
Asıl şaşırtıcı olan, Mark Wahlberg gibi kendi kuşağının nispeten bilinçli oyuncularından birinin hâlâ böyle bir filme ihtiyaç duyuyor olması... Ya da “Dövüşçü” (The Fighter) filmindeki yapımcılığına ve performansına fazla mı övgü yapmışız acaba?

24 Ağustos 2012 Cuma

İKİ CÜMLEDE KRİTİK - 7


AÇLIK OYUNLARI (The Hunger Games)
Evet bazı kusurları var; filmin duygusal atmosferi biraz gereğinden hızlı ilerliyor, sos gibi dizayn edilmiş politik alt metni fragman gibi geçiveriyor aralarda ve Donald Sutherland sanki sırf bunun için filmde var gibi... Ama yine de çok sevdiğim kimi özellikleri de var; "Alacakaranlık" serisinin aldığı yolun tam tersini tercih edip olanca müsaitliğine rağmen şiddete teslim olmadan konuyu insanca ele alışı, yakışıklı erkek-güzel kız fetişlerine fazla prim vermemesi ve tabi Jennifer Lawrence’ın son derece inandırıcı performansı...  3/5

ÖLÜME ÇEYREK KALA (Brake)
Filmin ilk 80 dakikası -tıpkı "Toprak Altında"da (Buried) olduğu gibi- hükümet ajanı Jeremy'nin bir arabanın bagajında gözlerini açıp niye orada olduğunu çözüp mücadele etmesiyle ve olayların "24" dizisindeki gibi giderek tırmanan bir terör eylemi sürecini takip etmesiyle geçiyor, finalde ise iki farklı sürpriz sizi bekliyor... "Buried" kadar iyi değil ama başından sonuna ilgiyi sıcak tutan filmde esas adamı canlandıran Stephen Dorff iyi bir performans çıkarıyor... 3/5

HAYALET SÜRÜCÜ 2: İNTİKAM ATEŞİ (Ghost Rider: Spirit of Vengeance)
İstediği kadar bir sürü sahnesi Türkiye’de çekilmiş olsun, öyle böyle değil; çok ama çok kötü bir devam, aksiyon ve Nicolas Cage filmi daha...! “Crank” ve “Gamer” filmleriyle de benim en ufak bir sempatimi kazanamayan, aksiyonu izlenemez bir şekilde çekebilmeyi başaran yönetmen ikilisi Neveldine/Taylor’dan bir kötü yönetmenlik örneği daha olan filmde en çok da "Centilmen"de (The American) çok beğendiğim Violante Placido'ya yazık olmuş... 1/5

AH SALAK KARDEŞİM (Our Idiot Brother)
Paul Rudd’un artık giderek "tektip"leşen bir komedyen olduğunu bir kez daha anladığımız bu filminde Rudd'un bu sefer oldukça saf bir karakter olan Ned’in üç kızkardeşinin başına bela olup onların günlük sorunlarını nasıl da içinden çıkılamaz bir hale dönüştürdüğüne şahit oluyoruz. Kızkardeşleri Zooey Deschanel, Elizabeth Banks ve Emily Mortimer oynayınca ilgi çekici ve hiç de sıkıcı olmayan bir filme dönüşmüş “Ah Salak Kardeşim”... 3/5
 
VAHŞİ AV (The Wild Hunt)
2009'da Toronto Film Festivali’nde "En İyi Kanada Yapımı İlk Film" ödülünü kazanan ve gerçekten de dikkat çekici bir film olan “Vahşi Av”, “role playing” oyunlarına kendilerini kaptıran ve sanal bir ortaçağ köyü oluşturarak ‘Game of Thrones’çuluk oynayan insanların arasında geçen bir gerilim... Kızarkadaşını bu hastalıklı oyuna kaptıran gencin onu kurtarmak için girdiği mücadele tüyler ürperten bir finale doğru sürükleniyor... 3/5

ŞEYTANLA RANDEVU (Meeting Evil)
Samuel L. Jackson ve Luke Wilson gibi iki oyuncuyu buluşturan film beklentilerin çok altında kalan bir gerilim olmakla kalmayıp neredeyse bir dakika bile durmayan, yerli yersiz her sahnenin altına döşenmiş sinir bozucu müziğiyle de insanın film zevkini öldüren, anlamsız, gereksiz, kötü yazılmış, kötü oynanmış, kötü çekilmiş, kötü bir film... En güzel tarafı 85 dakika sonra bitiyor olması...! 1/5

21 Ağustos 2012 Salı

AKSİYONUN MELEKLERİ (!)

2010’da aksiyon sinemasının nostaljik kahramanlarını bir araya getiren Sylvester Stallone ikinci filmde ekibi daha da büyütmüş... "Cehennem Melekleri 2" benim tatilime denk geldiği için DVD'ye bıraktığım bir film oldu ama yine de 80'lerin aksiyon süper starlarını GQ dergisinin Ağustos sayısında mercek altına almıştım... İşte en karizmatik (!) fotoğrafları eşliğinde aksiyonun melekleri....!

ARNOLD SCHWARZENEGGER
Nasıl tanıştık?
Avusturya kırsalından vücut geliştirme sporu sayesinde çıkabilen Arnold, 1982’de perdede Conan rolüyle bir güneş gibi doğdu! Film Türkiye’de bir sene sonra vizyona girse de Türk sinemaseverler onu 1987’de “Komando” filmiyle sevdiler. Halbuki 1984’te “Terminator” ile dünyada fırtına gibi esiyordu. Film bizde video piyasasında keşfedilmişti ama filmi sinemada izlemek isteyenler 1988’i beklemek zorunda kalacaklardı...   
Neyi temsil eder?
Arnold Schwarzenegger filmlerinde erkekliğin çelik gibi gücünü temsil eder. Aksiyonlarında az konuşan (çünkü dramatik rol kabiliyeti yoktur) ama gücüyle herkesi susturan kahramandır. Komedilerde de bu fiziğinin tam zıddı bir durumla karşılaşan adamları oynar. Mesela “Ufaklık”da (Junior) hamile kalır! “İkizler”de (Twins) Danny De Vito’nun ikizi olur!
Neden severiz?
Beton gibi duruşu ve sağlamlığıyla karşısındaki sorunu nasıl çözeceğini izlemekten zevk alırız...  
En iyi filmi: James Cameron’un bilim-kurgu sinemasına yön veren filmlerinden “Terminator 2”
En kötü filmi: Çok lüzumsuz bir Noel komedisi olan “Babam Söz Verdi” (Jingle All The Way)...
Ünlü repliği: Ayl bi bak! (“Geri döneceğim” demek istiyor...!)


SYLVESTER STALLONE
Nasıl tanıştık?
Yıllarca Hollywood’da koltuğunun altında dolaştırdığı kendi yazdığı senaryosuyla çalmadık kapı bırakmadıktan sonra 1976’da Rocky’nin çekilmesini sağlayan Stallone kazandığı üç Oscar’la tüm dünyanın ilgi odağı oldu. “Rocky” filmi Türkiye’de sinemalara 1982’de  gelebildi. Ama ilginç olan şey Türk sinemaseverlerin Rocky II’yi birincisinden bir sene önce, 1981’de izlemiş olması. Dolayısıyla Türklerin Rocky ve Stallone ile tanışması 1981’de Rocky II ile başlar. 
Neyi temsil eder?
Stallone Rocky serisiyle “azim”i temsil ederek çıkış yaptı. Rambo serisindeki vefasızlığın çıldırttığı kahraman askerle bu çıkışı sürdürdü ve hiçbir zaman kötü ya da karanlık bir yönü olan karakterleri oynamadı. Filmlerinde hem mağdur hem de mağrur oldu çoğu zaman...
Neden severiz?
Stallone haksızlığa uğrayan ve sonunda da harekete geçen karakterleri oynadı hep. Kaslı vücudu Arnold’unki gibi astronomik olmadı hiç, yamuk bir ağzı ve düşük gözleri olmasına rağmen belli oranda yakışıklı olduğu filmleri de vardır.
En iyi filmi: Oynadığı tek ciddi dram olan “Güçlüler Bölgesi” (Copland) sinema sanatı adına en ciddiye alınacak filmidir...
En kötü filmi: Saçma sapan bir 80’ler komedi aksiyonu “Dur Yoksa Annem Ateş Edecek”...
Ünlü repliği: Edriyıııııoouuun (Rocky)


BRUCE WILLIS
Nasıl tanıştık?
Willis’in 1985 yılında “Mavi Ay” dizisinin savruk dedektifi David Addison rolünü kapmasıyla şöhret yılları başladı. Türkiye’deyse dizi 1987’de TRT’de de yayınlanmaya başladığında onu seslendiren Alev Sezer’in dublajının da katkısıyla çok çabuk sevildi. Willis’in sinema şöhreti ise “Zor Ölüm” (Die Hard) polisiye aksiyonuyla geldi...
Neyi temsil eder?
Willis en çok da bezgin ya da bitik bir ruh halindeyken zor bir işi başarması gereken karakterlere yakıştı. “Ucuz Roman”, “12 Maymun”, “Ölümsüz”, “Son Görev”, “Zor Ölüm 3”, “5. Güç” gibi filmlerinde hep kendinden beklenmeyen atılımlar gösteren bitik adamları oynar...  
Neden severiz?
Willis’in güzel gülüşü, muzip bakışı ve soğukkanlı duruşu sevilmesindeki en büyük nedenler. Oynadığı filmlerde genellikle o kendine has muzipliği çoğu rolüne taşıdı...
En iyi filmi: Bir Tarantino harikası: “Ucuz Roman” (Pulp Fiction)
En kötü filmi: Dünyanın en saçma hikayelerinden biriydi: “Armageddon”
Ünlü repliği: Yippee ki-yay motherfucker (Zor Ölüm)


JEAN CLAUDE VAN-DAMME
Nasıl tanıştık?
1988’deki “Kan Sporu” (Bloodsport)  Bruce Lee’nin ünlü filmi “Ejderin Üç Fedaisi”nin (Enter The Dragon) kötü bir kopyası gibidir ama tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de video piyasasında bir ekol olur.90'larda evde videosu olup da "Kan Sporu"nu izlememiş sinemasever bulmak neredeyse imkansızdı...
Neyi temsil eder?
Zarif, kibar ve ‘kickboks’daki ustalığını zorda kalmadıkça kullanmak istemeyen bir kahramandır o filmlerinde...
Neden severiz?
Van Damme Türkiye’ye birkaç kez gelmiş hatta birinde Ömer Faruk Sorak’ın “Sınav” filminde de rol almıştı. Reha Muhtar’ın ana haber bültenine de çıkmış sempatisiyle dikkat çekmişti.
En iyi filmi: John Woo’nun Hollywood’daki ilk filmi “Zor Hedef” (Hard Target)
En kötü filmi: En kötü bilgisayar oyunu uyarlamalarından biri olan “Street Fighter” diyebiliriz... 
Ünlü repliği: “Bugün şanslı günün değil!” (Evrensel Askerler)


CHUCK NORRIS
Nasıl tanıştık?
Bruce Lee filmi “Dünyada Benden Büyük Yok”da (The Way of the Dragon) önemli bir rolde görününce dikkat çekti. Sonra bir baktık ki 80’lerin ucuz Amerikan aksiyonlarının bir numaralı ismi olmuş...
Neyi temsil eder?
Hollywood’un sağ kanadını sinemada temsil eden, milliyetçi ve tutucu bir karate hocasıdır kendisi... Filmlerinde sert ve soğukkanlı pek de espritüel olmayan kahramanları oynar...
Neden severiz?
Yakışıklı ya da cazip bir adam olmasa da kaba sabalığı ve aksiyon sırasında ağzında purosuyla sağa sola ateş etmesi hayranlarına çekici geliyordu..   
En iyi filmi: ABD propagandası yapıyor olsa da Lee Marvin’le başrolü paylaştığı “Zafer Topu” (The Delta Force)
En kötü filmi: Sözümona Rusya’nın ABD istilasını konu alanİstila” (Invasion USA)
Ünlü repliği: “Oyun bitti!” (Missing in Action)


JET LI
Nasıl tanıştık?
Uzakdoğu filmlerine özel bir düşkünlüğü olmayan herkes onu ilk kez “Cehennem Silahı 4” filminde Mel Gibson’ı bir güzel pataklarken gördü. Halbuki Çinli oyuncu dövüş sanatlarının en görseli wushu’da üstün yetenekli olup memleketinde çok iyi filmler çekmişti.
Neyi temsil eder?
İyi adamları oynamaya başladıktan sonra, bilge, barışçıl ve iyi kalpli kahramanları canlandırdı...  
Neden severiz?
Kötü adamı oynarken karizmatik, iyi adamı oynarken de kısa boyu ve güldüğünde hoş görünen yüzüyle sempatiktir. Hızlıdır ama büyüleyici derecede estetik dövüşür...
En iyi filmi: Fazla aramaya gerek yok: “Kahraman” (Hero)
En kötü filmi: Eğlenceli bir seriye bu kadar zorlama bir devam filmi çekilir:Mumya 3”
Ünlü repliği: “Bana vurabilirsin ama saçıma dokunursan seni öldürürüm!” (filmde değil röportajında söylemiş!)


JASON STATHAM
Nasıl tanıştık?
Rol aldığı ilk film olan, çağdaş İngiliz sinemasının parlak yönetmeni Guy Ritchie’nin dünyada ilgiyle karşılanan filmiAteşten Kalbe Akıldan Dumana” (Lock, Stock and Two Smoking Barrels) Türkiye’de Ritchie’nin ikinci filmi “Kapışma”dan (Snatch) sonra vizyona girmişti. “Kapışma” ise Türkiye’de tüm zamanların en çok satan DVD’lerinden biridir...
Neyi temsil eder?
Bruce Willis kadar sempatik sayılmaz ama Statham sanki yeni nesil Bruce Willis gibi... Esprili, ağzı kalabalık, becerikli ve de gözüpektir filmlerinde...
Neden severiz?
Statham artık seyrek film çeken Stallone gibi aksiyon kahramanlarının boşluğunu doldurdu. Türkiye’de filmlerine verilen isimlere bakın: “Suikastçı”, “Taşıyıcı”, “Tetikçi”, “Koruyucu”...
En iyi filmi: Ateşten Kalbe Akıldan Dumana (Lock, Stock...)
En kötü filmi: Ortaçağ savaşçısı olmak hiç yakışmamıştı ona:Özgürlük Savaşçısı” (In The Name of the King)
Ünlü repliği: “Ben Terminatör’üm!” (Tetikçi)


DOLPH LUNDGREN
Nasıl tanıştık?
İsveçli Dolph’un sinemadaki ilk önemli rolü “Rocky IV”teki Rus boksör Ivan Drago. Yani dünya onu nefret ederek sevmeye başladı desek yeridir...
Neyi temsil eder?
90’ların ikinci sınıf aksiyonlarında Rus veya Doğu Avrupalı kötü adam rollerinin yanısıra esas kahramanı oynadığı filmler de geldi. Ama Dolph hiçbir zaman o soğuk fiziğini ve hantal duruşunu seyirci nezdinde avantaja çeviremedi. 
Neden severiz?
Soğuk, kötü bakışlı ve sarışın bir adam...! Herkesin bir alıcısı vardır!
En iyi filmi: “Rocky IV”. Varın gerisini siz düşünün...!
En kötü filmi: Bütün filmografisi?
Ünlü repliği: “Kaybedeceksin!” (Rocky IV)

10 Ağustos 2012 Cuma

Yeni bir şey yok: GERÇEĞE ÇAĞRI


“Yaratık” (Alien) filminin senaristleri Dan O’Bannon ve Ronald Shusett’in Philip K. Dick hikayesi “We Can Remember It For You Wholesale”den uyarladıkları senaryoları “Total Recall”u yaptırabilmek için yıllarca uğraşmışlar. Sonunda senaryoları bugün iş hayatında olmayan film stüdyosu Carolco'nun Arnold Schwarzenegger için aradığı proje oluvermiş. Arnold da "Robocop"ını izleyip de tarzını çok beğendiği Paul Verhoeven'ı istemiş... 
1990 yapımı "Total Recall"un kısaca böyle bir çekim hikayesi var yani...   
Bilim-kurgu edebiyatının usta yazarlarından Dick’in hikayesinde sıradan bir işçi olan Douglas adlı bir adam Mars’a gitmek konusunda nedenini anlayamadığı bir tutkuya sahiptir. Sahte anılar üreterek insanların beynine bunları eken bir şirkete giden Douglas bu işlem sırasında “uyanır” ve beyninin karanlık kıvrımlarında yok olmuş bazı gerçekler yeniden yüzeye çıkar… Aslında Douglas’ın ektirmek istediği anılar Douglas’ın beyninde zaten vardır…  
Total Blade Runner
Dick’in hikayesi başka bir hayata özenen adamın, içinde zaten gizliden taşıdığı o başka hayatla yüzleşmesini sahte anı / gerçek anı ikilemi arasında gidip gelerek ele almakta. Paul Verhoeven’ın 1990 yapımı filmi de bu doğrultuyu özünde koruyan bir filmdir. Ancak kimi gediklerine, dönemin aksiyon sineması ekollerine teslim olan senaryosuna ve Verhoeven’ın dozu zaman zaman kaçan şiddetle örülü yönetimine rağmen vasatın üzerindedir... Bugün her Arnold filmi gibi “Gerçeğe Çağrı”nın da nostaljik bir çekiciliği hâlâ vardır. Ama “Alacakaranlık” (Twilight) gibi filmleri sinema sanatının başyapıtları olarak gören ve eski filmlerle hiç alakası olmayan genç bir nesil var -ki ne derseniz deyin sinemaya en çok onlar gitmekte- onlar için 1990'lardan gelen “Gerçeğe Çağrı” gibi filmler ‘demode, eski ve zaman kaybı şey’lerdir... Dolayısıyla bu gençler için bu hikayeler ‘yepyeni’ aslında. 
Total Fifth Element
“Equilibrium” ve “Ultraviolet” filmlerinin senarist yönetmeni Kurt Wimmer’in senaryosu Dick’in hikayesini değil Verhoeven’ın filmi üzerinden ilerliyor ve hikayenin ana mekanını Mars’tan alıp tamamen dünyaya getiriyor. Böylece hikayenin altındaki politik zemini “sömürgeci Büyük Britanya İmparatorluğu”na dayıyor. Dünyada yaşanmış büyük bir kimyasal savaştan sonra burjuva sınıfının oluşturduğu takım elbiseli, şık giyimli insanların yaşadığı Britanya Birleşik Federasyonu ile Avustralya kıtasında sıkışıp kalan işçi sınıfı arasındaki hikayede tabi ki işçilerin direnişini bastırmak isteyen kötü beyazlar vardır!
Basit bir işçi olarak yaşayan Douglas Quaid kendi rüyasının peşine takılmışken bu iki sınıfın arasında stratejik bir öneme sahip olduğunu keşfeder. “Blade Runner”vari, kirli, ıslak ve de hayli ‘asyalı’ koloniden çıkıp “Azınlık Raporu” (Minority Report) evreninde “Ben, Robot”sal (I, Robot) bir geleceğin içinde "5. Güç"ün (The Fifth Element) araç trafiğinde, yapay robot polislerle (Robocop) ve karısı bildiği Hükümet ajanıyla baş etmeye çalışan Douglas “Jason Bourne” gibi bir ajandır aslında. Amacı kendi kimliğini bulmak, bunu yaparken gezegeni de diktatöryel bir rejimden kurtarmaktır...  Pislik içinde yaşayan, bir araya gelip isyan etmekten aciz, zavallı işçi sınıfının (!) hayatta kalmasını sağlayıp güzel direnişçi sevgilisiyle kimbilir nasıl bir refah hayatın huzurlu dünyasına adım atmaktır amacı... 
Total Minority Report
Belki fazla ileri gittik ama Len Wiseman’ın bütün bu ‘kolaj’ filmi Verhoeven’ın filminin altında kalan bir zeka taşıyor ne yazık ki. Wiseman’ın orijinalinden aldığı en bariz gönderme olan üç göğüslü kadın bile bu kolajın içinde ‘eklektik’ kalıyor. Verhoeven Dünya-Mars arasındaki köprüyü aynen koruyup hikayeyi bilimkurgu düzleminden çok da ayırmamayı seçmişti ve filmindeki ezilen sınıfı fiziksel olarak da diğerlerinden ayırmış, çareyi Marslı teknolojiye (insanoğlunun dışında bir yardıma) bağlamıştı. Douglas’ın yaptığı kahramanlık, bu yardıma bir kapı açmaktı. Yukarıdaki satırlarda bahsettiğim dönemin aksiyon filmleri ekolüne teslim olduğu yerlerini saymazsak (Arnold’un oyun kabiliyetini örtmek için kullanılan eğlenceli diyaloglar, simsiyah giyinen ve aşırı sinirli bir kötü adam, Mars’a yolculuk yapılabiliyor olmasına rağmen hâlâ makinalı tüfeklerin kullanılması vs...) hayal gücü daha geniş ve daha fantastik bir hikaye anlatıyordu. Bütün o koşturmacanın arasında bazen durup hem kahramanını hem de bizi şüpheye düşürücü hamleler yapıyordu: Acaba bütün bu olanlar Douglas’ın Rekall şirketinden satın aldığı anılar mıydı?
Total Bourne Ultimatum
Bu ‘yeniden çevrim’in en yapamadığı şey bu şüpheyi ne Douglas’a ne de seyirciye yaşatabilmesi... Zaten Wiseman filmini aksiyona boğarak böyle şeyler düşünmememizi sağlamaya çalışmış sanki. Üstelik o da aksiyon sinemasının kendi klişelerine ve ekollerine orijinalinden daha da fazla saplanmış. Bütün kötülüklerin anası 'beyaz gömlekli' Başkan’ın bizzat finalde Douglas’ın karşısına çıkıp yumruk yumruğa dövüşmesi, direnişçilerin liderinin kilisede mevzilenmesi ve de ayrıca bir ‘aziz’i andırıyor olması (bu arada adı da Matthias, yani kör gözüm parmağına!), bol CGI’lı büyük sahneler, yönetmenden torpilli Kate Beckinsale ve Jessica Biel gibi iki çekici kadın, Colin Farell’ın biraz Deckard biraz Bourne biraz da “In Bruges”dan kalanlarla ortaya sunduğu çeşni belki yeni neslin kolayca yutup baştacı edeceği numaralardır. Ama bizim gibi, ‘çok şey görmüşler’ için sadece bir ‘ikibinler aksiyonu’ daha işte...  
Total Total Recall

5 Ağustos 2012 Pazar

SEVMEK ZAMANI

Türk Sinemasının usta yönetmeni Metin Erksan 4 Ağustos 2012'de aramızdan ayrıldı... Erksan'ın çok renkli filmografisinde benim en sevdiğim filmi olan "Sevmek Zamanı", şüphesiz Türk sinemasının da en eşsiz filmlerinden biridir... 


1 Ağustos 2012 Çarşamba

ESKİDEN

Sharon Tate (The Fearless Vampire Killers)










                   
Ne güzel insanlar vardı eskiden.
Çocukluğumuzu kaplamışlardı.
Bize masal anlatırlardı
Cinlerden, perilerden.
Büyük anneler, büyük babalar vardı.
O zaman hepsi uzaktı ölümden.
Hem sevdirir hem korkuturlardı.
Acı hikâyeleri bile tatlı başlardı.
Demek bunun için gittiler hikâyelerden.
Ne güzel insanlar vardı eskiden.

Ne güzel şarkılar vardı eskiden.
Gençliğimizi donatırlardı.
Hep iyi şeyler hatırlatırlardı
Geçip gitmiş devirlerden.
Sevgi ve ümid yaratırlardı.
O zaman her şey uzaktı ölümden.
Yanık şarkılar bile neşeli başlardı.
İster istemez saadet taşardı
Gamsız günlerimizden.
Ne güzel zamanlar vardı eskiden.

Ne güzel şarkılar vardı eskiden.
Hayâl içinde yaşatırlardı.
Güldürür ağlatırlardı
Duymadan biz, düşünmeden.
Her an bir asır kadardı.
O zaman herkes uzaktı ölümden.
Candan sevdiklerimiz vardı.
Hepsi başka güzeldi, bizi tanımazlardı.
Bütün yollarımız geçerdi gül bahçelerinden.
Ne güzel zamanlar vardı eskiden.
 
- Özdemir Asaf

Marcello Mastroianni (8½)