2008’de karşımıza gelen, Luc Besson’un bir sıkımlık yeni
yetme fantezilerinden oluşturup yapımcılığını üstlendiği “96 Saat” (Taken),
sevilen ve güven veren oyuncu (böyle bir tanım var artık, evet!) Liam Neeson sayesinde beklenmedik, yoğun bir
ilgiye mazhar oldu. CIA ajanı Mills’in fuhuş ticareti yapanlarca kaçırılan
kızını bulabilmek için apar topar Paris’e iniverip şakır şukur adam öldürmesi
pek bir sevildi.
4 yıl sonra gelen bu devam filminde ise Mills bu sefer
ailecek kaçırılıyor! Üstelik İstanbul’da... Ama hemen sinirlenmeyin, kaçıranlar
Türk değil Arnavut... İlk filmde ölen kötü adamlar da Arnavut’tu zaten, bunlar
da onların akrabaları. Üçüncü filmde de bu filmde ölen Arnavutların kalan
akrabaları –kalmışsa tabi- başka bir ülkede Mills’in kızını üçüncü kez
kaçırırlar, olur size “Taken 3”. Bu arada sürüyle adam bir tanecik CIA ajanını
dize getiremeyip iki filmdir telef oluyorlar orası ayrı... (çoğunlukla da öyle değil midir zaten?!)
“Takip: İstanbul”un yüzde 80 gibi bir oranı İstanbul’da,
hatta ne İstanbul’u Eminönü’nde geçiyor. Tabi biz bütün filmin Eminönü’nde
geçtiğini Türk olmamız dolayısıyla net anlıyoruz. Yabancılar için bu filmden
sonra İstanbul’un tamamı Eminönü, Tahtakale, Mahmutpaşa gibi... Mills
İstanbul’a bize ne olduğu belirtilmeyen bir iş için gelirken eski karısı ve
kızına da ‘işim bitince bana katılın’ teklifi yapar. Anne kız da bu kaçırılma
fırsatını kaçırmak istemezler ve geliverirler bu yaban ellere! Kötü desenli yün
kazaklarından hemen tanıyabileceğiniz Arnavutlar için büyük bir fırsattır bu.
İki tane gümrük memurunun tahta bir kulübeyle beklediği ve bir patikada
konuşlanmış bir sınır kapısından Türkiye’ye giriverirler!
Aaa arkada Türkçe yazı var!! Eskiden böyle tepkiler verirdik heyecanla! |
Bu arada baba Mills kızıyla bir vapur gezisinde İstanbul’un
Asya ve Avrupa’yı nasıl da birbirine bağladığını anlatıyordur. Daha da
anlatacaktır ama fırsat kalmaz işte, ertesi gün karı-koca kaçırılırlar. Mills
kaçırıldığı kamyonetin arkasında elleri gözleri bağlıyken İstanbul’un seslerini
dinleyip (ezan, vapur, demirciler, kemençe çalan yaşlı adam! vs...) saniyeleri
sayar ki gittikleri yeri bir daha bulabilmek için kolaylık olsun. Tutsakken,
kızının da kaçırılmasına botunda taşıdığı küçük cep telefonuyla engel olur!
Kızına odasındaki bavuldan birkaç el bombası alıp onları çatılardan atlaya
zıplaya sağa sola fırlatarak kendi tutulduğu yere gelmesi direktifini verir...
Kız da maşallah, güpegündüz babasının “bir tane daha at” dediği her yerde sallar
bombaları. Aşağıda kime ne olmuş önemli değil, önemli olan Amerikalı ajanın ve
ailesinin başına bir şey gelmesin...!
Daha sonra bu müthiş organize kaçış sahnesi çakma bir Bourne
etkisi yaratmayı amaçlayan araba takip sahneleriyle sürüyor. Polis arabaları
80’lerin Tofaş arabaları (ama kahramanlarımızın kaçtığı araba Mersedes taksi!) ve
kahramanlarımızın sonunda ulaştığı Amerikan konsolosluğu ise sanki savaş zamanı
Bağdat’taki Amerikan karakolu! Kamuflaj kıyafetli donanma piyadeleri, kapıda
siper olmuş otomatik tüfeklerle teyakkuzdalar!
Filmde görülen neredeyse bütün kadınlar kara çarşaflı,
erkekler ise -kötü ve pis Arnavutlar gibi!- kapkara adamlar.
Ezel ve dayı da hep buralarda dolaşıyorlardı...! |
Bütün İstanbul’u
Sultanahmet camisinden ibaret gösterip, Kapalıçarşı’nın çatısını ve etrafını
Rio’nun varoş mahalleleri gibi kurmak... Bir kısım yabancı sinemacının İstanbul’u
böyle görmekteki ısrarını silebilmemiz pek mümkün değil artık sanırız. Yeni
Bond filmi “Skyfall”un ekibinin de Eminönü ve Kapalıçarşı’ya kümelenmesinden
pek farklı İstanbul görüntülerinin çıkmayacağını düşünebilirsiniz rahatça. Haydi
hepsini otantik gördükleri için yaptıklarını düşünebilirdik -belki-. Ama
finalde Kaliforniya’nın Malibu sahillerinde sörfçü kızlar, dondurma ve
günbatımıyla dolu “ay neydi orası öyle, iyi ki döndük cennetimize vallahi” tadındaki
finali iyice tuz biber ekiyor bütün bu olan bitene...
Bütün bu izlediklerimizi kızgın bir milliyetçilik gözlüğüyle değerlendirmemek de lazım. Nitekim Türkiye'yi ısrarla böyle görmek isteyen gözlere artık alıştık. Ülkenin bir kısmının böyle bakanların gördüğü gibi olduğunu da kabul etmek lazım. Ama bunun da bir sınırı olmalı. Ülkeler işin içine girince biraz daha dikkatli olunmalı... Özellikle de "islamofobi"nin tüm dünyayı sardığı bir zamanda, Türkiye gibi hassas dengedeki bir ülkeyi o çerçevenin içine sokmak ya da sokar gibi yapmak yanlış bir seçim...! Türkiye'de bizim de çok istemediğimiz yanlış işler, yanlış görüntüler var tabi ki... Ama Amerikan konsoslosluğunun önünde her an ateş etmeye hazır, siper almış donanma askerleri yok! Çatılarda sağa sola bomba atarak babasını arayan kıza birileri "kızım sen napıyorsun?" diye sorar herhalde (aslında her ülke için geçerli değil mi bu?)...
Madem buralara kadar gelmiş, Liam Neeson'a sorsalardı keşke klasik soruyu: Atatürk'ü oynamak ister miymiş? |
Hani film bir parça iyi olsa, bir noktadan sonra bütün bunları biraz olsun görmekten gelip, filmin hakkını teslim etmek istersiniz. Nitekim "Geceyarısı Ekspresi" (Midnight Express, 1978) olanca yanlı ve düşmanca bakışına rağmen ritmi yüksek, iyi çekilmiş bir hapishane gerilimidir... Ama "Takip: İstanbul" aksiyon filmi olarak da neresinden tutsanız elinizde kalan bir film..!
filmi görmedim ama çok hos bir yazi olmus :)
YanıtlaSilCinematic Ceremony
Teşekkürler... Bakalım görünce de aynı mı düşüneceksiniz... :)
SilFilmi dün akşam izledim. Ben de blogumda buna benzer (çok daha az derinlikli olarak tabiy ki) birşeyler yazdım. Yorumunuz çok yol gösterici. Eleştirilerinizden faydalanıyoruz. Teşekkürler...
YanıtlaSil