PATLAK SOKAKLAR
İnternetteki viral videolarıyla dikkat çeken genç bir ekip
“internet için” cazip bir parodi fikrine tutunmuş 10 dakikalık senaryolarıyla
dikkat çekiyorlardı... Amerikan polislerinin, dublaj Türkçesiyle, Türkiye
şartlarına uyarlanmış halleri komik bir malzeme... Komedisini yapacağınız
klişeleri doğru saptayıp iyi-kötü bir hikayeye komik esprilerle yerleştirmeniz
lazım...
Ayrıca da “dublaj türkçesiyle konuşan iki polis” esprisi
zaten 10 dakikadan sonra sıkmaya mahkumdur. Bir süre sonra kendini sürekli
tekrar eden iki özenti polis olarak elinizde kalan karakterlerin zaten ipe sapa
gelmez hikaye akışından da düşmeleri sonrasında “bitse de gitsek” duygusuna
kapılıyorsunuz ister istemez... Mesela film hâlâ cinayet masası, ahlak masası,
ütü masası, nikah masası gibi masalardan oluşan karakol esprisinden medet umuyor, bu zamanın
interneti yalayıp yutmuş kuşağına rağmen...
Polis kızın sahneye çıkar çıkmaz 70’li yılların assolistine
dönüşmesi, minibüs şoförünün “arkadan vermeyen kaldı mı?” diye sorması, polis
sorgusunun “Kim 500 Milyar İster” yarışmasına dönüşmesi gibi espriler artık
son derece bayat ve basitler. Bu ve benzeri filmlerle Türk insanının mizah duygusunun bu kadar aşağılara çekilmesi bir yandan da acı verici bir şey. İnsan “Süt Kardeşler”,
“Kibar Feyzo”, “Şabanoğlu Şaban” ya da “Turist Ömer” gibi filmleri özler oluyor
bu gibi filmlerden sonra...
Keşke bu gençler internette bu şekilde 10'ar dakikalık skeç filmleriyle yollarına devam etselerdi.
Ya da aynı ekip bambaşka bir senaryo üzerinde çalışsaydı.
Eleştirmen gösteriminde derin bir huşu içinde izlenen filmde
sadece Apaçi esprisinde biraz gülümseyebildim, o da zaten fragmanda var... 1/5
SIĞINAK (Take Shelter)
"Ya öyle olursa", "ya böyle olursa"yla hayat nasıl geçer? İnsan
yaşadığı çağın bütün tehlikelerini teker teker kendine çekerse, paranoyak bir
şizofren olup çıkar elbette...
İnsanın “korku”yla olan imtihanı onun varlığı kadar eskidir
şüphesiz... Hayatta kalabilmek başlı başına bir mücadele konusu ve hayatını
yitirmekten korkmak başla başına büyük bir korkuyken, sorumluluğunu aldığınız bir eş
ve çocuğunuzu da bu resime dahil edin bir...
Curtis karısı ve duyma özürlü kızıyla mutlu yaşayan bir
babadır. Ama giderek inandırıcılık şiddeti artan rüyalar görmeye başlar.
Rüyalarında büyük bir fırtınanın yaklaştığını ve kimlere ait oldukları
görünmeyen bazı ellerin hayatını ve tüm değer verdiklerini ondan çekip
aldıklarını görür... Curtis’in annesinin de bir sinir hastalığı vardır ve
Curtis bu olasılığın kendisine de yaklaştığını hissediyordur ama korkusunun
önüne geçmeye bir türlü gücü yetmiyordur... Tabi ki bu korku giderek büyüyecek
ve karşı konulamaz bir noktaya ulaşacaktır....
Evet, gerçekten de korku insanın ruhunu kemirir... Genetik
bir geçmişi olsun ya da olmasın... Korku insana lazım olan bir duygu ama
yeterli bir dozda... Film bize bu doz aşımının insanı ve onun sevdiklerini nasıl bir
mutsuzluğun içine attığını anlatıyor en başta... Ama yersiz gibi gözüken bu
korkuların çıkan gerçek bir fırtınada o kadar da yersiz olmadığı belli oluyor.
Curtis’in her türlü mantığı zorlayan sığınak yapma fikri bir süre sonra
doğrulanıyor... M. Night Syamalan filmlerinin sonunu hatırlatan final de bizi
yine sayıları gün geçtikçe artan “dünyanın sonu” filmlerine götürüyor... İnsanoğlunun bir türlü bitmek bilmeyen korkuları,
sadece insanın ruhunu kemirmekle kalmıyor daha global bir etkiyle dünyanın da
sonunu getiriyor belki de...
Ortalarında hikayesi biraz patinaj yapıyor gibi gelse de
genelde ritmi yüksek bir film “Sığınak”. Filmdeki yönetmenlik ve oyuncu
performansları ise üst düzey. “Hayat Ağacı”ndan beri sürekli nitelikli rollerde
izlediğimiz Jessica Chastain seriyi bozmuyor. Michael Shannon ise gözüktüğü her
filmdeki gibi etkileyici bir performans sergiliyor... 3,5/5
SON VURGUN
Bazen sevdiğiniz ve güvendiğiniz oyuncular bile sizi hayal
kırıklığına uğratabiliyorlar...
Aslında “Son Vurgun” iyi başlıyor hikayeye... Eski bir
kaçakçı olan Chris (Mark Wahlberg), iki oğlu ve güzel karısıyla (Kate
Beckinsale) dürüst bir hayat yaşamaya çalışıyor artık. Ama gel gör ki genç
kayınbiraderi rahat durmuyor... Yüklü bir kokain kuryeliği sırasında yapılan
polis baskını yüzünden malı denize atmak zorunda kalıyor. Ancak uyuşturucunun
sahibi (rolünü ciddiye alınamayacak bir yılışıklıkla canlandıran Giovanni
Ribisi) malını ve uğradığı hasarı geri istiyor. Böylece Chris kayınbiraderini
kurtarmak için ailesi ve kendisini son bir vurgun için riske atmak zorunda kalıyor...
Orta düzeyde bir suç gerilimi vaat eden hikaye bir yere
kadar durumu idare ediyor. Chris ekibiyle düzeneğini kurup Panama’ya giden bir
şileple memlekete sahte para sokmak için bir operasyon düzenliyor. Diğer yandan
karısını ve çocuklarını da pek de güven vermeyen en yakın arkadaşına emanet
ediyor...
Chris’in ‘gerizekalı’ kayın biraderinin hatasını yeni
hatalarla kapatmaya çalıştığı bu gerilim hikayesi yol aldıkça aptalca bir
Hollywood ahlak anlayışına doğru gidiyor. Chris ve dolayısıyla da yönetmen Kormakur
için uyuşturucu işi ahlak dışıdır ama Panama’dan bir kamyonet dolusu sahte para
getirmek, orada ünlü Amerikalı dışavurumcu ressam Jackson Pollock’un tablosuna
yönelik bir soyguna karışmak sonra onu kamyonetteki bir paçavra gibi gösterip
kaçak yollarla ülkeye getirip karaborsada satmak filan gayet mübah anlaşılan!
Açıkçası uzun zamandır izlediğim aksiyon filmleri içinde
çatlamış ar damarlarına (illa cinsel olacak değil ya) bu derece şahit
olmamıştım... Filmin hızla çözüme ulaşan ve ulaştığı çözümü de bir güzel
olumlayan tavrı beni çok rahatsız etti. Çünkü bu tavır seyirciyi aptal yerine
koyan bir tavır.
Film boyunca onlarca suç işlese de alnı ak kalabilen (!)
kahramanımızın bunların karşılığında en ufak bir bedel bile ödememesi, hatta
süper kârlı çıkması, olsa olsa 90’lardan kalma bir Hollywood alışkanlığının
ürünüdür...
Asıl şaşırtıcı olan Mark Wahlberg gibi kendi kuşağının
nispeten bilinçli oyuncularından birinin hâlâ böyle bir filme ihtiyaç duyuyor
olması... Ya da “Dövüşçü” (The Fighter) filmindeki yapımcılığı ve başrolüne
boşuna mı övgü yapmışız acaba? 1,5/5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder