Eleştirmenin Not Defteri

13 Ocak 2017 Cuma

Sinematografik Paylaşımlar - 1



1.“Uzay Yolcuları” (Passengers) aslında kötü bir film değil. Güzel görüntüler, güzel oyuncular, güzel fikirler barındıran iyi bir seyirlik. Sadece hikayesi aşırı tahmin edilebilir bir Hollywood rotasında ilerliyor. Dakikalar ilerledikçe filmin tansiyonu giderek düşüyor bu tahmin edilebilirlik yüzünden. Sanki finalini de bunun farkındalarmış gibi apar topar getiriyorlar: “tamam tamam her şey aynen tahmin ettiğiniz gibi oldu, hadi kapatalım da bitsin!”  

 

2. Mafyanın kovaladığı iki arkadaş klişesinin komedi yönetmenlerimizi ve yazarlarımızı bu kadar esir almış olmasının sebebi belki de seyircimizin de kendini başından büyük belalara bulaşmış insanlar olarak görmesi ve bununla başedebilmeyi ancak mizahla çekilir bir mesele olarak görmesindendir diye düşünüyorum. “Çalgı Çengi İkimiz” ve diğer türevlerine her daim bu kadar ilgi gösteriliyor olmasına başka bir açıklama getiremiyorum şahsen. Bu filmin yaratıcılarının ise gerçek yeteneklerini sadece “İşler Güçler” TV dizisinde gösterebildiklerini düşünüyorum... Adamlar her bölümü sinema filmi uzunluğunda yapıp belli bir yenilikçi bakış yaratabilirlerken, imkanları çok daha fazla olan sinema filminde niye böyle yapıyorlar anlamak güç! Güç de değil aslında mesele tamamen duygusal sanırım!!


3. "La La Land”in olumsuz eleştirilerini de okuyorsunuzdur. Filmi çok sevsem de  senaryo ve hikaye anlamında sorunları olduğunu ilk izlediğimden beri söylüyorum. Karakterleri yüzeysel, eksik tanımlanan hayalleri de yüzeysel işlenmiş hatta.. Nitekim  bu sevimli karakterler yüzeysel hayallerine bir şekilde erişmiş olsalar da mutlulukları daim değil sonunda. Birbirlerinden ve çok daha iyi bir finalden uzakta bitiriyorlar hikayelerini. Ama ismi bile neredeyse “lay lay lom” olan bir filmde ‘çok etkili’ sosyal gerçekçi mesajlar aramak biraz fazla geliyor bana. Diğer yandan filmin o kadar boş olmadığını düşünmüyor değilim ayrıca. “La La Land”i sonu hüzünlü biten bir “Amelie” gibi okuyorum ben. “Amelie” bize hiç de gerçekçi olmayan bir Paris sunuyordu mesela. Jeunet filmin çekimleri sırasında Paris’in kendilerine hiç de yardımcı olmadığını, filmdeki gibi gösterebilmek için çok çaba sarfettiklerini söylemişti bir röportajında. “La la Land” de benmerkezciliğin başkenti (!) Los Angeles’ı etkileyici finalinde öyle gösteriyor. Herkesin daha güleryüzlü olduğu, eski müzikallerdeki gibi şenlikli, güneşli bir şehir... Böyle olsaydı keşke diyor. Ondan önce sık sık boş caddelere vurgu yapıyor, ruhsuz partileri gösteriyor, boş tiyatro salonu, boş sinema salonu, boş gözlemevi, bardaki müziği dinlemeyen restoran müşterileri, samimiyetsiz Hollywood setleri, aşık çiftin beğenmediklerini sık sık dile getirdikleri ve bize bile doğru düzgün gösterilmeyen bir LA manzarası... Bu ortam içinde hem aşkı hem de hayallerini yakalamaya çalışıyorlar, ama hepsi birden mümkün olamıyor. En çok da bu olamama kısmını anlatamıyor senaryo zaten. Daha iyi bir senaryo olabilir miydi elimizde? Evet, bu kadar lay lay lom anlatmasa, daha güçlü hikayesiyle daha ‘kalıcı’ bir film olabilirdi. Ama bu kadar sevimli ve ‘feel good’ filmi olabilir miydi o tartışılır! “La La Land”in Altın Küre çıkarmasından sonra şunu düşündüm: sattığı nostalji yüzünden muhtemelen Akademi ödüllerinde de “The Artist” gibi bir etki yaratacak. Çünkü sinemacılar bu nostaljik sinema numaralarını sever. Ve çünkü herkes zaman geçtikçe ruhsuzluğun ne kadar yaygınlaştığının farkında ama kimse “Captain Fantastic” gibi yaşamayı da göze alamıyor ya da birileri özlediği dönemlere gidip orada yaşayamıyor. Gelgelelim “Midnight in Paris”teki gibi herkes kendi döneminden şikayetçi olup “eskiden daha güzeldi” diye sızlanıyor da olabilir!!