Eleştirmenin Not Defteri

25 Mayıs 2012 Cuma

VESİKALI YARİM

"Çok eskiden rastlaşacaktık..." 

Neden içimizde bir yangın başlamış gibi hissederiz daha bu filmin adı geçince? Türkan Şoray’ın ağzından dökülen “Çok eskiden rastlaşacaktık” cümlesi neden bu kadar yaralar içimizi? “Vesikalı Yarim”i bu kadar özel bir film kılan şeyler neler?
Lütfi Akad’ın melodramlar üstü filmi “Vesikalı Yarim”in etkileyiciliği, ölümsüz çekiciliği kuşkusuz sadece oyunculukları, samimi yazılmış senaryosu veya hatasız yönetimiyle anlatılamaz. “Vesikalı Yarim”i bu toplumun ortak belleğine kazıyan kelime ‘imkânsızlık’ aslında. Tabi şu anki toplum hayatından giderek uzaklaşan ‘o tutkulu aşk’ın naifliği de var...
Birincisinden başlamak gerekirse; ‘imkansız aşk’ adına melodram denen türün en temel motiflerinden biridir. Kaderciliğin ve kara sevda hikayelerine duyulan yoğun ilginin artık genlerine işlendiği bu toplumda ise bir ‘vesikalı yar’e duyulan sevgiden bahsetmek az ‘tetikleyici’ değildir herhalde... Nitekim ta 1940’ta Orhan Veli “Tahattur” adlı şiirinde bahsetmemiş mi ‘vesikalı yar’den?
“Alnımdaki bıçak yarası
Senin yüzünden;
Tabakam senin yadigarın;
‘İki elin kanda olsa gel!’ diyor,
Telgrafın;
Nasıl unuturum seni ben,
Vesikalı yarim?”
Filmin senaristi Safa Önal’ın bu şiirden yola çıkıp çıkmadığı bilinmez. Ama bıçak yarası, tabaka ve tabi ki ‘vesikalı yar’ filmin hikayesinde de önemli işlevleri olan  referanslar sanki... Türk sinemasını inceleyen tarihçilerin ‘fahişe romantizmi’ adıyla aynı başlıkta toplama gayreti gösterdikleri ‘imkansız aşk’ların bu en keskin halini şairane bir hale sokmak kuşkusuz biraz da ‘doğu’lu bir bakış gerektirir.
Nitekim evli, iki çocuklu ve kendi halinde bir manav olan Halil’in Sabiha’yı ilk kez gördüğü sahne mesela... Arkadaşlarını daha ‘hareketli’ bir ortama uğurlayan Halil yalnız kaldığı rakı sofrasında bir anda önünde beliren Sabiha’ya diker gözlerini... Sabiha’nın ilk göründüğü sahne bembeyaz sigara dumanları içinde adeta bir rüya gibidir. Pavyonun kalabalığı,  sahnedeki şarkıcının ve orkestranın sesi bir anda kısılır Halil’in kafasında. Sanki orada sadece Halil ve Sabiha vardır. Sabiha’nın cüretkar ve yarı isterik “sigaramı yakar mısın?” sorusu... Bir erkeğin rüyası gibi... Sonunda uyanıp kendi sakin hayatına geri dönen bir adamın rüyası sanki...
Sabiha'nın ilk göründüğü sahne... Dumanlar içinden bir tanrıça gibi çıkar karşımıza...
Safa Önal’ın senaryosu klasik anlatı yapısını en düzgün haliyle takip eder. Bir adamın sakin hayatı bir tanışmayla başka bir yöne doğru gider... Bozulan bir ‘denge’dir aslında anlatılan. Ama melodramı melodram yapan şey, adamın yaşadığı tutkulu sevdasının ardından, dönüp dolaşıp aynı ‘denge’ye zorunlu kalmasının trajedisidir.   
Lütfi Akad’ın sinematografik başarısı ise az buz değil. Halil’in ‘denge’den çıkıp aynı ‘denge’ye dönüşü filmin başı ve sonunda kullanılan birbirine yakın mizansenlerle desteklenmekte. Akad’ın sahnelerinde kullandığı bütün çerçevelemeler üzerinde incelikle çalışıldığını belli etmekteler. Halil’in manavındaki resmedilişi, Halil’in boş sokakta Sabiha’ya bakışı ve Sabiha’nın pavyon sahnelerindeki o ince çizgi... Usta yönetmen, Sabiha ve Halil arasındaki tutkulu aşkı büyüleyici bir iç burukluğuyla aktarırken hikayenin ‘gerçekçilik’le de bağını hiç kopartmaz. Bu nedenle Halil’in aileye dönüşünü ‘ahlakçılık’la değil ‘gerçekçilik’le açıklamak mümkünleşir. Çünkü Sabiha Halil’den kendisini bıçakladığı zaman değil aslında, onu iki çocuğuyla ve babasıyla manavda gördükten sonra ‘kalbini kıra kıra’ vazgeçer (O öyle bir kadındır zaten). Hikayenin en güzel repliği de daha bir anlam kazanır böylece bu trajedide: “Çok eskiden rastlaşacaktık” der Sabiha... Bu aşkın imkansızlığı daha yakıcı ve daha kestirme nasıl anlatılabilirdi ki?
Önce Halil aşık olmuştur Sabiha'ya... Onun sigarasını yakar...
Sonra da Sabiha aşık olur artık o Halil'in sigarasını yakıyordur...!
Halil’in evine dönüşü ve kapıyı yüzümüze kapatışındaki bizi ve Sabiha’yı dışarda bırakma hali ama içerde de yüzünden okunan bedbahtlığı anne-baba, sürekli yere bakan suskun eş, artık kalıp kalmayacağını merak eden gözlerle babalarının etrafında dönüp duran çocuklar tarafından yıkılır, etkisizleştirilir. Sabiha’nın yapacak çok fazla bir şeyi yoktur bu tablo karşısında. Sabiha’nın Halil’in babasıyla gözgöze geldiği o son sahnede babanın bir adım atıp ‘buraya giremezsin’ der gibi duruşu ‘yine’ ataerkil bir yapıya işaret eder. Film seyircisini en çok da bu aşkın ‘toplum gerçeği’ne çarpmasıyla yaralar. Seyirci, sonunu en başından beri hissettiği bu aşkın yaşaması umudunu bütün film boyunca kalbinde taşısa da tıpkı Sabiha ve Halil’in ilk tartıştıkları sahnede Akad’ın bize özellikle gösterdiği boş duvar gibi bir ‘gerçeklik’e toslar...
“Vesikalı Yarim”in dillendirilmeyen, karakterlerin ‘sessizliğiyle’ aktarılan o yoğun hüznü zaman zaman özenle seçilmiş şarkılarla da (Şükran Ay’ın doyumsuz yorumlarıyla) süslenir ve bu şarkılar filmin melankolik akışına hizmet ederler.
Bu trajik hikaye daha kağıt üzerinde bile hüzünbazken Sabiha rolünde filmografisinin en incelikli performanslarından birini veren Türkan Şoray’ın pavyondaki ‘femme fatale’den aşık kadına; sonra da kırılmaktan korktuğu için kendisini sert olmaya zorlayan kırılgan kadına ve oradan da aşkı için savaşan kadına dönüşmesindeki inandırıcılık bir an bile sekteye uğramaz... İzzet Günay’ın sessiz ve derinden oyunu da kusursuz çemberi tamamlar.
Bu nasıl bir güzelliktir! "Vesikalı Yarim" Türkan Şoray'ın en güzel göründüğü filmlerden biridir aynı zamanda...
“Vesikalı Yarim” Türk sinemasının en iyi 10 filminden biri olarak çoğu listedeki yerini işte en fazla da bu nedenlerden dolayı sonuna kadar da hak etmektedir...  

Not: Bu yazı Arka Pencere'nin 109. sayısında da yayımlanmıştır... 
  

18 Mayıs 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 15

SAĞ SALİM
İngiliz yönetmen Guy Ritchie’nin iki filmi “Kapışma” (Snatch.) ve “Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana” (Lock, Stock and Two Smoking Barrels) tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de genç yönetmenlerce çok sevilip, taklit edilmek istenen taze üsluplara sahip filmlerdi. Yıllar sonra Guy Ritchie’nin kendisi bile neredeyse onları yeniden taklit etmeye ihtiyaç duyuyor olmalı bugünlerde... Sherlock Holmes’e ve Robert Downey Jr.’a bol bol şükretmeli...
“Sağ Salim” aynı hızlı kurguyu, tabularla oynaması, karakterlerin ağızlarının ve ellerindeki silahların pek ayarlarının olmaması gibi bazı Guy Ritchie sonrası numaraları yerel karakterlerimize uygulayan filmlerden biri...
Sonuçta küçük suçluların ters giden işleri “Sağ Salim”in hikayesinin omurgasını oluşturuyor. Ölülerden çok korkan, kendi halinde bir köylü olan Salim’in çok sevdiği külüstür kamyonetiyle bir cenazeyi Sivas’a taşıması gerekirken yolda bulaştığı eli silahlı çeşitli adamlar, sebep olduğu ya da yolunun kesiştiği ölüler ve güzel bir kızla yaşadıkları belli bir mantıkla karışmış ama dinamik bir senaryoyla işleniyor.
Filmin hızlı kurgusu, zaman zaman tabulara karşı takındığı tavır ve genelde iyi yazılmış diyalogları güzel. Ama en büyük sorunu bu kadar yetişkin, şiddet dolu bir hikayede baş kahraman Salim’i oynayan oyuncu Burçin Bildik’in yanlış yönetilmesi... Son derece manasız 118 reklamlarıyla, durup dururken şöhret olan Bildik, Erkan Can’ı andıran bir fizikte ve bir çocuk filmindeki komik karakter tonundaki oyunculuk performansıyla filmin “koyu” kara mizahını gölgeliyor... Ayrıca sonlara doğru da biraz sarkıyor hikaye...
Beyazperdede ilk kez izlediğimiz Fulya Zenginer akılda kalıcı bir performans verirken görsel efekt tasarımlarının hiç de fena olmadığını da belirtmek isterim. Özellikle de Salim’in cep telefonuyla konuşurken bir kurşunun kulak memesini biçip telefona isabet ettiği sahne, gerçekten müthişti...! 2,5/ 5

ÖZ HAKİKİ KARAKOL
Bazen parlak bir fikir kötü bir senaryoyla ne hale getiriliyor... “Öz Hakiki Karakol” bunun yepyeni bir örneği... Gerçek bir haberden yola çıkılmış oysa. Bir soygun yapmak için polis kılığına girip de sahte bir karakol kuran şaşkın soyguncular haberinden yola çıkılmış. Soyguncular bir süre sonra karakolu kurdukları beldedeki sorunlara el atmak zorunda kalıyorlar... İçerdiği parlak fikire rağmen senaryosu öyle kuru ve öyle zevksiz yazılmış ki filmin... Çeşitli prodüksiyon olanaksızlıkları, berbat müzikler, bazı kötü oyunculuklar ve komik olamayan ‘şaka’ların hepsi bir araya gelmiş... Bütçenin azlığı ve imkansızlıkları anlamak mümkün tabi ama "Öz Hakiki Karakol"un sorunu daha kağıt üzerindeyken başlamış...!
Sözümona soyulacak olan kumarhane etrafında dönen entrikaların hiçbiri inandırcı değil. Sahte karakolun karşılaştığı suçlar sönük ve yetersiz. Sözümona “yakışıklı” lakaplı oyuncu göründüğü her sahneyi varlığıyla sabote ediyor adeta. Cengiz Bozkurt gibi yüksek performans çıkarabilen bir oyuncunun bile çaresiz kaldığı incelik dışı bir komedi anlayışı bütün filme hakim...
“Öz Hakiki Karakol” ne yazık ki sinemayı sinema yapan her safhasında sorunlu bir film... 1/5

DİKKAT BEBEK VAR (What to Expect When You’re Expecting)
Bir sürü ünlü oyuncuyla kesişen pembe hikayeler yaratmak... Hollywood bu türden örnekleri artık giderek daha sıklaştırmaya başladı. Bu sefer de dünyanın her yerinde bütün hamile kadınların kutsal kitabı sayılan Heidi Murkoff’un “Bebeğinizi Beklerken Sizi Neler Bekler”den yola çıkılan bir senaryoya bir sürü ünlü kadın oyuncu dahil edilmiş. Farklı kariyer ve kişilikteki kadınlar aynı zamanlarda hamile kalırlar ve herbiri hamileliğin farklı boyutlarını tecrübe ederler. Ha bu arada bir tane düşük yapan, bir tane evlatlık edinen anne de var hikayede... Dolayısıyla annelik duygusunun sadece doğurmakla oluşmadığının da altı çizilmekte...
Jules (Cameron Diaz) bizim Ebru Şallı gibi bir TV yıldızı ve hayli de sportiftir. Beraber yaşadığı, bebeğinin babasına karşı da biraz baskın bir karakterdedir. Bebekle ilgili her konuda tek söz sahibi kendisiymiş gibi davranır...
Wendy (Elizabeth Banks) çok zor hamile kalabilen bir kadındır. Hamileliğin getirdiği bütün ekstra zorlukları da yaşar aksi gibi. Hamileliğin bütün kötü yan etkilerini en yüksek dozda yaşar. Kocasının genç üvey annesi Skyler ise (Brooklyn Decker) Wendy’nin aksine inanılmaz rahat bir hamilelik geçirmektedir...
Rosie’nin (Anna Kendrick) plansız hamilelik sevinci kursağında kalır. Holly (Jennifer Lopez) bebeği doğuramasa da sevgisini evlatlık alacağı bir küçük Afrikalı bebeğe vermek ister. Niye Afrikalı olmak zorunda diye sormayın... Amerika’da yeni moda Afrika’dan çocuk edinmek...!
O berbat yeni yıl filminden sonra karşımıza her şeye rağmen daha iyi yazılmış bir senaryo çıkıyor bu sefer. Güzel yazılmış espriler, yerinde kullanılmış oyuncular var. Ama bu tür filmlerin de artık kabak tadı verdiğini söylemek mümkün. 2,5/5

DİKTATÖR (The Dictator)
Cohen bu sefer ilk kez eski şovlarında yaratmadığı bir tipin filmiyle karşımızda. Yüksek bir prodüksiyon bütçesi, sıkı sıkıya bağlı kaldığı bir hikaye omurgasıyla bu kez de bir Arap diktatörü olan Aladeen’in politik/erotik komedisini izliyoruz... Aslında film 1980’lerde hayli iyi örneklerini izlediğimiz John Landis gibi yönetmenlerin çektiği Dan Aykroyd, John Belushi gibi oyuncuların oynadığı ve ‘yer değiştiren karakterler’ gibi hikayeleri olan komedilerin omurgasını bir anlamda “yeniliyor”. Bunu yaparken her türlü sınırı, delmeden en azından zorlamayı deniyor yine... Mesela 11 Eylül terör saldırısı konusunda espri yapabiliyor... ! Arap dünyasına alabildiğine girse de müslümanlık konusunda biraz daha temkinli...
Bu arada Cohen ve ekibi Megan Fox’un temsil ettiği bir kısım Amerikan ‘ünlü’sünü de yine Megan Fox’u bizzat oynatarak yerle bir ediyor bir sahnede... Ayrıca da pahalı bir mücevher için bir Arap diktatörünün yatağına kendi adı ve şahsıyla girermiş gibi yapan Fox’u da bu cesur katılımı için ayrıca tebrik etmeli...
Aladeen’i gerizekalı bir dublörle yer değişip Amerika’da öldürmeye ve ülkesini yabancı sermayaye peşkeş çekmek isteyen General Tamir rolünde Ben Kingsley’i izliyoruz ki bu da bir Sacha Baron Cohen filmi için farklı bir manevra...
Diktatör Aladeen’in kendisine karşı kurulan bu komplodan kurtulma mücadelesi sırasında onu demokrasiyle tanıştıran çevreci/feminist/aktivist kız klişesi ise filmin en çok tavsadığı noktaları oluşturuyor ne yazık ki. Çünkü bu sahneler her ne kadar benzerlerine göre daha edepsiz espriler içerse de fazla ‘formül’ işi ve çok da çalışmıyor açıkçası... Her ne kadar bu sınırlar içinde Aladeen’in ilk kez mastürbasyon yapmayı öğrendiği sahne başka bir seks esprisi klişesi olmasına rağmen komikken; Aladeen’in bir kadına doğum yaptırdığı sahne, nasıl demeli, acayip! Ama Cohen’in romantik partneri Zooey’i canlandıran Anna Faris’ten de kaynaklanan bir yapaylık var hikayenin bu kısımlarında... 3/5

Not: “Diktatör” hakkında daha ayrıntılı bir eleştiri yazısı için Arka Pencere’nin 134. sayısı'na bakabilirsiniz...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Film eleştirisi: KURTARICI (Safe)

Önce bir itiraf: Guy Ritche filmlerinden sonra Jason Statham’ın hiçbir filminden hazzetmedim... Tamam, “Tetikçi” (Crank) filmi aksiyon türü içinde bir parça yenilikçiydi. Ama onun dışındaki hiçbir filminde Statham’ı çekici bir karakterde izlemedik. Kanımca ne bir cinsel cazibesi var ne de sempati besleyebileceğiniz herhangi bir başka özelliği... Arnold Schwarzenegger’in de cinsel cazibesi yoktu çoğunluğa göre, ama bir sempatisi vardı mesela..!
Ancak eski usül aksiyon severler için aksiyon sinemasının çehre değiştirdiği ve sırtını iyiden iyiye görsel efektlere ve teenage zevklere dayadığı “Transformers”lı, “Battleship”li, “Alacakaranlık”lı bu zamanlarda, yani yoklukta gidiyor Statham filmleri... Hepsinde sert ve tavizsiz bir duruş sergileyen kahraman prototipi kimi zaman “Tetikçi” (Crank), kimi zaman “Taşıyıcı” (The Transporter), bazen de “Suikastçı” (War) oldu... Ama her filminde de siyah takım, beyaz gömlekten oluşan  “Kurtlar Vadisi” kostümünü dolabında hazır etti... En azından kimse tutarlı olmadığını söyleyemez! Oyuncunun yeni ‘bilmemneci’ filmi “Kurtarıcı”da da bu anlamda yeni hiçbir şey yok sonuçta... Aynı ifadelerle dolu yüzü ve vücut diliyle bildiğiniz Jason Statham...
Ama “Kurtarıcı”da ortalamanın üzerinde bir farklı bakış var ki filmi ilgiyle izlemenizi sağlayan da tam bu “bakış”. Arada böyle ‘eski köye yeni adet’ filmler çıkıyor. Mesela James Wan’ın sıradan hikayesine üslupsal bir farklılık getirmeyi başardığı Kevin Bacon’lı filmi “Ölüm Emri” (Death Sentence) gibi... “Kurtarıcı”da da daha açılışında farklı bir üslupla karşılaşmak filmi daha ciddiye almanızı sağlıyor en başından...
Yanındaki küçük çocuğu koruyan her eli silahlı kahramanın seyirci için gideri var...
Artık iyice anlaşıldı bu...
Amerikan dizilerini takip edenler bilirler; dizilerin her bir bölümünün başında dizinin ana omurgasının o bölümde izleyeceğimiz karakter ve olayları ilgilendiren kısmına dair 30-40 saniyelik bir özet sunarlar. (Biliyorsunuz bizim dizilerde bu özetler seyirciyi aptal yerine koyan bir mantıkla 55 dakika filan sürüyor!)
“Kurtarıcı”da biraz böyle başlıyor. Ana hikayesinin ‘serim’ kısmını yani karakterlerinin bizi ve izleyeceğimiz ana hikayeyi ilgilendiren geçmişlerini bir çırpıda kesik kesik sekanslarla hap gibi veriyor bize. Biz bir boks dövüşü sırasında şike yapan eski polis Luke Wright’ın Rus mafyasıyla başının derde girmesi, Çin mafyasının daha Çin’den itibaren takibe aldığı küçük bir dahi kızın peşine düşüp New York’a getirmesi ve onu kendi çıkarları için kullanmaya başlaması. Bu küçük kızın ve Luke’un yollarının kesişmesine çok dinamik bir kurgu eşliğinde hiç oyalanmadan, yormadan ve de savsaklamadan öz bir kurguyla getiriyor sizi. Sonra kirli polisler ile politikacılar, Çin mafyası ve Rus mafyası arasında öyle ölümcül bir üçgen kuruyor ki 80’lerde izlediğimiz ve ayakları yere basan eski usül polisiye aksiyonlardaki heyecanı yakalayabiliyorsunuz. Bu ‘eski usül’ kavramı filmin içeriğine de uygun aslında. Nitekim Çin mafyasının bilgisayar teknolojisinden değil de beynini çok iyi kullanan küçük bir kız çocuğundan faydalanıyor olması da eski usül. Filmin ‘bir çocuğu korumak için ortalığı dağıtan dürüst kahraman’ konusu da öyle... Üstelik görsel efekt kullanımında da oldukça ekonomik...  
"Bütün kirli polisler toplandık! Filmin en güzel sahnelerinden birine doğru yürüyoruz...!"
Filmde uzakdoğulu muadillerini andıran çok iyi tasarlanmış çatışma ve kaçma-kovalama sahneleri izliyoruz. Bazısı gayet hunharca olsa da yaklaşık 70-80 kişinin ölümünü de bize izlettiriyor film. Ama hikaye bütün bu ölümlerin mantığını kendi dünyası içinde kabul edilebilir bir abartıyla sunuyor bize. Üstelik bunun için Statham’ın karşısına ya da yanına seksi bir kadın koyma gereği bile duymuyor!

Not: Bu yazı Arka Pencere dergisinin 133.sayısı'nda da yayımlanmıştır...

11 Mayıs 2012 Cuma

TİTANİK'TEN ÖĞRENDİKLERİMİZ!


"Titanik” adında bir film yapacaksınız, yani sonunu dünyada bilmeyenin kalmadığı bir film olacak bu... Yönetmeni stüdyoyu kafalarken filme 200 milyon dolar yatırmalarını isteyecek. Üstelik öyle bir hikaye ki bir devam filminin yapılabilme ihtimali dahi yok! Yani bu dev bütçeye rağmen tek atış yapacaksınız...
2200 yolcusuyla okyanus ortasında denk geldiği bir buzdağına çarpan ve 1500 yolcunun ölümüyle sonuçlanan bu meşhur deniz kazasının ilk sinema macerası değildi bu. Ama neredeyse her hikayenin en büyüğünü çekmeyi, film kariyerinin bir gereği olarak gören James Cameron okyanus dibindeki gerçek Titanik’in kalıntılarını bulup, özel kameralarla çekim yapmayı bile kafasına koymuştu.
Cameron bununla da kalmayıp tarihin bu en büyük deniz faciasının içine, sinemada her zaman tutan klişe bir aşk üçgeni hikayesi yerleştirince sihirli formül tamamlanmış oluyordu. Titanik’in içinde yaşanan bir “Romeo ve Juliet” hikayesini anlatan filmin batmasına imkan yoktu tabi ki... Çünkü Cameron geminin ‘bilinen sonu’nu bir dezavantaj olmaktan çıkarıp avantaja çevirmeyi başarmıştı...
Yıldızı yeni yeni parlayan Leonardo DiCaprio’nun ‘kız çocuğu’ güzelliği ve hatta DiCaprio’dan bir yaş küçük olmasına rağmen yanında ablası gibi duran Kate Winslet’in her şeye rağmen bir kimya tutturabilmiş olmaları filmin en iyi başardığı işlerden biri. Zaten geminin o büyüleyici ihtişamı ve acıklı olduğu kadar heybetli sonu James Cameron’un teknik becerisi ve mükemmeliyetçi profesyonelliğiyle üstesinden başarıyla geldiği sahneler olmuştu... Filmin tüm dünya hasılatı 2 milyar dolara yaklaşmıştı. Kırılması çok zor olan bu rekoru yine James Cameron “Avatar”la kıracaktı tabi ki...
Peki biz ilk izlediğimizde (hatta ikinci kez izlediğimizde) bu Titanik’te geçen zengin kız-fakir oğlan hikayesinden neler öğrendik? İşte size Titanik’ten öğrendiklerimizden bir demet...

1. Şanssızsan hep şanssızsındır arkadaş! Jack (Leonardo DiCaprio) yanlış gemiye bindiği yetmezmiş gibi bir de yanlış kıza aşık oluyor...
 2. Kumar oynayacaksan para yerine ilk kez denenecek bir ulaşım aracının biletini asla kabul etme!
3. Gerçekleşmesi çok zor görünen şeyler için “öyle bir şey asla olamaz” deyip sırıtma...

4. Jack, Rose’a yaptığı resimleri gösterirken söylediğine göre Paris’te hemen soyunuveren bir sürü kız varmış...
5. Nişanlısının etrafta dolaştığı sırada tavlamaya çalıştığın kızın çıplak resmini çizme...!
6. Zenginler geminin balo salonunda hayli snob ve sıkıcı bir gece geçirirken, üçüncü mevki yolcuları alt katta bol öpüşmeli, danslı müzikli şen şakrak partilemekteler... Demek ki parası az olanlar yeri geldiğinde zenginlerden daha güzel eğlenebiliyorlar...

7. Batan bir gemiden kurtulmak için illa daha önce batan bir gemiden kurtulmuş olmanız gerekmiyor...

8. Zengin ve kötü kalpli koca namzeti o tarihlerde yeni duyulmaya başlayan Picasso için “Picasso’dan bir bok olmaz diyor!”... Tamam zengin olsun da, en azından sanattan az buçuk  anlayan bir koca adayı olsun...  

9. Titanik’in en önü ve en arkası birbirlerine sarılmak isteyen gençlere ayrılmış... Geminin en ucuna bizim şehir hatlarında bile gitmemiz yasakken Titanik’te bu mümkünmüş... Titanik Türk gemisi olsaydı eğer mutlaka bir görevli Jack ve Rose’un yanına gelip Jack’i dürterek “in lan ordan aşağı... gidin evinizde yapın ne yapıyorsanız...!” derdi büyük olasılıkla...

10. Jack, Rose’u ilk kez gördüğünde Rose da ona gayrı ihtiyari bir bakış atıyor... Gözlerini başka bir yere çevirdikten sonra tekrar Jack’e kısa bir süre bakıyor... Demek ki gerçekten işe yarıyor: iki kere bakan kadının peşinden gitmek gerek...
11. Hayatta şöyle enteresan durumlar olabiliyor: iki gün sonra batacak olan bir gemide intihar etmek istemek... Düşünsenize Rose eğer intihar etmeyi başarmış olsa Jack ölmeyecek ve belki çok ünlü bir ressam olacak!
12. Zengin bir kızı etkilemek isteyen fakir bir oğlansanız, sokak çocuğu gibi davranmak bazen işe yarayabilir. Nitekim Jack, Rose’u tükürük yarışı yapmayı öğreterek etkiliyor en başta...

13. Dünyanın her yerinde dobra kadınlar biraz da şişman olmak zorundalar galiba... Bakınız Titanik’te de onlardan bir tane var: Molly Brown (Kathy Bates) adlı kadın Rose ve Jack’in tarafını tutuyor. Ve zaman zaman lafını hiç esirgemiyor... 
 14. Geminin gözetleme kulesindekiler aşağıda güvertede oynaşan Jack ve Rose’a baktıkları için bir iki dakika geç görüyorlar buzdağını... Yani Jack ve Rose olmasa belki gemiyi buzdağına çarpmadan önce sıyırtabileceklermiş!

15. Hadi başkasıyla nişanlı kız arkadaşınızın nü resmini çizdiniz, bari bu resmi ona verirken nişanlısına göstermemesini de tembihleyin... 

16. İçinde bulunduğun gemi batıyor olsa da, uyanık olacaksın, kızı başka bir adama kaptırmayacaksın...
17. Aşk, daha önce eline hiç balta almamış sevgiline baltayı verip, nişanlısının seni metal bir boruya bağladığı kelepçeyi gözlerini kapatarak da olsa kırmasına izin vermektir...!
18. O denli yanıcı ekipmanla dolu bir geminin makine dairesinden yayılan en ufak bir yangının dahi çıkmamasının sinematografik bir tercih... Çünkü donarak ölmek, yanarak ölmekten daha romantiktir...
19. Filmin başında ve sonunda izlediğimiz dalış ekibindeki insanlar, tabi ki pek çok felaket filmindeki bilim insanları gibi, çizgi roman tişörtleri giyen, hippi kılıklı, ellerinden kahve fincanı düşmeyen, saçı sakalı dağınık ama çok zeki insanlar olurlar... Aradıkları o muhteşem pahalı kolyeye rağmen (!) bu kılık kıyafetler ve ekip şeflerinin (Bill Paxton) yumuşak/duygusal bakışlarından dolayı ‘mezar soyguncusu’ gibi değil de korkusuz bilim adamları olarak görülürler...
20. Yüksek bütçeli felaket filmlerinde ısrarla uçaklardan, bombalardan, fırtınalardan, dalgalardan, göktaşlarından kısacası dünyanın ya da insanların başına dert olan her türlü müsibetten “dişi” olarak (she) bahsedilmesi geleneği bu filmde de bozulmuyor... Ve içerde tüm mühendisler, kaptan ve şirket yetkilileri “Titanik”den dişiymiş gibi bahsediyorlar... Ne kadar ‘Freudyen’ bir kadın korkusudur bu...

21. İçinde sürekli “bu öyle bir gemiymiş ki, hiç batmazmış” diyen bir sürü insanın olduğu bir gemi zaten batmaya mahkumdur...

22. Rose gibi akıllı, herkeslerden önce Picasso’yu tanıyan, takip eden; Freud okuyan (şirket mühendisi bile Freud’u yolcu sanıyor); gemideki filika kapasitesinin yolcu sayısından aşağı olduğunu kavrayabilen zengin ama mutsuz kız, bohem ve çulsuz ressam Jack’den hoşlanacak tabi ki... Smokinle dolaşıp sürekli ‘öküzlük’ yapan, kötü bakışlı Cal’dan (Billy Zane) değil!
23. Dobra ve hafif dolgun hanımefendi Molly, kendi poposunu sağlama aldıktan sonra bindiği filikadan geminin batışına ve insanların çığlık çığlığa oradan oraya koşturmasına dalmışken şöyle bir cümle kurar: “İşte bunu her gün göremezsiniz”... Bazen çok büyük bir filmde bile gözden kaçan bir tane aptal cümle filme büyük zarar verebilir...  

24. Celine Dion’un berbat şarkısı “My Heart Will Go On”u filmde, filmin ilk vizyonunda neredeyse her yerde, hatta hala sevgililer günlerinde, asansörlerde, telefon beklemelerinde, radyolarda hâlâ dinlememize rağmen müzik zevkimizi yitirmeyebiliyoruz...! 

25. Yaklaşık üç buçuk saat süren bir filmin son 80 dakikasının hayranı olan ve sadece o bölümü durup durup izleyen insanların olabileceğini de “Titanik” sayesinde öğrenmiş bulunuyoruz! 

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Film eleştirisi: YENİLMEZLER


Çocukken en büyük eğlencelerimizden biriydi ‘Süpermen’le Örümcek Adam dövüşse hangisi döver?’ diye saatlerce tartışmak... Ya da birbirlerini tanıyor olsalar ve birlikte savaşsalar ne olurdu diye hayal etmek...
DC Comics 1960’da kendi süperkahramanlarından “Adalet Takımı” diye bir ekip kurmuş ve başarılı da olmuştu... Ebedi rakipleri Marvel Comics ise buna karşılık 1961’de “Fantastik Dörtlü” ile ‘tamamı süperkahraman olan ekip’ formülünü tutturunca 1963’de bazı kahramanlarını daha bir araya getirmeye karar vermişti. Artık iyice eskimiş olan 1941 doğumlu karakterleri Kaptan Amerika’nın başını çektiği ve yayın hayatına 1963’te başlanan Demir Adam, 1962 doğumlu Thor ve yine 1962 doğumlu Hulk’un yanısıra yine aynı yıllarda yaratılan Wasp ve Karınca Adam’ın (Ant-Man) katılımıyla “Yenilmezler” takımı oluşturulmuştu... Kimilerine göre Marvel Comics tek başlarına pek de parlak başlangıçlar yapmayan kahramanlarını artık demode olmuş Kaptan Amerika’yla birleştirerek yeni bir başlangıç yapmıştı. Yayımlanan ilk sekiz sayının senaryolarını bizzat Stan Lee yazmıştı. Lee’nin sağlam açılışı peşisıra 400’e yakın sayı getirdi... 1990’lı yıllarda da bir ara yeni maceraları yayımlandı. Hatta 90’ların sonunda animasyon dizi olarak da yeni neslin karşısına çıkartıldı. 
Filmin kadın kahramanı "Kara Dul" solünde Scarlett Johansson, zaman zaman dublör kullandığını belli etse de seyir zevki veriyor...
Marvel’in sinema konusunda hep DC Comics’in gerisinde kaldığı bu yılların sonunda 2000’lere yeni ve daha cesur bir film stratejisi ile girmesiyle “Yenilmezler” takımının hem içinde hem de dışında kalan süperkahramanların yolu da açılmış oldu. Nitekim “Yenilmezler”in kahramanlarının herbirinin kendi filmi de büyük potansiyeller taşıyordu. “Demir Adam” Robert Downey Jr.’ın olağanüstü katkısıyla iyi bir başlangıç yaptı. “Yenilmezler”in geldiğini de ilk kez bu filmin jenerik sonrasında ekibi toplamakla görevli olan Nick Fury’nin görünmesiyle anlamıştık... Aynı yıl Ang Lee’nin pek bir sanatsal bulunan “Hulk”una alternatif çekilen yeni “Hulk” ‘idare eder’ bir skor yakalmıştı. “Iron Man 2” zayıf hikayesine rağmen “Yenilmezler”e yeni bir kahraman ekleme işlevi gördü: Seksi ajan Natasha Romanoff, yani “Kara Dul”. 2011’de gelen “Thor” ‘Shakespeareyen’ altmetnine yakışır bir şekilde Kenneth Branagh’a çektirildi. “Kaptan Amerika” bu filmlerin en zayıfıydı denilebilir çünkü yaratılışı gereği Amerikan milliyetçiliğinden mustaripti ne de olsa... Her filmin jenerik sonunda “Yenilmezler”e bir adım daha yaklaşıldı ve nihayet olanca çekiciliğiyle karşımızda! Bir defa elinizde kendi filmleri olan dört süperkahraman var... Bu, aynı zamanda bir süperkahraman filmine yaptığınız efektin neredeyse dört katı efekt gösterisi yapmak zorundasınız demek. Ama ortaya öyle bir karmaşa çıkabilirdi ki hep nedense biraz ‘avam’ görünmekten kurtulamayan “Fantastik Dörtlü” filmi de olabilirdi, sadece ses ve görüntü kirliliği yaratan “Transformers 3” gibi bir film de olabilirdi... Bunun önüne geçebilen bir yönetmeninin olması “Yenilmezler”in en önemli avantajı...
Filmin ikilisi... Hem iki iyi aktör (Mark Ruffalo ve Robert Downey Jr.) hem de film onların birbirleriyle atışmalarından iyi malzemeler çıkarıyor...
Televizyon dünyasına “Buffy” ve “Angel” dizilerini armağan eden Whedon’un mesela Michael Bay gibi ‘teknisyen’ yönetmenlere göre daha entelektüel ve yaratıcı bir bakışı var. “Yenilmezler”in orijinal hikayesine sadık kalan senaryosunda Whedon’un Buffy dizisinde çok iyi becerdiği diyalog anlayışını görmek mümkün. Onun bu bakışı sayesinde bu dört süperkahraman aksiyonun durulduğu sahnelerde hem kendilerini hem de birbirlerinin varlıklarını ve kimliklerini sorgulayabiliyorlar.
Orijinal hikayedeki gibi Thor’un üvey kardeşi Loki’nin kendisine dünyadışı bir ordu toplayarak dünyayı istila etmesi gibi basit bir hikayesi var filmin. Buna karşılık Nick Fury’nin bir araya getirdiği süperkahramanlara ‘dışardan’ yardım eden normal/anormal sınırındaki insanlar Hawkeye ve Black Widow da var. Zaten filmi çekici kılan şey kötülerle savaşmak değil, bu kahramanların birbirleriyle yakalamaya çalıştıkları ve tabi ki de sonunda yakalamayı başardıkları uyum... Whedon senaryo yazımında en çok buna kafa yormuş anlaşılan, gerisi zaten artık Hollywood için oldukça kolay... Hiçbir kahraman, Demir Adam’da Robert Downey Jr.’ın karizmasıma rağmen, diğerlerini gölgede bırakmıyor. Hikayeye geç dahil olan Thor da geride kalmıyor, hayli pırıltısız duran Kaptan Amerika da rahatsız etmiyor. Bruce Banner’ken bile eğlenceli olan Hulk’un ortaya çıkışı ise filmin eğlence boyutunu adeta ikiye katlıyor... Whedon’ın “Buffy”de de başarıyla işlettiği espri anlayışı “Yenilmezler”e de yansıyınca 142 dakikalık süresine rağmen film, izleyicisini sunduğu yoğun aksiyonun dışında da hiç sıkmadan eğlendirebiliyor. 
Hollywood İngiliz oyuncuları büyük prodüksiyonlu aksiyonlarında kötü adam yapma geleneğini sürdürüyor... Tom Hiddleston en başta zayıf bir "kötü" gibi görünse de sonra durumu toparlıyor...
“Yenilmezler”, nükleer silahların gün gelip de işe yarayabileceği mesajını doğrudan kullanan ve bunu dillendiren ender filmlerden biri de aynı zamanda. Anlaşılan Joss Whedon aynı mesaja sahip birçok filmin bunu sanki ‘çaktırmadan’ yapıyor olmalarına tavır almış gibi. Fury’nin bu fikre karşı çıkışı ise filmin zirve noktalarından biri olmuş...
Kahramanların her biri kendilerine ayrılan sahnelerde kendi filmlerindeki karakter çizgilerini başarıyla sürdürüyorlar. Robert Downey Jr. bu konuda bir nebze daha avantajlı çünkü içlerinde en çok malzemesi olan o. Mark Ruffalo ise böylesi bir karışıklığın içinde ilk kez canlandırdığı Hulk karakterinde kaybolmuyor. Bu anlamda en zayıf halka tahmin edilebileceği gibi Chris Evans. Scarlett Johansson ve Jeremy Renner’ın karakterleri ise orijinal hikayede birbirlerine ilgi duymaktayken film bunun altını belli belirsiz çiziyor. 
Finaldeki savaşta bütün kahramanların bir araya geldiği sahnenin görseli hiçbir yere dağıtılmamış... Ama geniş aramalarla ancak bunu bulabildim...

1 Mayıs 2012 Salı

İKİ CÜMLEDE KRİTİK - 3


Arkadaştan Öte (Friends With Benefits)  
Güzel Mila Kunis’e rağmen tıpkı “Bağlanmak Yok” (No Strings Atteched) filminde olduğu gibi bu filmden de nefret ettim... Eski romantik komedilerde bazen vıcık vıcık bir hal alan yapış yapış bir masalsılık vardı ama bir samimiyet de vardı en azından, bunlarsa ‘2000’lerde ilişkiler böyle oldu’ kisvesi altında seks satıyorlar resmen... 1/5

 
Killer Elite
Evet, eski usül aksiyon filmlerini andırıyor andırmasına ama mesela bir “Ronin” bile olamıyor. Çünkü hikaye zengin değil, çünkü Jason Statham her zamanki Jason Statham, çünkü başta Clive Owen’ın canlandırdığı karakter olmak üzere bütün karakterlerin altı tamamen bomboş... 2/5
 
 
Footloose 
"Yasak Dans" için 'orijinali neydi ki bu da bir şey olsun' diyenler olacaktır aranızda ama orijinalinde hiç değilse Kevin Bacon, Chris Penn, 80’lerin ünlü genç kızlarından Lori Singer ve Oscar adayı iyi müzikler vardı... Bunda aynı hikayeyi günümüze adapte etmekte oldukça zorluk çekildiği gibi çok da çekici olmayan genç oyunculardan bir kadro kurulmuş... 2/5
 
 
 
Devrimden Sonra
Senaryosu daha iyi yazılabilse daha etkili bir film olabilirmiş. Fikir güzel ama eğitim videoları gibi yazılmış sahnelerde, iyi oyuncular ellerinden geleni yapsalar da olmuyor, -her ne kadar hayal etmesi bile güzel olsa- küçük masalcıklardan oluşan eklektik bir film olarak kenarda kalakalıyor... 2/5
 
 
 
 
Katil Köpekbalığı (Shark Night 3D) 
Yönetmen David R. Ellis’in önceki filmleri "Snakes on a Plane", "Ölüm Hattı" (Cellular) ve "Son Durak 2"de (Final Destination 2) de yeni hiçbir şey yoktu ama sıkılmadan izlenebiliyorlardı en azından... Bikinili kızların hatır kutur yendiği filmlerden biri olan 2010 yapımı “Piranha” hiç olmazsa komikti...  1/5
 
 
 
 
Ödünç Sevgili (Something Borrowed) 
Kötü bir "En İyi Arkadaşım Evleniyor" (My Best Friend’s Wedding) taklidi olmakla yetinmeyip, tamamen klişe ve pırıltısız sahnelerden kurulu bir senaryosu var... Kate Hudson'ın sevgilisini Ginnifer Goodwin gibi "özelliksiz" bir kadına kaptıracağına hiç inanmayınca filme karşı ilginiz de bir türlü oluşamıyor ayrıca... 2/5
 
Hüküm (Extreme Prejudice)
Yönetmen Walter Hill’in ünlü Sam Peckinpah filmi “Vahşi Belde”ye (The Wild Bunch) hayranlığını sunduğu film Meksika sınırındaki kaçakçı-kanun adamı çekişmesine bir grup kandırılmış eski ajanı koyuyor. Hikaye bazı sahneleriyle yer yer tansiyon yaratma konusunda başarılı olsa da Nick Nolte’nin seyirciye hiç yakın durmayan performansı çok itici... 3/5
 
Yakışıklı Johnny (Johnny Handsome)
Mickey Rourke’un ilk parladığı zamanlar yönetmen Walter Hill’in klişe aksiyon filmlerinden birinde trajik bir rolde oynamıştı. Morgan Freeman, Lance Henriksen, Ellen Barkin gibi iyi oyuncuların renk kattığı filmde Rourke fiziksel bir iyileşmenin ardından kendisine kazık atan soygun çetesinden intikam alırken yer yer zevkle izlenen bu “seyirlik” filmin en dikkat çeken unsuru oluyor. 3/5

Film eleştirisi: AŞKIN RENKLERİ


Oğlan kızla tanışır. Birbirlerini çok severler ve evlenirler... Sonra kötü bir şey olur ve oğlan ya da kız yeniden mutluluğun peşine düşer... Böyle bir film yapmak kolay gibi görünüyor değil mi? Kolay olsaydı ortada bu kadar çok çöp film olmazdı inanın... Özellikle 2000’li yılların Amerikan yapımı romantik filmleri iyice ayarı kaçırdı.
Tamam tabi ki erkekle kadın arasındaki ilişkiler 80’lerdeki gibi yaşanmıyor artık...  Ama bunu anlatmanın yegane yolu karakterlere ‘sevişmek’ kelimesi yerine ‘fuck’ dedirtmek mi? Ya da bariz yatak pozisyonlarını alabildiğine gösterebildikleri seks arkadaşlıklarından yola çıkmak mı? Bunu yapmayan romantik komediler ya da romantik filmlerden türe yeni bir şeyler katabilen neredeyse üç beş film seyredebildik son yıllarda...   
“Aşkın Renkleri”ni (La Déelicatesse) de o üç beş filmin yanına itelemek mümkün gibi bu yoklukta. Tabi ki bu Fransız yapımı bir film... Asla Amerikalıların yaşayabileceği tarzda bir romantizm yok burada. Ama öyleymiş gibi başlıyor sanki... Genç bir adam bir cafede güzel bir kızdan hoşlanıyor. Sonra yanına gidip onunla tanışıyor. Bir süre sonra evleniyorlar ve mutlu bir çift oluyorlar. Ancak tam da çocuk düşünmeye başladıkları zaman beklenen ‘kötü şey’ oluyor ve genç adam bir trafik kazasında ölüyor.
İsveç bağlantılı bir şirkette müdür olarak çalışan Nathalie, kendisinden çok hoşlanan evli patronunun ilgisine de yüz vermeden, üç yıl boyunca zevksiz ve de renksiz bir hayat yaşar. Bir gün canı çok sıkkınken emrinde çalışan İsveçli bir yalnız adam olan Markus’u öpüverir. Bu andan itibaren Markus’un hayatı bir anda renklenecektir. Nathalie bunu çok bilinçli yapmamıştır ama bu Türk tabiriyle ‘hımbıl’ ve de sıkıcı görünümlü Markus ile önce sağlam bir arkadaşlık kurar, sonra da... İşte sonrası biraz zor... Çünkü kimse hatta onu delice seven Markus bile kendisini Nathalie’ye bir türlü yakıştıramaz... 
İşte her şeyi başlatan o öpücük... Bu öpücükten sonra filmin seyir keyfi de büyük bir zıplama yapıyor.
Fransa’da çok satar bir romandan yine yazarının senaryolaştırdığı film kadın kahramana odaklı gelişecekmiş gibi başlıyor en başta. Nathalie’yi takip eden kamera onunla beraber bir kafeye giriyor. François’nın Nathalie’yi görür görmez duymaya başladığımız iç sesi bize ‘sıkıcı bir Fransız romantik komedisi’ izleyeceğimizin sinyalini veriyor. Bir süre bu çok mutlu ilişkinin klişe sahnelerini izliyoruz. François’nın ölümü bu sefer Nathalie’nin bunalımına sürüklüyor bizi. Kısa bir süre de filmin romantik komedi türünden melodrama geçtiğini düşünmeye başlıyoruz. Ancak Nathalie’nin Markus’u öptüğü sahneden itibaren sadece Markus’un değil izleyicinin de algısında büyük bir değişim yaşanıyor. Zaten filmin yapmak istediği de tam bu. Markus’un hele de onu canlandıran François Damiens’in şahane performansı sayesinde film öyle bir vites atıyor ki farklı espri anlayışıyla, zarifliğiyle, kırılgan karakterleriyle son yıllarda izlediğimiz, özellikle de Amerikan kaynaklı bütün rom-komları silip süpürüyor... 
İsveçli Markus rolünde izlediğimiz François Damiens bu hayli "iddiasız" görüntüsünü o kadar iyi kullanıyor ki filmde, "işte oyuncu" diyorsunuz...
Zira Markus gibi herhangi bir filmin ana karakteri olamayacak derecedeki iddiasız, hatta etrafı tarafından ‘ezik’ olarak değerlendirilen bir adamın, gerçek aşkı bu kadar dolaysız tarif ediyor oluşu “Aşkın Renkleri”ni sadece sabun köpüğü bir rom-kom yapmaktan çıkarıyor. Hayatın sürprizlerle dolu olduğuna bir kez daha inandırıyor sizi... Filmin başarılı yönetmenliği de aynı inceliği ve samimiyeti taşıyor. Markus’un ‘İsveçli’liği bile o kadar güzel bir mizah malzemesi haline getirilmiş ki bu sahnelerde kahkalarla gülmek çok normal.
Audrey Tautou her zamanki zarifliği ve kırılgan performansıyla tam olması gerektiği gibi. Ama François Damiens vücudundaki bütün defoları karakterine ‘doğru’ yediren müthiş bir performans sunuyor... 3,5/5