SÜRÜCÜ (Drive)
"Sürücü"nün en çekici tarafı belli bir sinemasever kitlenin o çok sevdiği yalnız, melankolik ve az konuşan kahramanı... Sürücünün yalnızlığındaki vakur duruşunda ve saklı duygusallığının ardında sinemanın o eski kahramanlarını hatırlatan tatlar var. İletişim kurma konusundaki sıkıntıları yüzünden karşılaştığı ölümcül sorunlarda içinde yatan saklı şiddeti de açığa vuran 'isimsiz' kahramanımız bu özelliği ile bize uzakdoğu filmlerindeki karakterleri de hatırlatmıyor değil. Mesela Acı Tatlı Hayat'taki (A Bittersweet Life) Sun-woo gibi...
"Sürücü"nün en çekici tarafı belli bir sinemasever kitlenin o çok sevdiği yalnız, melankolik ve az konuşan kahramanı... Sürücünün yalnızlığındaki vakur duruşunda ve saklı duygusallığının ardında sinemanın o eski kahramanlarını hatırlatan tatlar var. İletişim kurma konusundaki sıkıntıları yüzünden karşılaştığı ölümcül sorunlarda içinde yatan saklı şiddeti de açığa vuran 'isimsiz' kahramanımız bu özelliği ile bize uzakdoğu filmlerindeki karakterleri de hatırlatmıyor değil. Mesela Acı Tatlı Hayat'taki (A Bittersweet Life) Sun-woo gibi...
Kuzey Avrupalı yönetmen (belli ki oralarda ciddi bir
‘serpilme’ var son yıllarda) filmi 80’ler havasında çekerek bu melankoli
duygusunu sinematografik olarak da besliyor. Michael Mann’in Thief'i ya da Paul Schrader’in Amerikan Jigolo'su veya Miami Vice dizisinin
sağlam bir bölümü gibi akan hikayede özellikli bir giyim tarzıyla etiketlenmiş
(akrep desenli mont) trajik kahramanını, mavi tonlarla donanmış yarı loş bir Los Angeles atmosferi, zaman zaman
hareketi bölen ama gerilimi arttıran Sam Peckinpah ağır çekimleri ve sinemada uzun zamandır kullanılmayan elektronik müzik 'sound'ları (Tangerine Dream’i ya
da Avrupa kökenli elektronik müzik gruplarının Goldfrapp, Röyksopp müziklerini
hatırlatıyor) eşliğinde takip ediyoruz...
Ryan Gosling emin adımlarla geleceğin büyük aktörleri katına
doğru tırmanıyor şüphesiz. Carey Mulligan’ın ise her ne kadar fiziğinden ve duruşundan
pek hazzetmesem de Beni Sakın Bırakma (Never Let Me Go), Utanç (Shame) ve Sürücü gibi iyi filmlerde hiç de fena olmayan performanslar çıkardığını kabul
etmekteyim... 4/5
MARILYN İLE BİR HAFTA (My Week With Marilyn)
Marilyn Monroe Laurence Olivier ile birlikte başrolü
paylaştığı Prens ve Şovkızı (The Prince and the Showgirl) filminin Londra’daki çekimlerinde
bütün film ekibini zaman zaman büyülemiş, bazense kızdırmış, ama sette çalışan
bir genci de kendisine aşık etmiş... Bu genç Marilyn'in sorunlarına duyarlı yaklamını nedeniyle ünlü yıldızla belli bir seviyede bir arkadaşlık yaşamış... Bu film de bu gencin yıllar sonra bu anılarını yazdığı kitabından uyarlanmış..
Film çekimlerinin paralellinde Monroe’nun değişken
ruh hali ve iç dünyasının çalkantısına eğilen bir senaryoya sahip Marilyn ile
Bir Hafta. Marilyn’in iç dünyasını anlatabilmek ne bu filmin ne de bir sürü
başka filmin harcıdır doğrusu... O dünyanın en özel kadınlarından birisidir ve
onu tamı tamına anlatabilen herhangi bir eser daha henüz ortaya çıkarılabilmiş
değildir... Dünya döndükçe de onun hayatına bir yıl, bir ay ya da bir hafta
bile girebilme şansına sahip olmuş herkesin “izlenim” kitaplarından filmler
üretilecektir... Biz bunları izleyerek ya da okuyarak Marilyn fotoğrafının
ancak küçük bir bölümünü görebiliriz... Ama yine de Marilyn ile Bir Hafta iyi
bir ‘seyirlik’ sunuyor bize. Sıkılmadan kendisini izlettiriyor... Efsanevi yıldıza saygıyla yaklaşıyor ve onu incitmemeye çalışıyor... Bu bile az bir şey değil...
Açıkçası ben Marilyn Monroe’nun görsellerinin kitap
kapaklarında, reklam kampanyalarında kullanılmalarına itiraz etmekteyim... Bu
fikirlerimden dolayı filme de önyargılı başladığımı itiraf edebilirim. Ancak
filmi izleyince Michelle Williams’ın Marilyn performansının hiç de fena
olmadığını ama Kenneth Branagh’ın Laurence Olivier performansını da eşsiz
bulduğumu söyleyebilirim. Her iki oyuncu da Akademi’den hak ettikleri
adaylıkları aldılar... 3/5
DUYGULARIN RENGİ (The Help)
Amerikan sinemasının zaman zaman “Bir Zamanlar Güneyde” filmlerinden
biri... Amerikanın ırkçılık konusundaki en dirençli bölgesi Güney eyaletlerinde
geçen ayrımcılık karşıtı insan hikayeleri her zaman belli bir ilginin odağı
oluyorlar...
Bir romandan uyarlanan Duyguların Rengi'nin gücü insan
duygularına odaklanmış hikayesinden geliyor. 1960’ların Missisippi’sinde evlere
hizmetçi olmak dışında başka bir seçenek bırakılmış siyah kadınların
çalıştıkları evlerde yaşadıkları ayrımcılığın yüreklere dokunan hikayesi iyi
yazılmış ama biraz fazla düz bir senaryo eşliğinde birbirinden samimi oyuncu
performanslarıyla süslenmiş. Yönetmen Tate Taylor da sınırları hiç zorlamamış.
Bu dokunaklı hikayeyi alabildiğinde rengarenk anlatmış, köşelerini bile
yumuşatarak daha garantici olmayı seçmiş. O tarihlerde yaşanan bu tip olayların
bu kadar pembe ya da pastel yaşanmadığına biz bile buralardan emin
olabiliriz...
Yine de yönetmen Taylor’ın sıradan ve hatta standart
yönetmenliğine rağmen özellikle Viola Davis ve Octavia Spencer’ın sıcak ve
gerçekçi performansları sahneleri adeta bir boy yükseltiyor. 3/5
DÜŞMANI KORURKEN (Safe House)
Tabi ki Düşmanı Korurken, Yine bu hafta vizyona giren Köstebek (Tinker Tailor Soldier Spy) gibi konunun
felsefesine içerden bir bakış atmak yerine kıyısından dolanıp mevzunun aksiyon
ve heyecanına kapılmayı tercih eden bir film.
Cape Town’da CIA’in ihtiyaç zamanı kullanılabilecek ‘güvenli
ev’lerinden birinde tam bir yıldır ‘sıkıntıyla’ bekleyen ve bir gün saha ajanı
olmayı hedefleyen genç ajan Matt Weston için büyük gün gelmiştir... CIA’in
taraf değiştirmiş ajanı Tobin Frost, Cape Town’da kendi isteğiyle ele
geçirilmiştir ve hemen orada Matt’in sorumluluğundaki ‘güvenli ev’de sorguya
çekilmelidir. Ancak sorgu sırasında gizemli bir grup tarafından yapılan kanlı baskın
sırasında Matt riskli bir karar alır ve Tobin’i oradan kaçırır... Tobin, Matt’i
altedip kaçmayı amaçlarken, Matt de bu zeki ve tecrübeli ajanı CIA’e teslim
etmeye çalışır. Peşlerindeki suikast timi de nereye gitseler onları bulacak
güçtedir... Herkes Tobin’de olduğu ortaya çıkan bir ‘dosya’nın peşindedir...
Tobin’in elindeki bu dosya değil filmin derdi... Biz aslında
genç bir ajan olan Matt’in uyanışını ve akıllanışını izliyoruz en çok. Matt
Weston en başta teşkilatın küçük gördüğü, herşeyin düzgün çalıştığına inanan
‘naif’ bir ajan... Ama Tobin’in sorumluluğunu almak zorunda kalışıyla bambaşka
bir kadere doğru ilerliyor. Bir nevi ‘gözü açılıyor’. Açıkçası film de zaten tam
bu yola girince cazibesini yitirmeye başlıyor... Nitekim oldukça gergin,
stilize ve neredeyse sağlam bir korku filmi entrikasıyla başlayan film, kendi
pisliğinden bile malzeme çıkartıp pazarlama konusunda iyice ustalaşan ‘sistem’in
bildik ‘filmlerde de olsa arınmak mümkün’ temalı örneklerinden birine dönüşüyor
giderek... Ama Denzel Washington’ı hele bir de böyle bir rolde izlemeyi
özlemişiz yine de... 3/5
KÖSTEBEK (Tinker Tailor Soldier Spy)
Soğuk savaşın en harharlı döneminde geçen bir John Le Carre
romanından daha soğukkanlı başka bir ajan romanı bulabilmek mümkün mü? Bir
zamanlar TV dizisi olarak da TRT’de gösterilen aynı hikaye ülkemizde hatırı
sayılır bir izleyici kitlesine sahipti. Hikayesi karışık ve ağırdır... Çünkü
hikayenin aksiyon tarafından çok zeka ve (olabildiği kadarıyla) duygu kısmıyla
ilgilenir roman...
Köstebek de aynısını yapıyor. Gir Kanıma (Let The Right
One In) filmiyle gönlümüzü kazanan Tomas Alfredson yine çok estetik ve
incelikli bir film çıkarıyor önümüze. İngiliz istihbaratının giyimine, stiline,
konumasına dikkat eden ajanları 70’lerin koyu soğuk savaş zamanında
birbirlerinin ama bir yandan da başka ülkelerin kuyularını kazıyorlar... Onlar 'sistem' tarafından verilmiş yetki ve güçleriyle ulusların kaderleriyle oynarlar... Bunu yaparken "kalp"lerini dinlemezler ya da dinlemez gözükürler... Köstebek'te bize gösterilen ajanların kalplerini gizlemek için ne kadar büyük çabalar harcadıklarına şahit olacaksınız...
Bütün bu kaotik günlerin içinde Smiley aralarındaki 'köstebek’i bulmak zorundadır. Bu görev
sinema tarihinin en romantik cinayetlerinden (!) biriyle sonuçlanacaktır
üstelik...
Köstebek'te birbirinden iyi oyunculuklar izliyoruz ama
Gary Oldman’ın incelikli ve usul usul, ekonomik bir tavırla ele aldığı Smiley’i
izlemek gerçekten meraklısı için büyük bir keyif... Ama Oldman'ın dışında BBC dizisinde Sherlock Holmes'u başarıyla canlandıran Benedict Cumberbatch, Mark Strong ve Tom Hardy de dikkat çekiyor... Filmde yaklaşık 10-15
dakikalık yer işgal eden 70’lerin İstanbul’u sahneleri ise gerçekten çok
başarılı... Son jeneriğinde İstanbul ekibinin kalabalıklığını görünce zaten
anlıyoruz bu başarının sebebini...
Gir Kanıma ve Dövüşçü (The Fighter) filmlerininde
görüntü yönetmenliğini yapan Hoyte Van Hoytema’nın işçiliğine ise laf yok... 4/5
JACK VE JILL (Jack And Jill)
Al Pacino’yu bu filmde, kötü yazılmış bu senaryonun içinde
öyle cıvık hareketler yaparken izlemek öyle büyük bir acı veriyor ki tarifi yok
bunun...
Reklam yönetmeni Jack, bir türlü anlaşamadığı ve de pek
sevmediği ikiz kız kardeşi Jill’in ziyaretini kısa kesmeye çalışır ama Jill
erkek kardeşinin yanında epey bir vakit geçirmek niyetindedir. Bu arada Jack
bir Dunkacino adlı (!) bir çöreğin reklamı için Al Pacino’yu ikna etmek
zorundadır... Al Pacino da meğer öyle boş ve öyle dangalak bir hayat
yaşamaktaymış ki bu Jill adlı kaba saba kadına aşık oluverir... Ama Jill Al
Pacino’dan hiç hoşlanmamıştır vs vs...
Al Pacino ve Robert De Niro’nun kariyerlerinin son filmleri
böyle mi olacaktı? De Niro’ya nispeten alışmıştık da Pacino’nun son yıllarda De
Niro’yu geçercesine kötü film seçme merakına ne diyeceğiz? Para mı? Efsanevi
bir isime sahip olmanın getirdiği bir sorumluluk yok mu? Osuruk sesleriyle
dolu, Adam Sandler’ın saçma sapan esprilerine sırtını dayayan bu son derece
kaba komedide Al Pacino’nun ne işi var? 1/5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder