Eleştirmenin Not Defteri

6 Kasım 2014 Perşembe

KISA ELEŞTİRİ: SİVAS

Bir erkek olma meselesi olarak "Sivas"...


Bazı genç sinemacılarımızın ilk filmleri beklenmedik olgunluklarla çıkar karşımıza. Özcan Alper’in “Sonbahar”ı, Seren Yüce’nin “Çoğunluk”u, Deniz Akçay’ın “Köksüz”ü mesela... Daha ilk filmleriyle heyecanlandıran bu genç yönetmenlerin bu tek kelimelik isimler taşıyan filmlerinin ortak özellikleri söylemek istediklerinde çok net ve yürekli oluşları aslında...
Kaan Müjdeci’nin “Sivas”ı da daha şimdiden bu kervana katıldı. “Sivas” küçücük ve hatta çok klişe bir hikayeden yola çıkıyor. Kısaca ‘taşrada büyümenin zor koşulları’nı bilmemkaçıncı kez –bu kez Yozgat’ta- izliyoruz ama “Sivas”ta bizi kendisine bağlayan daha güçlü bir şeyler var. Müfredat gereği okullarında piyes olarak oynayacakları Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’de prenses rolüne seçilen beğendiği kız Ayşe’nin karşısında Prens olamayacağı için canı fena halde sıkılan 11 yaşındaki Aslan’ın peşine takılıyoruz film boyunca. Aslan arkadaşları tarafından da hep ‘dışarıda’ tutulan, itilen bir çocuktur. Civarlarında sıkça gerçekleştirilen bir köpek dövüşünden sonra ağabeyini ve babasını, yenik düştüğü için terkedilmiş, ‘itilmiş’ bir  köpeği evine almaya ikna eder... Aslan’ın Sivas adlı bu köpekle kurduğu dostluk öyle bildiğimiz Hollywoodvari köpek-çocuk dostluğu değil. Nitekim Aslan, Sivas’ın yine de dövüş müsabakalarına katılmasına engel olmaz. İçindeki öfkeyi kendi öfke patlamaları kadar Sivas’ın üzerinden de aktarmayı sürdürür. Bozkırlarda başka türlü gitmiyordur zaten hayat..
Film bize Aslan’ın köpekle kurduğu ilişki üzerinden taşranın sert koşullarının erkekleri nasıl da zorladığı ve şiddetle ne kadar iç içe yaşadıklarını anlatıyor. Aslında bir süre sonra taşradan da çıkıyor mesele, daha çocukken dillerine iyice yerleşen eril küfürlerle büyüyen Türk erkeklerin dünyasına sert bir bakış atıyor.   
Sonunda hiçbir köpeğe zarar verilmediği yazılsa da köpeklerin birbirlerine zarar verip vermediği konusunda izleyenlerin kafasında soru işaretleri bıraksa da bu değerli filmin şahane çocuk oyuncusu Doğan İzci’nin gözlerinde vücut bulan öfke filmin meselesiyle çok uyuşuyor. Onun büyük oyunculardan farkı olmayan performansı, son yılların en unutulmaz oyuncu performanslarından biri olarak da hafızalarımıza kazınıyor...   

Not: Bu yazı Vogue dergisinin Kasım 2014 sayısında da yayımlanmıştır...  

KISA ELEŞTİRİ: OLUR OLUR

Böyle oluyor işte böyle ülkenin seks komedisi! Bence “Olur Olur”da olanlar ve olamayanlar şöyle sıralanıyor:

  • Çeşitli sulu sepken berbat komedilere göre tutarlı sayılabilecek bir çizgide ilerleyen hikayesiyle onlardan bir adım öne çıkabiliyor..
  • Ama hikaye de öyle bildik, öyle klişe bir hikaye ki... İki Steve Carell filmi “40 Yıllık Bekar” ve “Crazy, Stupid, Love”dan da izler taşıyan bir formül komedisi bu. Özgüven yoksunu, saf ve ‘tecrübesiz’ Ali’nin gözünün açılması için dalavereci bir yaşam koçu olan Zihni ve yardımcısı canhıraş bir şekilde uğraşıyorlar film boyunca...
  • Filmin komedisi en çok da ana karakterinden değil Zihni ve yardımcısından çıkıyor. Özellikle de Zihni’yi oynayan Şinasi Yurtsever’in ‘interaktif’ performansı zaman zaman filmin eğlencesini de domine ediyor.
  • Filmin cinsiyetçi esprileri bazen fazla zorluyor ve kabalık sınırlarında dolaşıyor... Eşcinselliğin hâlâ bu kadar kabaca komedi malzemesi yapılıyor oluşu, bu konuyu bir türlü aşamayacağımızın işaretlerinden biri...
  • Artık pek çok Türk filminde karşımıza çıkan ‘yetenek yarışması’ klişesi burada ‘benzerler yarışıyor’ finaliyle bir kez daha tekrarlanıyor. Ama kendi benzerlerini canlandıran ‘ünlüler’ esprisi bazı yerlerde iyi çalışıyor... Bazı ünlülerin kendi kendilerini taklit etmeleri ama inandıramamaları güzel fikir. 
  • Rahmetli Ciguli’nin en son görüntülerini onu kaybettikten birkaç gün sonra izlemek... Ve bu kendine has, hep güleryüzlü müzisyeni özleyeceğimizi düşünmek... 
  • Ayça Varlıer çok yetenekli bir oyuncu ama bu filmde o kadar sıradan bir rolde ki, aslında sinemada hiçbir filmde değerlendirilemeyen şanssız bir oyuncu da bence...  
  • Filmde bir süre sonra ortadan kaybolan minik hikayelere sahip yan karakterler var... Hikayeye hizmet etmedikleri gibi, süre doldurmak için oradaymış hissi yaratmaktalar...
  • Aslında Ali’nin annesi iyi bir mizah kaynağı ama daha iyi kullanılabilirmiş filmde..
  • Alper Kul iyi bir komedi oyuncusu bence ama bu ‘saf oğlan’ tiplemesinde de bu kadar ısrarcı olunmaz ki!

19 Ekim 2014 Pazar

KISA ELEŞTİRİ: İNCİR REÇELİ 2



Avazı çıktığı kadar susan (!) adam ile onu çalkalayan (!) kızın aşk hikayesi! Sürekli kafada patlayan şişeler-bardaklar, kendisine sulananlara kafa atan esas kız, anlamsız yavaş çekimler, sıkıcı bir olay örgüsü ve arabesk diyaloglar...!

Aşk filmi senaryosu yazmanın türlü kolaylıkları ve zorlukları var... Sevilebilir karakterler yaratırsınız, güzel bir tanışma sahnesi yazarsınız, araya giren makul sorunlar yaratırsınız, güzel müzikler ve mekanlarla süslersiniz, göz yaşartan ya da izleyene ‘iyi hissettiren’ bir de final koydunuz mu tamam gibi gözükür. Ancak yönetmenin o duygusallığı, ikna ediciliği ve ‘vıcık vıcık’laşmayan tonu yakalaması pek de kolay değildir...

İlk “İncir Reçeli” AIDS’li kız Duygu ve müzisyen/yazar adam Metin’in aşk hikayesini anlatıyordu. Halil Sezai’nin romantik bir film için pek de uygun durmayan fiziği, Melike Güner’in ‘aşkım aşkım’ diye dolaşan yapay samimiyeti ve ikna edici olamayan senaryosuyla film, eleştirmenlerin ve iyi aşk filmlerinin tutkunlarını pek de memnun bırakmamıştı. Ama film özellikle de vizyondan kalktıktan sonra, Halil Sezai’nin müzikal başarısıyla uyumlanarak, kitlesine geç ulaşan bir popülerlik kazandı. Oysa film, AIDS’e dair kimi bilimsel gerçekleri eğip bükerek kurduğu melodram yapısı, mekanları, atmosferi ve diyaloglarıyla ‘avam’ bir kimlikteydi.
“İncir Reçeli” aynı tonda devam ediyor. Yıllar geçmesine rağmen kaybettiği sevgilisinin yasını tutan, yalnız, çoğunlukla sarhoş olan Metin, yaşadığı trajediyi senaryolaştırarak film yapmış belli bir ün de kazanmıştır üstelik! Bu sefer de çaldığı barda geceleri barmenlik yapan dövmeci Gizem ile tanışır ve yine sorunlu bir birliktelik başlar... Gizem, “Yalnız bir adam gördüğünüzde onu çalkalayın. Seven yerleri dibe çökmüş olabilir” mottosuyla (!) ‘adamı’nı çalkalamaya çalışıyor film boyunca. 
Aşk üzerine bolca edebiyat parçalanıyor, sürekli ‘kakası varmış gibi’ bir ifadeyle dolanan Halil Sezai, gülümserken bile buz gibi soğuk olabilen Şafak Pekdemir ile yine bir kimya oluşturamıyor. Zorlama mizah parçacıkları (Metin'in saf arkadaşı Erol'un yaşadığı saçma sapan ilişki ve Metin'in çaldığı bardaki sulu garsonlar), başka bir üzücü yan hikaye (eski aşkını Gizem'e anlatan ve sırtına dövme yaptıran yaşlı adam) ve bol müzikle desteklenmeye çalışılan film sıradanlıktan bir gıdım bile sıyrılamıyor maalesef. Artık Halil Sezai'yi bu ilişki de mutlu etmezse üçüncü film de gelir mi acaba? 1/5


20 Haziran 2014 Cuma

KISA ELEŞTİRİ: SİLSİLE


Sonuna geldiğimiz bu yılın sinema vizyonunun (malum, hâlâ yaz aylarının ‘ölü sezon’ ilan edildiği zamanlardayız!) rekorlar kıran filmleri “Düğün Dernek”, “Eyyvah Eyvah 3”, “Recep İvedik 4”, “Hükümet Kadın 2”, “Mandıra Filozofu” ve “Patron Mutlu Son İstiyor” gibi komedi filmler... Bu filmlerin beklentilerden yüksek gişeler elde etmelerinin türlü nedenleri var. Birincisi Türkiye’deki sosyo-politik ortamın yaşattığı ‘mutsuzluk’... Diğeri de bu filmlerin genellikle az bütçelerle, kolay yazılmış filmler olup sırtlarını başrollerindeki komedyenlere dayıyor olmaları... Bu tabloya bakınca önümüzdeki sezon bu formülde daha çok film izleyeceğimiz aşikarlaşıyor. Anaakım sinemasının ‘beyinsiz komedi’ ve “islami korku’ türlerine hapsolması sektörü yavaştan rahatsız etmeye başlasa iyi olacak! “Silsile” bu sinema ortamında değerli bir film tabi. Modern şehir hayatında konumlanmış bir gerilim filmi. Üstelik bir gecede geçiyor hikayesi. Aslında her türlüsünü de defalarca izlediğimiz bir hikaye: En yakın arkadaşının sevgilisiyle gizli aşk yaşayan Cenk, bitmek bilmeyen ve herkesin türlü bedeller ödeyeceği bir gece geçirecektir.

“Silsile”nin belli başlı sorunları senaryo kaynaklı malesef. Cenk ve Ece’nin arasındaki ‘büyük aşk’a ikna olmaktaki sıkıntımızı bir şekilde aşabilsek de film özellikle de ortalarda bir yerde ‘duruyor’ sanki. Ece’nin bir minibüsün içinde hapsolduğu sahneler ve bu sahnelerde ortaya çıkan Cihan adlı karakterin (Serkan Keskin) işlevsizliği bu patinajın sebepleri... Bir de tabi suçun işlendiği mekanın karakterler üzerinde yarattığı baskının yeterince sağlam işlenmemiş olması “Silsile”nin zaafları...

Ama filmin yönetmeni Ozan Açıktan'ın daha iyi senaryolarla çok daha iyi filmlere imza atacak yetenekte bir yönetmen olduğu “Silsile” ile daha da belirginleşti. Açıktan’ın atmosfer yaratma konusunda hiçbir sıkıntısı yok... 

Not: Vokalde Ryan Gosling’in olduğu Dead Man’s Bone grubunun “Lose Your Soul”u da filmin açılışına pek yakışmış...


18 Nisan 2014 Cuma

Bir Kitap: BOND EFSANESİ (Caretta)



James Bond’un ülkemizde bu kadar çok sevilmesine rağmen, yurtdışında basılan ve Bond filmlerinin detaylarıyla dolu kitaplardan birinin bile bunca zamandır yayımlanmamış olması enteresandır. Geçtiğimiz yıl Caretta adlı bir yayınevi şeytanın bacağını kırdı ve “All About Bond” isimli fotoğraf albümünü çıkardı. Aslında bu kitap tam da fotoğraf albümü sayılmaz. Yani tabi ki ünlü fotoğraf sanatçısı Terry O’Neill’in yıllarca Bond filmleri setlerinde çektiği ve çok da aşina olmadığımız 100’den fazla fotoğrafına yer veren bir albüm bu.

Kitapta James Bond kültürü üzerine yazılmış hoş makaleler de var. Bond’un yaratıcısı Ian Fleming ile aynı gazetede çalışmış ve onu iyi tanıyan Godfrey Smith’in kaleme aldığı yazıyla açılan kitap, belki de Bond’u oynamış en sevilen oyuncu Sean Connery’e ve onun Bond yıllarını anlatan başka bir yazıyla sürüyor. 
Yazıda Fleming’in James Bond için ilk tercihinin Connery olmadığının hatta John Huston’un Bond parodisi “Casino Royale”de ünlü ajanı canlandıran David Niven gibi bir oyuncuyu tercih ettiğinden bahsediliyor. Yapımcılar ise Cary Grant’ı istiyorlarmış...  
Kitapta çok geniş bir yer tutan Bond Kızları ise kendi karakterlerini ve rol aldıkları Bond filmlerindeki anılarını anlattıkları bölümler de bulunuyor kitapta. Mesela en çok iz bırakan Bond kızlarından biri olan Honor Blackman, “Altın Parmak” (Goldfinger) filmindeki Pussy Galore karakterini anlatıyor... Diğer kızların yazıları da meraklıları için çok renkli. Mesela “Goldfinger”da tümüyle altın suyuna batırılarak öldürülen Jill Masterson’ı canlandıran Shirley Eaton o ölümsüz sahnenin nasıl çekildiğini çok kısaca anlatıyor. 
En az sevilen Bond aktörü (!) George Lazanby’nin rol aldığı “Kraliçenin Hizmetinde” (On Her Majesty’s Secret Service) filminin Bond kızlarından biri olan Joanna Lumley; Roger Moore’a “Yaşamak İçin Öldür” (Live and Let Die) filminde eşlik eden Madeline Smith, “Altın Tabancalı Adam”ın (The Man With The Golden Gun) Bond kızı Britt Ekland, “Günışığında Suikast”te (The Living Daylights) Timothy Dalton’a eşlik eden Maryam d’Abo’nun kısa yazıları da var. 

Roger Moore üzerine yazılmış bilgilendirici bir yazının da (Terry O’Neill’ın Bond kızı ve Moore’lu fotoğrafları albümün en iyileri) bulunduğu kitapta detaylı olarak yazılan diğer konular Bond filmlerinin otomobilleri, Bond’un yaşam tarzı, John Huston’un “Casino Royale” filmi ve yıllarca Bond filmlerinin set tasarımcılığını yapan Ken Adam’ın işçiliği...

Belki de adındaki kadar Bond hakkında “her şey”e ulaşabileceğiniz bir kaynak kitap değil “Bond Efsanesi”. Mesela kötü adamlar, filmlerin hikayeleri veya künyeleri filan yok. Filmlerin yapım hikayeleri, Pierce Brosnan filmleri ve hatta ikibinlerde yenilenen haliyle Daniel Craig’li James Bond’lar birkaç fotoğrafla geçilmiş sadece. Sanırım fotoğrafçı Terry O’Neill Pierce Brosnan’lı Bond filmlerinden itibaren yerini başka fotoğrafçılara bırakmış daha çok... 
Ama yine de benim gibi Bondseverler için şık, bakması, okuması zevkli, arşivlik fotoğraflara yer veren güzel bir albüm-kitap “Bond Efsanesi”.

Üstelik en aşağıda verdiğim linkte de indirimli fiyatıyla satışta...     


Resmi James Bond sitesi: http://www.007.com/
Terry O’Neill için: http://www.terryo.co.uk/index.php

10 Nisan 2014 Perşembe

BASKIN (The Raid) FİLMLERİ

"İlk filmde tanınmıyordum sırtım dönüktü, ama ikinci filmde yüzümü size döndüm!"


Uzakdoğu sinemasını ilgiyle takip edenler bilirler; çılgın koreografiler eşliğinde çekilmiş atışma ve kavga sahneleriyle dolu polisiye aksiyonlar, özellikle de Hong Kong’lu sinemacıların en usta olduğu tür sinemasını oluşturur. Ringo Lam, Dante Lam, Tsui Hark, Johnnie To ve tabi ki John Woo gibi bu tür sinemanın usta yönetmenleri kariyerleri boyunca bu türün hakkını veren çok iyi filmler yaptılar. Bu filmlerin hikayeleri en çok da bildiğimiz klişeler üzerine kuruludur, gizli polis mafyanın içine girer düşmanla yakınlaşır, bir ikilemin ardından özüne döner ya da Yunan tragedyalarındaki gibi trajik bir sona doğru ilerler.

Tabi ki her aksiyon filmi, özellikle de eskilerin tabiriyle bu tip ‘karate filmleri’, dört başı mamur karakterler sunmak zorunda değil. Nitekim kimse “Baskın” gibi bir filmden “Kirli İşler” (Infernal Affairs) gibi derinlikli bir gizli polis hikayesi de beklemiyor. Ama yine de yukarıda saydığımız yönetmenlerin de böyle aksiyona yüklenmiş tonla filmi olmasına rağmen hiçbiri iki “Baskın” filmi kadar yüzeyde takılmıyordu. 

Önce birincisi

Dünyanın pek çok ülkesinde 2012’nin aksiyon tutkunlarını en çok memnun bırakan filmlerinden biri oldu “Baskın”. Gallerli yönetmen Gareth Evans’ın üçüncü uzun metrajlı filmi aslında bir cümlelik hikayesiyle senaryo yokmuş gibi bir film... 17-18 kişilik bir polis özel harekat timi neredeyse bütün sakinlerinin esrarkeş, gangster, hırsız ve katillerin oluşturduğu ve sahibinin bir uyuşturucu çetesi reisinin olduğu bir apartmana baskın yaparlar. Ama apartmanın sahibi böyle bir baskın için oldukça tedarikli ve hazırdır!

Biz bu özel timin içinde özellikle iki kişiyi diğerlerine göre daha çok tanıyoruz. Tanıyoruz dediğime de bakmayın, temiz yüzlü olan Rama’nın hamile bir eşi vardır, çok iyi bir dövüş tekniğine sahiptir ve tabi ki vicdan sahibi bir polistir, hepsi bu kadar... Ekipteki diğer bir kişi Yüzbaşı Jaka adamlarına sahip çıkan, sıkı dövüşçü ve dürüst bir polistir... Senaryonun da yazarı olan Evans, onu bir an önce sevelim diye filmin daha ilk dakikasında, Rama’yı baskına gitmeden önce karnı burnunda eşiyle vedalaşırken bize gösteriyor. Zaten adı da Güney Asya mitolojisinin en popüler kahramanlarından birinden gelir... Rama evden çıkarken yaşlı bir adama “Merak etme onu geri getireceğim” de diyor. Kimi kastettiği filmin tek sürprizi, o da zaten ortalarda ortaya çıkıyor...

Filmin en etkileyici sahnelerinden biri, kimsenin daha henüz uyanmadığı şehrin sokaklarında yağmurlu bir havada hızla hedefine doğru yola koyulmuş zırhlı aracın içinde neye gittiklerinin pek de idrakında olmayan ve çoğunluğunun da yeterince tecrübesi olmadığı kısa bir süre sonunda anlaşılacak olan özel tim mensuplarının heyecanlı bekleyişi...   
Evans’ın bir önceki filminin de başrolü olan Iko Uwais’in pek bir karizması yok ama Yüzbaşı Jaka rolünde Joe Taslim gayet iyi.
Tam teçhizatlı özel tim apartmana girer. Hatta iyi bir başlangıç yaparlar. Ancak içerde bir kişinin sessiz alarma dokunmasıyla büyük patronun apartmanı kitlemesi ve bina sakinlerine “atış serbest” çağrısı yapmasıyla ortalık kelimenin tam anlamıyla kana bulanır...

Evans’ın ‘hikaye’ye pek takılmadığı zaten filmin ilk 10 dakikasından da belli. Onun için ‘bu filmde hikaye yok’ diye eleştirmenin pek bir mantığı da yok. Evans 1980’lerin, 1990’ların Hong Kong aksiyon filmlerinin bol dövüşlü, yaratıcı koreograflar içeren sahnelerine özenen ‘kapalı alanda kalmış kahraman’ klişesini de en vahşi tonda bir daha çalıştıran bir film yapmak istemiş. Aslında yapmış da... Filmin dövüş sahnelerindeki yüksek şiddet oranını, çok basit hikayesini ve bazı sahnelerini biraz uzun tutmasını bir kenara bırakırsanız vaad ettiği eğlence ve heyecanı sağlıyor “Baskın”.

Sinemada pek sık rastlamadığımız bir ülkeden, Endonezya’dan gelen “Baskın” içerdiği yoğun şiddeti son derece estetik bir şekilde ve iyi dizayn edilmiş müzikler eşliğinde sunması dolayısıyla belli bir yaşın altı için tehlikeli bir film aslında. Ama kendisini bu şiddete tehlikeli bir hayranlıkla teslim etmeyen seyirci için seyri çok yüksek sekanslar barındırıyor. Polislerin apartman boşluğunda tümüyle karanlığa teslim olduğu ve çatışmanın ilk kez başladığı sahne mesela... Sinemanın mucizevi olanaklarını kullanan iyi tasarlanmış bir sahne.  
Apartmanın içinde bir bilgisayar oyunu bölümleri gibi (level) korkunç düşmanları aşa aşa büyük patrona (boss) doğru yol alır Rama...
Rama’nın bir koridorda ellerinde palalarıyla kendisine doğru koşan 8-10 ‘machete’yle tek başına, hem de yaralı arkadaşını koruyarak dövüştüğü sahne gerçekten heyecanlı... Yakın dövüşlerin fazlasıyla inandırıcı bir şekilde gerçekleştirildiği filmde Hong Kong’lu benzerlerinden farklı olarak, rakiplerin birbirlerine çıplak elle daha çok temas ettiklerini söylemek mümkün. Bu yönüyle yönetmenin büyük ilham aldığını söylediği John Woo klasiği “Hard Boiled”dan ayrıldığını söylemeliyiz. Zira Woo’nun filminde “karakter”ler vardı ve yakın dövüş sahneleri daha çok dans gibiydi.... “Baskın”ın çıplak elli dövüş sahneleri ise daha çok ‘sevişme’nin argo ifadesine denk düşüyor sanki... Bu yüzden yukarıda bahsettiğimiz ‘estetik’i de şiddetsel anlamda ‘porno estetiği’ne yaklaştırmak da mümkünleşiyor. Özellikle finale doğru gerçekleşen üçlü dövüş sahnesi uzun ve bitmek bilmeyen bir şiddet pornosu sanki...

Ve ikincisi


İki filmdir kahraman polis Rama karısından izin alarak aksiyona vuruyor kendini... Benzer sahnelerle üstelik; karısı hiç ses çıkarmadan dinliyor, Rama önünde diz çöküp “çok kısa bir süre gideceğim, vallahi de geri döneceğim inşallah” tadında konuşuyor... Sonrası kırılan kemik ve fışkıran kan sesleri... 
Bu hayran yapımı afiş, filmin ergen ya da ergen kalmış zevklere nasıl hitap ettiğini özetliyor: "Bir filmde deneyimleyebileğiniz en çok kemik parçalanma, boyun kırılma, çekiçle vurma bu filmde! Gel vatandaş gel!"
“Baskın” (The Raid) aslında bir cümlelik hikayesiyle daha çok ikili-üçlü dövüş koreografileriyle ilerleyen bir filmdi... 17-18 kişilik bir polis özel harekat timi neredeyse bütün sakinlerinin esrarkeş, gangster, hırsız ve katillerin oluşturduğu ve sahibinin bir uyuşturucu çetesi reisinin olduğu bir apartmana baskın yaparlar. Ama apartmanın sahibi böyle bir baskın için oldukça tedarikli ve hazırdır... Hikaye bundan fazlasını zaten talep etmeyeceğiniz bir hikayedir. Ama en azından bir süre sonra içerideki haydutlardan birinin Rama’nın kardeşi olduğu ortaya çıkıyor da hikayenin dramı biraz daha güçleniyor.

Bu özellikle de yabancı basının bir başyapıt diye ilan edip ayakta alkışladıkları (ya da bir pazarlama stratejisi de olabilir) devam filminde ise ilk filmin parlak fikrinden (kısıtlı bir alanda yüzlerce katille başbaşa kalan ve çabucak azalacak olan 17 polis) son derece uzak, klişe bir hikaye ve karakterleri var. Her türlü kanunsuz işte türlü pislikleri yapan ama yine de onurlu olmaktan filan bahseden kötü mafya babası; onun kontrolsüz, hırslı ve psikopat oğlu ve onların arasına sızan gizli polis Rama... Ancak Rama o kadar az konuşuyor, aslında o kadar temiz bir adam ve öyle asosyal ki, o fırlama mafya çocuğunun en iyi arkadaşı kıvamına filan gelebilmesi normalde mümkün değil! 
İlk filmde Rama’nın zor bela öldürdüğü Mad Dog’ı oynayan Yayan Ruhian bu sefer çok eklektik duran bir yan karakter!
Hadi buna takılmadık, ilk filmde farklı rollerde izlediğimiz kimi oyuncuların ikinci filmde alakasız karakterlerde bir daha hikayeye dahil olmalarına ne diyeceğiz? Ayrıca şöyle şeyler var: kötüler herkesi çatır çutur vururken Rama’yı başka bir yerde öldürmek için yanlarına alırlar ki başka bir mekanda başka bir aksiyon sekansı çıkabilsin ortaya!

Aslında bunlara çok da takılmazdık, eğer karakterler birazcık daha derin olabilselerdi ya da bir duygu kırıntısı görebilseydik onlarda...

Mesele şu aslında: ben eğer bir sinema filmi izlemek için karanlık bir salona gelmişsem ve 150 dakika oturacaksam aynı koltuğa, adamakıllı iyi yazılmış bir hikaye seyretmek isterim. İyi bir aksiyon filminden keyif almak uç uca eklenmiş iyi çekilmiş aksiyon sahneleri izlemek değildir. O zaman John Woo’nun “Hard Boiled”ından ve “The Killer”ından, Johnnie To’nun “Election”ından “Breaking News”undan, Ringo Lam’in “City on Fire”ından “Full Contact”ından hatta “Kungfu Hustle” ve “Ong Bak” gibi filmlerden seçilmiş sahnelerden oluşan 150 dakikalık bir kolajı tercih edebilirim! 
evet, fazla vahşi ama iyi çekilmiş "hammer girl" sahnesi...