Kevin Hakkında
Konuşmalıyız (We Need to Talk About Kevin)
Annesiyle iletişim kuramayan bir erkek çocuğun mu, yoksa
oğluyla iletişim kuramayan bir annenin hikayesi mi? Aslında ikisi de ve bir de “katma
değer”i var...
Özgür ruhlu gezgin bir genç kadınken evlenen Eva, oğlu Kevin
doğduğunda onunla sağlıklı bir başlangıç yapamaz. Bazı kadınların doğum sonrası
yaşadıkları türden bir depresyona girer Eva. Kocası ise evde kısıtlı zaman
geçiren, işi gereği sık sık seyahat eden biridir ve oğluyla sınırlı zamanlarda
-erkek olmanın getirdiği bir rahatlıkla belli düzeyde bir ilişki kurmayı başarır. Ama Kevin çocukluk, ilk ergenlik
ve ergenlik çağlarının hiçbirinde annesiyle bir kontakt kuramaz... Tam tersi Kevin’in uzlaşmaz ve düşmanca bir tavrı vardır özellikle annesine karşı... Aslında Kevin’in yaratılıştan
gelen problemleri de vardır... Sanki Rosemary’nin Bebeği'nin büyümüş hali
gibidir... Kevin’ın bu ‘şeytani kötücüllüğü’nün nedenlerini film bize açıktan bir
travmaya bağlayarak vermiyor. Kevin kötü bir insan olmanın şartlarını kendi içinden, annesinden, yaşadığı çevreden ve bizzat çağın kendisinden edinecektir. Dolayısıyla seyircinin “bu çocuk neden böyle?” sorusunun
cevabını net bir şekilde alamıyor olması filmin de amaçladıklarından biri... Evet, çocuklarımız bizi bazen çok şaşırtırlar. Muhteşem
ailelerin bile çok kötü yaradılışlı çocukları olabilir. Onlara gösterilen yönlerin tam tersine giderler. Kevin sonradan iletişim
kurmaya çalışan annesine hiçbir zaman yardımcı olmuyor. Hatta bile isteye daha
da “kötü biri” oluyor. Ama finalde Kevin’in gözlerinde gördüğümüz bir şey, gözlerindeki o “küçük kırıntı” bize çok şey anlatıyor aslında... İşte o zaman
Eva’nın daha küçükken Kevin'a ‘sen olmasaydın Paris’te mutlu yaşayacaktım’ mealindeki söylediklerinin
ağırlığı çöküyor üzerimize...
Anne-oğul arasında iki defa 'sıcak temas' yaşanıyor hepi topu.
İkisinin de birbirlerine ihtiyaç duydukları en zayıf anlarında ortaya çıkan bir
anne-oğul yakınlaşması bu... Ve bu iki sahne de aslında filmin kalbi...
Yönetmen Lynne Ramsay muhteşem bir sinematografiyle bize
sunuyor bu hikayeyi. (Eva’nın kırmızı renkle karşılaştığı her sahneye dikkat!)
Hikayenin içindeki şiddeti bize çok da göstermeden ama oldukça tedirgin edici
imalarla sunuyor bize ki bu tavır filme doğru yönde bir güç katıyor. İzleyeni
zinde tutan ve düşünmeye çağıran kurgu da birinci sınıf... İzleyici filmin
hiçbir anında koltuğunda rahatça oturamıyor... Yine (!) olağanüstü bir performans
çıkaran Tilda Swinton ve karşısında Kevin’ın inandırıcı şeytaniliğini hiç
sekmeden yansıtan Ezra Miller az rastlanır bir uyum içindeler... Filmin adının bir
tane bile Oscar adaylığında geçmiyor olması ise affedilecek gibi değil... Kesinlikle
haftanın filmi... 4/5
Utanç (Shame)
İçinde yaşadığımız çağ tatminsiz ruhlar yaratmaya o kadar
müsait ki... Özellikle de büyük şehirlerde yaşayan ve belli bir sosyal statüye
sahip insanlar için... Çünkü dikkatinizin yönünü kendi eksiklikleriniz belirler.
Etrafınızda hep sizden bir adım öndeki insanları görürsünüz. Hayatınızdaki
eksikleri yanlış şeylerle kapatma eğiliminiz bastırtıkça bastırır... Seks o
zaman sadece seks olmaktan çıkar, uyuşturucunuz olur... Düşünmemek için, tatmin
olmak için, kendini daha iyi hissetmek için, boşluğunu doldurmak için bazıları
başka şeylere, bazıları da sekse sığınır... Belki Utanç'ın kahramanı Brandon
ile uzaktan akraba sayılabilecek (!) başka
bir ‘New Yorker’, Amerikan Sapığı seksin yanına cinayeti ekliyordu mesela...
Brandon hayata dair bütün hıncını seksten çıkarmaya
çalışıyor. Ama hep daha fazlasını talep eden, gittikçe daha acı veren bir yolculuk bu...
Seks bağımlılığının ağırlaşmış bir safhasını yaşıyor Brandon. Steve McQueen’in
güçlü kamerası bu sınırlarda gezinen filmi ve Brandon’ın acısını Michael Fassbender’in olağanüstü
performansından da kuvvet alarak tam dozunda ve inandırıcı bir tonda aktarıyor
bize. Brandon’ın yaşadığı bağımlılık mesela bir Charlie Sheen’inkinden çok farklı
belli ki. Yalnız kaldığında bile hayatını seksle doldurmaktan başka bir
seçeneği olmayan biri Brandon. Nitekim bu farkın ortaya çıkması için Brandon’ın
patronu David’e bakmamız yeterli...Nitekim onun bağımlılığı ahlaksal bir bozukluğu yansıtıyor Brandon'ınkinden farklı olarak..
Brandon’ın hayatına bir anda giriveren kızkardeşi Sissy de intiharın
eşiğinde dolaşan yalnız bir ruh... Bir gece kulübünde şarkı söyleyen
Sissy’nin “New York New York” yorumunu film bize birebir sunuyor... Pür neşe
sözlere sahip bu şarkıyı en ufak bir coşku belirtisi göstermeden söyleyen
Sissy’i izleyen Brandon’ın ağlaması onun acınası dramını da gözler önüne
seriyor aslında. Tabi bir de Brandon’ın bir üçlü ilişki içindeyken gördüğümüz o
acayip yüz ifadesi... Başka bir acınası durum ise bir şeyler hissettiği, hoşlandığı kadınla birlikte
olamaması... Bütün bunlar onu son yılların en “dramatik” film karakterlerinden
biri yapıyor... Brandon’ın dramı Michael Fassbender’in büyük katkısıyla da o
kadar gerçek ve yakıcı ki... Fassbender’den Oscar "adaylığını" bile esirgeyenler
içinse söyleyecek söz bulamıyorum... Kızkardeş Sissy rolündeki Carey Mulligan ise tuttuğum bir oyuncu değildir. O ağlamsık ifadesi Sissy karakterine yakışmış olsa da onun performansından keyif aldığımı söyleyemeyeceğim...
Ve daha ilk uzun metrajı Açlık (Hunger) ile de bizi vuran Steve McQueen çok sağlam sinema anlayışıyla ikinci filminde fire vermeden emin adımlarla ilerliyor... kendisi artık yeni filmlerini merakla beklediğimiz yönetmenlerden biri... 4/5
Güzel Günler Göreceğiz
İlk önce Antalya’da izlediğimiz bu filme aldığı ödüllerden
sonra büyük haksızlık yapıldı. Bazı yazar arkadaşlar ve sanatçılar filmi bir
anda “çok kötü”ymüş gibi algılanacak bir yanılgılar zinciri oluşturdular.
Aslında Güzel Günler Göreceğiz kötü bir film değil. Sadece bir 'ilk film'
olmasının getirdiği kimi zaafları olan iyi niyetli bir film. Çok karakterli, ‘kesişen
öyküler’ filmlerinin artık genel bir “sevimsizliği” de var öte yandan. Bir de Antalya'da bu seneki 'kadınlar jürisi'nin getirdiği talihsiz bir bakış vardı festivale karşı. Bütün
bunlar filmin bir günah keçisi gibi algılanmasına yol açtı.
Filmin yönetmeni Hasan Tolga Pulat’ın internette ve çeşitli
kısa film festivallerinde belli bir ilgiyle izlenen kısa filmi Gülümse'de de
olduğu gibi bu ilk uzun metrajlısında da bir naiflik, 'her şey insanın içindeki
iyiliği keşfetmesiyle düzelir' anlayışı hakim. Beş ayrı karakter İstanbul’da
bir günde yaşanan olaylar zincirinin yaşanmasına yol açıyor. Acı çeken/çektirilen kadın
karakterler ve kafaları karışık adamların kesişen hikayeleri genelde çok fazla
aksamıyorlar belki. Özellikle de oyuncularının çabalarıyla. Ancak kurgu
numarası yapayım derken düşülen tekrarlar, “sinema”dan çok “televizyon dizisi”
estetiğine yakın duran kimi sahneler ve yine televizyon dizilerinde izlemeye
alışık olunan klişe karakterler filme ve temasına zarar vermekteler...
Ama yine de bu zamanın bir filmi Güzel Günler Göreceğiz. İki
kadın oyuncusu Feride Çetin ve Nesrin Cavadzade oldukları sahneleri alabildiğine
izlenir kılıyorlar. Onlara tecrübeli oyuncu Uğur Polat’ı da rahatlıkla
eklebiliriz... 3/5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder