Eleştirmenin Not Defteri

31 Ocak 2012 Salı

TÜRKLERİN DİZİ ANLAYIŞI

Televizyonculuk Türkiye’de eskiye göre daha kolay yapılır bir iş oldu... Tabi ki bu cümle biraz “imalı”... Kuşkusuz televizyon dünyasında yer edinmiş kanalları idare etmek kolay iş değil. Bir defa dakika dakika müşteri tepkisi aldığınız, ciddi rakiplerinizin bulunduğu ve büyük paraların döndüğü dev bir alışveriş merkezi gibi bir şey yönetiyorsunuz. Üstelik patronların başarısızlığa tahammülü yok. Bir şey düşünüp, düşündüğünüze güvenip uygulamaya koyuyorsunuz.. Tutarsa ne âlâ... Ama tutmuyorsa “başarısız” etiketini yiyorsunuz. Çünkü o kadar hızlı akan bir piyasa ki bu piyasa, sizden hemen “doğru” kararı vermenizi istiyor... Tereddüt etmeden...
“Eee nesi kolay bu işin?” o zaman diye sorabilirsiniz... Kolaylığı şuradan geliyor: Televizyon kanalları en çok ne zaman izlenirler? Herkesin evde olduğu ana haber bülteni sonrası yani saat 20:00 civarları. Televizyoncular saat 20.00-23.00 arasını 1. Prime Time olarak adlandırırlar. 23.00’ten sonrası yaklaşık saat 01.00’e hatta 02.00’ye kadar olan kısım da 2. Prime Time... Dolayısıyla bir kanal yöneticisini en fazla zorlayacak şey bu saatleri iyi seyredilen çeşitli formattaki zengin programlarla donatmaktır. 


Amerikan kanalları...
Televizyonculuğu ‘gerçek’ bir meslek haline getiren ve bu işin kitabını yazan Amerikan kanalları bu zamanı birer saatlik dilimler halinde ele alır ve doldururlar yıllardır... Mesela senelerdir değişmeyen bir gelenekleri vardır çoğu büyük kanalın: Saat 20.00-20.30 arasında yarım saatlik ailece izlenebilen bir sit-com yayınlarlar. Genellikle dizi 22 dakika sürer, toplam 8 dakika da reklamı vardır. Bazen iki bölüm üstüste yayınlanır, bazen farklı iki tane 22 dakikalık sit-com birbirini takip eder, bazense 40-43 dakika arasında değişen light bir komedi o ilk bir saati doldurur. 15-20 dakikalık bir reklam kuşağı o saat için yeterli görülür.
Sonra haftanın günlerine göre bir plana geçilir. Ya bir saatlik başka bir drama ya da bir reality yarışma yayınlanır... Saat 22.00 sularında daha “adult” (yetişkin) dizilerin saati gelir. Polisiyeler, gerilim dizileri vs... 23.00’ten sonra talk şov zamanıdır. Jimmy Kimmel’i Jay Leno’su, Jimmy Fallon’u, David Letterman’ı, Conan O’Brian’ı artık hangisiyse ortalama 3 konukla programlarını yaparlar. Sunucu üç kutu enerji içeciği içmiş gibi dinamik bir sunuşla gerçekleştirdiği yayınında her bir konuğuyla en fazla 20 dakika başbaşa sohbet eder. Aradan bir de müzikal performans çıkartılır. Sohbetin yarısı konuğunun yeni albümü ya da filmiyle ilgilidir, diğer yarısı da genellikle geyik muhabbetidir. Mesela bir keresinde Jay Leno ile Harrison Ford bu 20 dakikalık sohbetin 6-7 dakikasını bir köpek kulübesinin nasıl yapıldığını konuşarak geçirmişlerdi. (Çünkü Ford oyuncu olmadan önce bir marangozdu)...
Bazılarında gece 12’den sonra bir talk şov daha vardır. Bu sefer yayına telefon bağlantılarının da alınabildiği bir sohbet programı yapılır. Bazıları bu saatlerde film yayınlar. Ama çoğunlukla haftasonu geceleri 23.00 sonrası filmlere ayrılır... Yani bir gecede 3-4 dizi yayınlayıp sonrasında bir ya da iki tane sohbet şovu sunan anaakım TV kanalları var Amerika’da...
Ancak HBO gibi paralı kanallar film prodüksiyonlarını aratmayan dizilerini 50-60 dakika aralığında çekerler. Bir de BBC yeni bir uygulama başlattı son yıllarda -eskiden bunu Amerikan televizyonları de denemişti- bazı polisiye dizileri 90 dakikalık bölümlerle sunmaktalar ama sezon başına düşen bölüm sayısı 3 ya da 6’dır ve her bölüm kendi içinde hikayesini başlatır ve bitirir!
Enteresan değil mi? “Amerikalılar kadar televizyon izleyen bir halk yoktur” denir bu arada... Bu yüzden obezlik almış başını gidiyor. Baksanıza televizyon karşısından kalkmak mümkün değil...
Peki bizim anaakım TV kanallarımızda durum nasıl? Saat 20.00 – 21.00 arası kanalın iddialı dizisinin geçen haftaki bölümünün 1 saatlik özeti başlar. Sonra saat 21.00 civarında dizinin yeni bölümüne başlanır. Dört beş kuşak reklamdan sonra dizinin yayını 23.15 gibi biter. Sonra bir dizi daha başlar. O da gece 2’ye doğru ancak biter... Yeni başlayan bir dizinin ilk bölümüyse eğer, saat 22.30 gibi aynı dizi bir daha başlar! Herhalde dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uygulama yoktur! Bütün akşam aynı diziyi iki kere yayınlayarak geceyi kurtarmış olabilirsiniz... Peki dizilerin olmadığı akşam saatleri yok mudur? Vardır. Ama onları da tek başına “Acun Medya” doldurur!
Şimdi ilk cümlede neden “kolay” dediğim biraz anlaşılmıştır herhalde...

Ve Türk dizileri...
Televizyon kanallarının en az 90 dakikalık dizi istemelerinin nedeni hem kolaycılık hem de reklam ajanslarından gelen, program başına düşen reklam kuşağı sayısının belli bir sayının altına inmemesi konusunda gösterdikleri direnç. Sistem yılalrdır böyle çalışınca kimse geri dönmek istemiyor haliyle... 

Bir ülkenin neredeyse bütün TV dizileri kimin kimi öptüğüyle ilgili olabilir mi yahu?
Hal böyle olunca zaten kısır hikayelerle yola çıkılan dizilerde şişirme sahneler ve bölümler birbiri ardına sıralanıyorlar. Böyle olunca da bir süre sonra kendi kişilik çizgilerinden sapan dizi karakterleri, inandırıcılığı zorlayan olaylar yaşamaya başlıyorlar. Senede 30 küsur bölüm çekilen ve tanesi en az 90 dakika süren bir dizinin saçmalamaması olanaksızdır!
Seçilen konular daha önce Yeşilçam’da yapılmış örnekleri bulunan filmlere ait çoğunlukla. Bazen yabancı kaynaklı dizi ve filmlerin de model alındığı oluyor. Tabi ki arada çatışması güçlü kurulmuş çizgi dışı yapımlar da olmadı değil. “İkinci Bahar” sıradan formülüne rağmen samimi bir diziydi mesela. “Bıçak Sırtı” sinema tadında çekilmiş, artistik değerleri ve duygusu yüksek bir diziydi. Bugün zamanında TRT’de yayınlanan “Yeditepe İstanbul” duyarlılığında dizilere pek rastlanmıyor... Türkiye’nin ilk lisanslı sit-com’larından “Dadı” bile -sevin ya da sevmeyin- “dozunda” bir işti...   
Dolayısıyla eskiden çok söylenen “adamlar yapıyorlar” cümlesinin arkasına sığınacak bir durumumuz kalmadı. Bütçe bir şekilde var. Maşallah bu piyasada yolunu bulan herkes dizi yönetmeni olabiliyor. İşgücü de tamam. Teknoloji konusunda da bir bahanemiz kalmadı gibi bir şey.... Ama işte yaratıcılık, özgün işler çıkarma isteği yok! Aslında gelecek de asıl orada... Ve bu piyasaya yön verenler o geleceğe ne kadar uzak olduklarının maalesef farkında değiller.  
İlk sezon işi bayağı iyi götüren “Ezel” dahil bütün dizilerin bir süre sonra saçmalamasını doğal karşılamak lazım. Sonuçta her hikayenin doğası gereği bir “işlenme ömrü” vardır. Ve dizilerin -kanallar için önemli olmasına rağmen- bütün kanalı taşıyan formatlar olarak görülmeleri sektör açısından da sağlıksız bir yapıdır. Haftada 90 dakikalık bölümler çıkartmayı taahhüt eden yapım şirketlerine ve canhıraş bir şekilde, kelle koltukta çalışan bir yığın emek işçisine de emanet etmiş oluyorsunuz kanal politikanızı... Böyle bir televizyonculuk anlayışı bize özgü bir durum olsa gerek... 
Kaderleri ratinglere mahkum olan diziler de haliyle karşımıza sağlıksız kurulmuş yapılarla çıkıyorlar. Bu yüzden tersten giden, üstü kapalı ama aslında şiddet içerikli bir erotizm hakim oluyor hikayelerde. Racon kesen karakterler el üstünde tutulduğu için toplumun “kahraman modelleri” de incelikten yoksun, arızalı adamlar oluyorlar... Karşılarına gelen dramanın niteliğinden çok yüzeyde anlattıkları ve oyuncularının güzelliğiyle ilgilenen çoğunluk izleyicinin tercihleri bütün dizi modelleri için “belirleyici” oluyor. 
Bir ara dizilerin hepsinde birden dayak yiyen, şiddet gören kadınlar vardı... Sorsanız diziciler bunları “Türkiye’nin gerçekleri bunlar... Biz de bunları anlatıyoruz” gibi klişe cümlelerle açıklarlar... Türkiye’nin başka gerçekleri de var ama onlara hiç dokunulamıyor nedense... Ama kadınların dövülmesi, kovalanması, tecavüz edilmesi filan daha estetik geliyor sanırım...! “Hayat Devam Ediyor”un çocuk gelinin gerdek gecesiyle açılan ilk bölümünden sonra aynı ratingleri görememesine ne diyorsunuz? Yapımcıları için büyük televizyonculuk başarısı!
Türkiye’nin Tina Fey’i gibi bir isme dönüşen Gülse Birsel’in en ufak oyuncusu bile bir celebrity sayılan karakter bombardımanı yeni sit-com’u “Yalan Dünya”nın ilk bölümünün iki saat sürmesi dünyada bir ilk olabilir mesela... Türkiye’nin “Lost”u diye sunulan “Son”un hikayesi öyle saçma bir karmaşayla anlatılıyor ki ilerde sırf “denedik olmadı, biz ne yapalım. Türkler akıllı dizi sevmiyor işte” demek için sanki...   
Sonuçta kimsenin geri adım atmak istemediği “yanlış” bir model üzerinde ilerleniyor. O zaman kimse bir fark yaratmanın da peşine düşemiyor. Çünkü riskli. Biraz farklı bir format denendiğinde beklenen ‘rating’in alınmaması “büyük bir başarısızlık” olarak okunuyor. Kanalların bir format yelpazesi oluşturması da neredeyse hayal oluyor.
Yani artık Ortadoğu’ya açılan yerli diziler (oralarda bile daha mantıklı bir iş yapıp bölümleri ikiye bölerek oynatıyorlar) kanallarına yeni bir kazanç kapısı daha açmalarına rağmen hâlâ yıllar boyunca kanalı besleyecek “süper kazanan” işler olabilmek için canla başla bitmek bilmeyen “90 dakikaları” tamamlamaya çalışıyorlar. Kimin nasıl etkileneceğini hangi ara düşünecekler ki?      

Atilla Dorsay bir röportajında kendisini tutamamış... :)  Ben bir dizi yapımcısı olsam çok üzülürdüm böyle bir cümle işittiğim için ve yaptığım işi sorgulardım...

30 Ocak 2012 Pazartesi

SİNAN VE EBRU

Bazen bazı filmler öngörülen sürelerinden uzun olabilirler... Bu da bazı sahnelerin kurgu masasında çıkarılmasını gerektirir... Bu çıkartılan sahnelerin filmde olmaması senarist, yönetmen ve oyuncular kadar orada emeği geçen herkesin canını yakar... Ben de "Beni Unutma" filminin yazarı olarak bu sahnelerden bazılarını filmin sevenlerine bu blogda sunmak istedim... Bu sahnelerin çekilmiş videoları elimde yok... Ama yazılmış halleri duruyor... Rahat okunabilecek haliyle birkaç tanesini "DOLU HAYAT"ta paylaşmak istedim...
Çocuklarının üçüncü yaşgünü için bir oyuncakçıda hediye seçen Sinan ve Olcay, Sinan’a gelen gizemli bir telefon yüzünden büyük bir kavga yaşarlar. Sinan kendisini hâlâ arasıra arayan Ebru’nun buna bir son vermesini istemek zorundadır artık…
Sinan’ın Ebru’ya karşı duyduğu az da olsa bir zaafı vardı hâlâ… Filmde bunun altını bu sahnenin çıkması yüzünden çok dolduramadık… Mesela Ebru’nun Sinan’ı unutmayı reddetmesi de çok anlamlıydı. Bu sahnede Ebru Sinan’a intizar gibi bir şey de yapıyor… Aslında sonraki karşılaşmalarında Sinan ona “beddua mı ettin bana?” sorusunu boşuna da sormuyor gibi değil mi?...
Bu sahnede Ebru rolünde izlediğimiz Tuba Ünsal ise gerçekten hem çok güzeldi hem de insanın içini acıtacak kadar dokunaklı oynuyordu…


                                                             KESİLMİŞ SAHNE - 3
 
SİNAN İŞ – BAĞDAT CADDESİ (paralel)

Sinan ofisinde cep telefonundan Ebru’ya konuşuyordur...

SİNAN
Ben... Ben bir daha beni aramamanı istemek zorundayım Ebru...

Ebru elinde çantası ve bir mağaza poşetiyle kuaförden çıkmıştır. Ağır ağır yürüyordur, konuşurken...

EBRU
Ben... Ne yaptım ki sana? Evli bir adam başka bir kadınla da arkadaş kalamaz mı?

SİNAN
Biliyorum... Ama sen benim eski nişanlımsın... Sen de onun yerinde olsan sen de istemezdin...

EBRU
Allah kahretsin Sinan! Hayatımı mahvettin... Yıllardır kendimi düzeltemiyorum, eski hayatıma dönemiyorum bir türlü... Seni hiç affetmeyeceğim bunun için... O kızın da bir suçu yok... Ama sen... 

Ebru sokakta ağlamaya başlar... 

SİNAN
Biliyorum... Ebru... Sen çok iyi bir kızsın... Bak ben... Karımı seviyorum... Bir ailem var artık... Biliyorum demesi kolay ama nolur, yaptıklarımı unut ve beni tamamen çıkar artık hayatından. Kendine yeni ve güzel bir hayat kur. Bırak beni...

EBRU (ağlayarak)
Doğru diyorsun aslında... Herkesin haklı olduğu durumlardan biri işte... (burnunu çeker) Peki... Gidiyorum ben. Ama bir gün... “Ah” diyeceksin... “Ah, ya öbür yolu seçseydim” diyeceksin... 

SİNAN
Hoşçakal...

Sinan yavaşça kapatır telefonu, üzgündür...   

 
Ebru caddenin ortasında son derece güzel, ışıl ışıl gözüküyor olmasına rağmen yıkıktır ve durur ağlar tek başına.... Etrafını hiç umursamadan...  



* Fotoğraflar: Selin Demircioğlu

27 Ocak 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 8


Berlin Kaplanı
Berlin’deki olaylı bir şike maçının ardından yurda dönmek zorunda kalan, ama burada da kendi özünü keşfeden Ayhan Kaplan isimli bir boksörün komik macerası o kadar çok malzeme vaat ediyor ki... Dolayısıyla en azından zayıf hikayesine rağmen oldukça güldüren bir Eyyvah Eyvah izleriz beklentisiyle oturup izliyoruz filmi. Ancak Ata  Demirer hikayesini güzel bulmuş olmasına rağmen bu hikayeyi yeterince zenginleştirip, güçlendirememiş. Evet, Eyyvah Eyvah 2'ye göre sağlam bir hikaye kurgusu var filmin (finali hariç). Ama filmin ana karakteri Ayhan Kaplan dışındaki tüm karakterler sadece “eşlik” görevi görmekteler. Espriler ve durum komedileri üzerine çok fazla kafa yorulmamış gibi... Finalin oldu bittiye gelmesi ise sanki filmin bir an önce vizyona yetiştirilmesi için apar topar paketlendiği hissini veriyor... Ayhan’ın kendi ailesiyle kurduğu ilişkinin sorunları bir anda çözülüyor... Yaşadığı aşk ilişkisi hızlı ve fazla derinleşemeden ilerliyor...
Ama Ata Demirer taklit yeteneğinden de gelen bir rahatlıkla Almanya’da büyümüş boksör bir Türk’ü çok inandırıcı oynuyor. Asım Can Gündüz Türkiye’ye geldiğinde de benzer bir enerji yayıyordu etrafa... Demirer’in tiplemesi bana biraz onu hatırlattı... Hızlı konuşuyor, samimi, Türk olmakla ilgili bir takım “pratik’leri öğrendikçe gizleyemediği şaşkınlığı onu sevimli bir kahraman yapıyor... Ama keşke bu güzel hikaye daha güzel işlenmiş daha traji-komik bir mantıkla ele alınmış olsaydı... Yeni bir Hokkabaz olurdu işte o zaman... 2/5

Artist
1920’lerin Hollywood’unda büyük bir star olan George Valentin’in  altın çağı sinemaya “ses”in gelmesiyle sekteye uğramaya başlar. Karısını, evini, tüm zenginliğini ve hatta ününü hızla kaybederken aşkla tanışacaktır...
Bu hikayeyi “farklı” nasıl anlatırsınız? Zira aynı hikayenin biraz daha farklı bir türevini Singin' in the Rain'de de en güzel bir şekilde izlemiştik... Peki o zaman bu hikayeyi tam da 1920’lerde çekilmiş gibi anlatmaya ne dersiniz? Sessiz, siyah beyaz ve hafif ‘hızlı’... Mel Brooks’un Deli Dolu'dakine (Silent Movie) benzer bir komedi tonuna, Amelie'nin yaptığı gibi “eskimiş ama bu zamanda daha da değerlenmiş bir romantizm” pazarlaması ekleyip, araya her zaman garanti olan "bir yıldız adayının yükselişi" hikayesi de koydunuz mu tamamdır...
İnsanların nostalji merakını gıdıklayıcı bir “masumiyet”i son derece şirin bir şekilde pazarlıyor Artist. Fransız yönetmen Michel Hazanavicius bunu teknik olarak da o kadar iyi beceriyor ki alkışlamamak elde olmuyor. Hollywood’dan da büyük oranda yardım almış yönetmen. Neredeyse 1920'lerin Los Angeles'ı yaratılmış, stüdyoları aynen yeniden kurulmuş. (Aslında bu Clint Eastwood'un filmi Sahtekar'da da başarıyla yapılmıştı.)
Açıkçası şurup şeker tadında bir film Artist... İyi zaman geçirtiyor, yaptığı göndermelerle, sinemayla normalin üzerinde bir ilişki kurmuş seyircisini hemen avucunun içine alıyor. Özellikle de sinemanın görüp görebileceği en yetenekli köpek oyuncusuyla da gönüllerde taht kuruyor... Karakterin adıyla ve görüntüsüyle Rudolph Valentino - Douglas Fairbanks'e benzetilen Jean Dujardin'in yaptığı işe inanarak ve özenerek çalıştığı ise çok belli...
Ama Artist'in sinema sanatına yaptığı bu taklit bakış ve pazarladığı nostalji dışında pek bir katkısının olacağını sanmıyorum... 3/5

Karanlıktan Korkma
“Diş perileri"yle ilgili bir korku filmi yapmak... Aman ne parlak fikir! Parlak olmadığı gibi 1973’te yapılmış da... Yapımcı olarak gördüğümüz, çok sevdiğimiz ve en güzel filmi Pan’ın Labirenti'ni yere göğe koyamadığımız Meksikalı yönetmen Guillermo Del Toro filmin senaryosuna da katkıda bulunmuş...
Büyük ve tarihi değeri olan bir şato-evi restore edip satmayı planlayan bir çift ve adamın boşandığı karısından olma kızı bu eve yerleşirler... Ancak çok geçmeden evdeki bazı gariplikler özellikle küçük kızı rahatsız eder... Birtakım küçük korkunç yaratıklar ona musallat olurlar... Bundan sonrasını ise izlemeden tahmin etmek hayli mümkün...
Büyük perili evlerde bu cinler, şeytanlar, periler hep yalnız çocukları rahatsız ederler... Bu çocuklar hep çok güzel ama korkutucu resimler yaparak korkularını ifade ederler en başta... Gözlerinin önünde bir sürü garip olaylar olmasına rağmen evin erkeği o kadar salağa yatar ki (!) ortada doğaüstü kötü bir şeyler olduğuna bir türlü inandırılamaz... Bu film de aynen bu klişeler yumağını sürdürüyor... Guy Pearce uzun bir süre kızına ve dolayısıyla bütün eve musallat olan cinleri bir türlü kabullenmiyor... Elbiseler parçalanmış bulunuyor, evin görevlilerinden biri saldırıya uğruyor, küçük kız sürekli bağırıyor, karısı bir sürü tuhaflık olduğunu söylüyor, çizilmiş resimler filan var ama yok kardeşim... Biraz daha abartılsa komedi filmine dönüşecek bir durum oluyor bir süre sonra bu...
Açıkçası 2008’den beri film çekmeyen Del Toro’yu böyle basit korku filmi prodüksiyonlarıyla uğraşmayıp çektiği yeni filmlerle anmayı tercih ederiz... 1/5

24 Ocak 2012 Salı

SİNAN VE SEVDA

Bazen bazı filmler öngörülen sürelerinden uzun olabilirler... Bu da bazı sahnelerin kurgu masasında çıkarılmasını gerektirir... Bu çıkartılan sahnelerin filmde olmaması senarist, yönetmen ve oyuncular kadar orada emeği geçen herkesin canını yakar... Ben de "Beni Unutma" filminin yazarı olarak bu sahnelerden bazılarını filmin sevenlerine bu blogda sunmak istedim... Bu sahnelerin çekilmiş videoları elimde yok... Ama yazılmış halleri duruyor... Rahat okunabilecek haliyle birkaç tanesini "DOLU HAYAT"ta paylaşmak istedim...


İşte "Beni Unutma"nın kesilmiş sahnelerinden biri daha... Sinan Olcay'a bir müzik CD'si yollayınca Olcay Sinan'a bir şans vermek istemişti... Sinan'a iş adresini Sevda'dan almasını söylemiş ve ertesi gün onu iş çıkışında almasını istemişti...   Ama Sinan bunun için Sevda'yı ikna etmek zorundadır!
Bu sahnede Sinan Olcay'a karşı hissettiklerini Sevda'ya dokunaklı bir şekilde anlatsın istemiştim... İkisinin diyalogları sayesinde Sinan'ın nişanlanmadan önceki hayatına da seyirciye çok kısa belirtmek istedim. Bu sahne çekilmiş olmasına rağmen uzun geldi ve sadece sonu kullanılabildi... 

KESİLMİŞ SAHNE - 2
SİNAN İŞ – Kafe   (İÇ - GÜN)

Şirket çalışanlarının dinlendikleri küçük bir kafe... Tek başına tatlısını yiyip kahvesini içen Sevda kalkmak üzeredir... Bir anda karşısına gelir, oturur Sinan...

SİNAN
Afiyet olsun!

SEVDA (biraz soğuk)
Teşekkür ederim...

Sevda tepsisini alır ve ayağa kalkar... Sinan onu takip eder...

SİNAN
Biliyorum istemiyorsun onunla arkadaş olmamı... Attım ya yüzüğü... Yine eskisi gibi daldan dala atlayacağımı düşünüyorsun

SEVDA
Bu senin suçun değil... Sen bir erkeksin... Tohum saçmak istiyorsun. Öyle diyorsunuz ya hani...

Sevda tepsisini bırakır tepsi tezgahına.. Yürümeye devam eder... Sinan yanında devam eder...

SİNAN
Haydaaa... Ne tohumu ya... Boşver bu belgesel cümlelerini...

Sevda hiç pas vermez. Sinan devam eder... Yürüyorlardır konuşa konuşa...

SİNAN
Biliyorum, beni sevmiyorsun, arkadaşını korumak istiyorsun...

SEVDA
Aynen öyle...

SİNAN
Ama o bir kuzu değil... Yetişkin bir insan... Ve ben de bir kurt değilim...

SEVDA
Hah ha! 

SİNAN
Evet çapkındım.... Çok kadın geçti hayatımdan. Tamam, itiraf ediyorum, Ebru’ylayken de yaptım...

SEVDA
Dökül dökül...

Koridorda yanyana yürüyorlardır... Yanlarından genç bir kadın (Yeliz) geçer Sinan’a bakar gülümser hafifçe...

SİNAN
Sana bu kadar açık konuşuyorum... Çok yakın arkadaş olamadık pek ama... (yanlarından geçen kadına selam verir) Merhaba...

SEVDA
Ooo eski kırığın da kesmeye başlamış seni yine...

SİNAN
Hiçbir şey gizli kalmaz mı bu şirkette?

SEVDA
Yeliz seksi kız... Şirketin yarısı peşinde. Ama senin için çok kolay. Daha önce fethettiğin bir kale ne de olsa..

SİNAN
Yapma bunu... Öylesine bir selamdı...

Sevda durur... Sinan da hemen durur yanında...

SEVDA
Neyi yapmayayım Sinan?

SİNAN
Garip bir şey oldu... Biliyorum inanması zor... Hayatımızın en kötü gününde tanıştık biz. En mutsuz, korunmasız olduğumuz gün... Bir şey hissettim daha önce hiç hissetmediğim... Çapkınlık filan değil bu... Benden istediğin kadar nefret et... Ama nolur beni daha fazla yalvartma... Ver şu adresi... Soyadını bilmiyorum, küçücük bir resmini bile bulamadım nette... Facebook’da bile yok!

SEVDA (gülümser)
Sevmez öyle şeyleri o...

SİNAN
Sürekli beynimi zorluyorum yüzünü hatırlamak için. Sesi kulaklarımdan gitmiyor... Elimde hiçbir şeyi yok... Sadece “yarın beni işten alır mısın?” dedi telefonda... Kırıktı sesi... (gözleri dolar)... Bir şey titredi içimde... İlk kez...

Sevda şok olmuştur... Şaşkındır...

SEVDA
Sen.... Daha iki gün önce evlenmeye hazırlanıyordun... Sinan... Bu ne şimdi?

SİNAN
Yemin ederim, ben de bilmiyorum... 

 
Sevda yakındaki bir masadan kalem kağıt alır... Olcay’ın işyerinin adresini yazar... Sinan yanında ona bakıyordur... Sevda adresi yazar. Kağıdı koparır... İkiye katlar... Parmaklarının arasından Sinan’a uzatır... Sinan elini uzatıp tam alacakken kendine çeker kağıdı Sevda...

SEVDA
Onu üzersen... Seni mahvederim bu şirkette... İstifa etmek zorunda kalırsın...

SİNAN
Onu üzersem bunun hiç önemi kalmaz zaten...

Sevda uzatır kağıdı... Sinan alır...

* Fotoğraflar: Selin Demircioğlu
 


20 Ocak 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 7

Düşler Bahçesi
Aslında yaşanmış bir hikayeden yola çıkan ve bizzat hikayeyi yaşayan kişi tarafından yazılmış çok satan bir romandan uyarlanan Düşler Bahçesi tipik bir Hollywood aile filmi. Oldukça düz bir formülü takip eden olay örgüsü, aile olmayı, her türlü zorluktan çıkışın ancak ‘birlikte’ olmakla aşılabileceğini bize milyonuncu kez anlatıyor. Bir küçük kızı ve sürekli sorun çıkaran ergen oğluyla birlikte ayakta kalma mücadelesi veren dul baba Benjamin karısını çok özlüyordur. Mutsuzdur ve çareyi ev değiştirmekte arar... Yeni aldığı ev aynı zamanda eskimiş ve kaderine terkedilmiş bir hayvanat bahçesidir... Böylelikle ailemiz yeni hayatlarına hayvanat bahçesinde başlar. Oranın çalışanlarıyla da son derece uyumlu bir şekilde (maşallah baba ve oğlu hemen onlardan iki güzel kızı etkilerler!) bir araya gelen ailemiz hayvanat bahçesinin verdiği sorumlulukları da birer birer üstlenirler. Bundan sonrası tıpkı Kevin Costner’ın Düşler Tarlası'ndaki mesajı “İnşa edersen, gelirler!”... (herhalde filme Türkçe ismini verenler bu benzerlikten faydalanmışlar...) Hayvanat bahçesini yeniden adam eden aile aynı inançla onu yine canlandırmaya ve işler hale getirmeye çalışır vs...
Filmin şaşırtan tek bir hamlesi yok. Hatta bir süre sonra tekdüze bir tekrara saplanıyor film. Benjamin’in sürekli karısını hatırlıyor olması, tanışmalarının gerçekleştiği o kafeyle ilgili önüne gelenle sıkıcı muhabbetler yapması romantizm ya da melodrama değil sıkıntıya hizmet ediyor. Scarlett Johansson ile Matt Damon’ın iki arada bir derede sürekli bocalayan kırıştırmaları da bu eski karısını unutmayan adamın romantizmine kurban ediliyor... Karısını 6 ay önce kaybetmiş acılı ve yakışıklı baba, hemen de romantik bir ilişki yaşamasın diye kastırılınca sürekli etrafta ona bakınarak dolanan Scarlett Johansson’un da pek bir etkisi kalmıyor... O zaman da sanki karakterler şöyle bir şey söylüyorlar bize film biterken: “Birkaç ay daha geçince sevişeceğiz biz... Ama şimdi bizim filmi tam da burada bitirmemiz lazım...!” 2/5 



Neşeli Ayaklar 2
İlk film, animasyon sinemasının penguen takıntısına denk gelen iyi örneklerden biriydi... Çocuklar için doğru bir mesajı sevimli bir hikaye kalıbıyla anlatıyordu. Mumble adlı yavru penguenin ait olduğu diğer imparator penguenleri sürüsünün içindeki ‘farklılığı’ onun kendisini ve asıl potansiyelini keşfetmesini sağlıyordu. Sürüdeki neredeyse herkesin şarkı söylemekteki becerisine sahip değildi ama diğerlerinde olmayan bir dans becerisi vardı...
Bu devam filminde yapımcılar bu sefer Mumble’ın oğlu Erik’in benzer bir sorunla yüzleşmesini anlatacak gibi yapıyorlar en başta... Ama sonrasında senaryo ve hikaye bizi hem heyecanlı bir felaket filmi formatına doğru götürüyor. Babası gibi kendine güveni zayıf olan bir çocukluk evresinden geçen Erik’in babasıyla olan problemlerini de çözmesi gerek. İşte tam da bu sırada küresel ısınmanın getirdiği büyük bir felaket bütün sevimli kahramanlarımızı bir arada tutmaya ve mücadele etmeye zorluyor...
Neşeli Ayaklar 2 özellikle çocuk izleyicilere hem kaliteli bir eğlence hem de müzikal bir yolculuk sunuyor. Aslında orijinalinde birbirinden iddialı isimlerin seslerini dinlemek mümkün. Özellikle de tıpkı Buz Devri filmlerindeki Scrat ana hikayeye paralel süregiden iki planktonun “Küçük Kara Balık”a benzeyen yolculuk hikayesinde Brad Pitt ve Matt Damon’ın seslerini duymayı isterdik. Robin Williams’ın, Hank Azaria’nın ve tabi ki Pink’in bütün performanslarını duymak isterdik... Ancak Neşeli Ayaklar 2'nin Türkiye’de altyazılı seçeneği yok. En azından yurt çapında 3-5 kopyanın orijinal dilinde altyazılı olarak çıkarılması daha doğru olur gibi geliyor bana... Evet, Türkiye’deki sinema dublajı eskisi gibi değil, gayet başarılı. Ama mesela bu filmde bazı şarkıların Türkçe, bazı şarkıların da ingilizce olmalarını yadırgadık...
Üç boyutlu izlemiş olmanın da bir faydasını hissetmedim açıkçası... Sanıyorum iki boyutlu da izlesem aynı tadı alırdım...   3/5

18 Ocak 2012 Çarşamba

OLCAY VE EBRU

Bazen bazı filmler öngörülen sürelerinden uzun olabilirler... Bu da bazı sahnelerin kurgu masasında çıkarılmasını gerektirir... Bu çıkartılan sahnelerin filmde olmaması senarist, yönetmen ve oyuncular kadar orada emeği geçen herkesin canını yakar... Ben de "Beni Unutma" filminin yazarı olarak bu sahnelerden bazılarını filmin sevenlerine bu blogda sunmak istedim... Bu sahnelerin çekilmiş videoları elimde yok... Ama yazılmış halleri duruyor... Rahat okunabilecek haliyle birkaç tanesini "DOLU HAYAT"ta paylaşmak istedim...
Bu sahnelerin ilki Olcay ve Sinan'ın henüz evlenmeden önce bir restoranda yemek yerken Ebru'yla karşılaşmaları...
Filmin bir yerinde, henüz başlarında da olsa Olcay ve Ebru'yu karşı karşıya görmek ve göstermek istedim... Seyircinin bu karşılaşmayı merak edeceğini, ikisinin birbirleriyle nasıl konuşacaklarını görmek isteyeceklerini düşünmüştüm... Ayrıca Ebru'nun duygusunun biraz daha açığa çıkmasını, canının ne kadar yandığını izleyenlere (ve Sinan'a) hissettirmek istiyordum... Ne yazık ki filmde kullanılamadı... Ama merak edenler en azından okuyabilecekler artık....

-KESİLMİŞ SAHNE 1 
BİR RESTORAN (DIŞ - GÜN)

Başka bir gün... Açıkhava bir restoranda yenen yemek sonrası, Sinan ve Olcay masadan kalkar... Olcay parmağıyla “bir dakika” işareti yapar ve kadınlar tuvaletine gider... Sinan onu bekliyordur...
Diğer tarafa döner... Ebru’nun karşıdaki bir masadan kalkıp kendisine yaklaştığını görür... Yüzü buruşur biraz...

SİNAN (kendi kendine)
Off... Hadi bakalım...

Sinan arkasına döner... Rahatsız olmuştur... Tuvalete doğru bakar... Ebru’ya döner...

SİNAN
Merhaba Ebru...

EBRU (sakin ve kırılgan)
Uzaktan gördüm seni... Arkadaşın yanındayken gelmek istemedim... Nasılsın?

SİNAN
İyiyim... Sen nasılsın?

Sinan tekrar huzursuzca tuvalete doğru bakar...

EBRU
İyi sayılırım... Kız arkadaşın mı o kız?

SİNAN
Bir arkadaşım...

EBRU (kısa bir durur)
Sadece “bir arkadaşın” olsaydı... Tuvalet kapısına bu kadar sık bakmazdın...

Sinan bakmayı bırakır Ebru’ya döner...

SİNAN
Özür dilerim...

EBRU (biraz durur ve başlar)
Hiçbir zaman evlilik delisi bir kadın olmadım ben... Hiç çoluğum çocuğum olsun, kocamla pespembe yaşayayım diye bir idealim olmadı... Kendi bencil hayatımda mutluydum... Nerden çıktın karşıma da bana bütün bunları düşündürttün? Neden beni yolumdan çevirdin? İyiydim öyle ben...

Sinan çok kötü olmuştur, Ebru’nun karşısında yutkunur... Gözlerine bakamaz...

EBRU
Şimdi sen korkarsın... Bu kız şimdi ‘öldüren cazibe’ gibi saracak bana dersin... Yoo, ne yapayım artık... Banane... Belki bir gün sen de kalırsın böyle benim gibi ortada. En fazla bunu isteyebilirim...

SİNAN
Ebru böyle...

Sinan’ın sözü yarım kalır... Olcay Sinan’ın arkasından gelmiştir..

OLCAY
Merhaba...

Ebru yüzünü düzeltmiştir Olcay’ı görür görmez... Elini uzatır ona...

EBRU
Merhaba... Ben Ebru...

OLCAY (Ebru'yu tanımıştır)
Olcay...

Ebru Olcay’ın elini sıkarken, zoraki gülümser...

EBRU
Çok memnun oldum.... desem, yalan olur...

Olcay’ın gülen yüzü solar... Elini çeker yavaşça

EBRU
Afiyet olsun...

Ebru sırtını döner ve hızlı hızlı uzaklaşır... Onu ilerde bekleyen arkadaşları vardır...
Olcay Sinan’a döner... Sinan’ın morali çok bozuktur...

OLCAY
Çok normal bir tavırdı... Yadırgama...

SİNAN
Bu kadar anlayışlı olmak zorunda değilsin... zorlama kendini...

OLCAY
Zorlamak mı? Empati kuruyorum.. Ben de aynısını yapardım... Hatta belki masadaki suyu alıp yüzüne atardım...

SİNAN
Yapardın di mi?

OLCAY
Bununla yaşamayı öğreneceksin Sinan... Oğlan  çocuklarından farkınız böyle zamanlarda çıkar ortaya... Yaptığın hataların cezası onlara katlanmayı öğrenmekle başlar...

Olcay Sinan’ın elini tutar ve onu yürümeye zorlar... Sinan ne diyeceğini bilemiyordur...


* Fotoğraflar: Selin Demircioğlu

15 Ocak 2012 Pazar

TÜRK SİNEMASININ “KUŞKULU” YÜKSELİŞİ

Türk sineması 2009’da 70 film vizyona soktuğunda içinde “İşte Yeni Türk Sineması!” benzeri gaza getirici cümlelerle dolu çok yazı yazıldı. Evet, 2006-8 arasında vizyon gören yerli film sayıları yılda 35-50 civarındayken bir milyon seyirciyi bulan film sayısının 4-5’i bulması sevinçle karşılanmıştı. Bu yıllarda yabancı film gişelerinde belli bir düşüş ve Türk filmleri hasılatlarında da belirgin bir yükseliş vardı. Sinemacılar geleceğe umutla bakıyordu. Duruma şüpheli bakanlar ise sadece eleştirmenlerdi... Çünkü çekilen bütün filmleri görüyorduk!  
Bir milyon seyirci sınırını aşan filmlerin büyük çoğunluğunun tıpkı Serdar Ortaç’ın pop şarkıları gibi sadece o yıl içinde kalacak filmlerden (“Hababam Sınıfı 3,5”, “Maskeli Beşler: Irak”, “Muro”, “Osmanlı Cumhuriyeti”, “Son Osmanlı: Yandım Ali” vs...) oluşması bir tarafa; genel toplam içinde ucuza halledilmiş komediler, sırtını genellikle dini hurafelere yaslayan korku filmleri, TV dizisi estetiğini geçemeyen ve şanslarını deneyen ‘ilk film’ler, romantik komedi denemeleri olan bir filmler topluluğu var elimizde...
Evet, 2009’da 70 filmin salon bulması memlekette neredeyse infial yaratmış ve bu durum gazetelerde, dergilerde araştırma ve dosya konuları oluşturmuştu. Ancak bugünden o yılın filmlerine şöyle bir yukarıdan bakınca nitelik ve nicelik arasındaki kırılmanın en çok da bu yıl başladığını söylemek mümkün. 2009’un salon bulan filmlerinde ezici çoğunluk seyirci ‘avlamayı’ hedefleyen, 200 kopya ortalamasıyla çıkış yapan, nitelikleri oldukça tartışmalı filmlere aitti. “Kadrinin Götürdüğü Yere Git”, “Türkler Çıldırmış Olmalı”, “Kanal-i-zasyon”, “Abimm”, “Süpürrr” gibi ne ‘olmadıkları’ daha isimlerinden belli komedi filmleri “Recep İvedik”in açtığı yoldan gitmeyi hedeflediler. Basit hikayeler, sırtlarına yaslanılan komedyenler, zeka eşiği düşük espriler... Önceki sene de aynı yolu takip eden “Destere”, “Çılgın Dersane”, “Avanak Kuzenler”, “Plajda”, “Nekrüt” gibi filmlerin düzeysizliğine rağmen üstelik...
2010 ve 2011 yıllarında böyle filmler artarak gelmeye devam etti... “Kutsal Damacana 2”, “Pak Panter”, “Gelecekten Bir Gün”, “Harbi Define”, “Deli Dumrul”, “Günah Keçisi”, “Şov Bızınıs” ve “Sümela’nın Şifresi” gibi tüm komedi ve mizah düzeylerini yerle yeksan eden filmlerin 150-200 kopya aralığında vizyona çıkmaları kopya başına 1.000 dolardan hesaplanınca yaklaşık 150-200 bin dolarlık bir ek bütçeye sahip olduklarını gösteriyor ki buna filmin çekimi için harcanan para dahil değil... Yani bütün bu film bolluğunun bize sağladığı en net sonuç sinemamızda para sorununun artık bir şekilde çözüldüğü. Peki sorun ne o zaman? Neden içimiz rahat değil hâlâ? Neden bu sayıları sorgulayıp duruyoruz çeşitli mecralarda?
Çünkü sistemin çok da sağlıklı işlemediğinin farkındayız. Mesele eleştirmen-seyirci beğenisinin çok üzerinde ama ne yazık ki gişe filmlerine imza atanlar bu tatminsizlik halinin sorumluluğunu ‘entel takımına’ atarak yırtmaya çalışıyorlar. Ticari amaç ve kaygılarını bu saldırılarla örtmeye çabalıyorlar. Bu yüzden son yıllarda çekilmiş, festivallerinden başarıyla dönmüş “Üç Maymun”, “Sonbahar”, “Hayat Var”, “Vavien”, “Bal”, “Çoğunluk” gibi filmleri aşağılamaya çalışıyorlar. Cümlesi, dertleri olan, Türk toplumundaki sorunları sinema sanatıyla anlatmaya çalışan filmleri hakir görüyorlar. Sanıyorlar ki en çok para harcanan filmler (“New York’ta Beş Minare”, “Anadolu Kartalları”, “Kurtlar Vadisi: Filistin”... ), ya da en çok izleyici alan komediler (“Sümela’nın Şifresi”, “Recep İvedik” filmleri, “Eyyvah Eyvah” vs...) Türk sinemasının yükselişini getirecek. Herşeyi 'para'yla, ticaretle ölçen zihniyete sahip bu sinemacılar, oyuncusundan yönetmenine zaten konuştukça onlardan "mal" diye bahsettiklerini anladığımız filmleriyle dolduracaklar ortalığı...
Oysa ‘piyasa’yı sağlıklı bir ‘sektör’e döndürecek olan şey nitelik ve nicelik arasındaki uçurumun daha kabul edilebilir bir aralıkta olması... İçi boş, ertesi günü unuttuğumuz komedi filmler de olsun tabi ama sinemayı bu kadar ticarethane gibi gören bu zihniyet bari bir de "küstah" olmasın. Sinemanın eğlence yönünün de unutulmadığı daha fazla nitelikli filmler üretebilen, çalışanlarının haklarının korunduğu, insanların ‘büyük fedakarlıklarla’ değil hakedilmiş haklarla çalıştığı, yaratıcı senaryoların projeleştirilmesine imkan verildiği bir sisteme dönüştürülmeli... TV dizilerinin verdiği tüm negatif etkilerden bir an önce arınmalı. Sinema eğitimi veren kurum ve kuruluşlar daha nitelikli hale gelmeli ve ilk filmlerini çeken yönetmenlerin bu filmlerine daha donanımlı hazırlanmaları sağlanmalı... Yoksa biz daha çok ‘tek sorunu para kazanmak değilmiş’ gibi yapan kötü mizah filmlerine, estetik ve içeriğiyle TV dizilerinin bir bölümünü bile aşamayan ‘ilk film’lere, çok para ve çok egoyla üretilmiş gişe tuzaklarına düşeriz yıllarca..        

13 Ocak 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 6

Melankoli
Dünyanın sonunu büyük, boş ve dingin bir golf sahasında karşılamak... Herşeyin anlamını yitirdiği bir zamanda çabalamak mı yoksa teslim olmak mı en yapılması gereken?
İki kız kardeş var. Biri, Justine, hayatı daha plansız, başına geldiği gibi yaşamak istiyor... Son günlerde bu hissiyatında anlaşılmaz bir artış var... Düğün gecesinde bütün korkuları, ayaklarına bir şey sarılmış da hareketini engelliyormuş hissi geliyor... Sonra da hiç gitmeyecekmiş gibi onu sarıyor, eziyor, güçsüz bırakıyor... Mutlu olmaktan/olamamaktan ya da mutsuz etmekten korkuyor sanki... Ama biliyor... dünya çok kötülükle dolu ve yaklaşan Melankoli gezegeni teğet geçmeyecek... Dünyanın sonunu getirecek... Bunu hissediyor olması onu giderek sakinleştirir, paniğini yok eder...
Diğer kardeş Claire... Hep hayatını bilinçli ve ‘doğru’ yaşamayı seçmiştir. Uçsuz bucaksız gibi görünen bir golf sahasının ortasında bolluk, dinginlik ve hep bir düzen içinde, oğlu ve kocasıyla yaşamıştır, hep de öyle yaşamak niyetindedir... Dünyanın sonuna yaklaştıkça bütün dengesi altüst olur... Bütün korkuları su yüzüne çıkar...
Melankoli gezegeniyle dünya da aslında iki farklı kardeş... Wagner'in muhteşem eseri Tristan ve Isolde'si eşliğinde, sanki birbirlerine yaklaşıyorlar... Ve Melankoli dünyayı içine alıyor...  
Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier’in muhteşem bir girizgâhla açtığı ve yine muhteşem bir finalle sona erdirdiği filmi şimdiye kadarki filmlerinin en görseli... Trier’in kendi koyduğu Dogma kurallarının en çok dışına taştığı filmi de aynı zamanda. Müzik ve efektle beslenen şairane bir tavır. Anaakım sinemasına yakın oyunculuklar ve insanoğlunun evrendeki “hiç”liği üzerine, insanoğlunun “korku”yla ilişkisi üzerine büyük bir trajedi... Melancholia uzun düğün gecesi sahnelerinin biraz uzun kalıp hafif tekrara düşmesi dışında pek bir kusur barındırmıyor... Muhteşem finaliyle de bir süre size gündelik hayatınızda eşlik ediyor... 4/5


Ejderha Dövmeli Kız 
David Fincher gibi güçlü bir sinemacıdan iyi bir çağdaş polisiye romanı ve onun daha önce yapılmış güçlü uyarlamasından daha iyi bir film çıkarmasını beklerdik. Üstelik Steve Zaillian gibi tecrübeli bir senaristle çalışıyorsa...
Evet, roman Avrupa’nın en özgür ülkesi ve halkı olarak bilinen İsveç’in böğrüne bir hançer sokuyordu. Gizli kapılar ardında kadına karşı uygulanan şiddeti deşifre eden, Avrupa burjuvazisine dokunduran sert bir romandı ve 600 küsur sayfasının neredeyse üçte birini ana karakterlerini tanıtmaya ayırıyordu. İsveç yapımı uyarlama, bu çapta bir eseri sinema için uygun bir formatta sadeleştirip, sertliğinden çok büyük tavizler vermemeye özen göstererek sunmuştu. Fincher’ın sert bir film yapma iddiası The Immigrant Song eşliğinde deri, metal ve cıva karışımı imajlarla sunulan bir video-art gösterisi gibi hazırlanan jenerikle başlıyor ama bir süre sonra hikayede yapılan kimi değişiklikler kitaba yaklaşmak yerine orijinal filmden uzaklaşmaya yönelik hamleler olarak kendisini gösteriyor. Fincher’ın filmi kendisine ana kaynak olarak kitabı değil sanki İsveç uyarlamasını alıyor ve hamlelerini onun üzerinden yapıyor. Ama bunu yaparken daha babaerkil bir bakışla yaklaşıyor karakterlerine. Özellikle de Lisbeth’e... Romandaki Lisbeth Salander karakterinin tarifine en yakın halini İsveç uyarlaması yakalamış aslında. Noomi Rapace’in canlandırdığı Lisbeth neredeyse bir ucubeyken Fincher versiyonunda kız (Rooney Mara) giyinikken daha güzel, hatta David Bowie’nin erken çağlarındaki ‘cinsiyetsiz’ güzelliğini andırıyor. Soyunduğu zaman ise bayağı güzel bir dişi çıkıyor ortaya. Fincher zaten bırakın sevişme sahnesini, Lisbeth’in tecavüze uğradığı sahnede bile bu güzelliği (İsveç filmindeki anlayışın tam tersi) bize sunuyor adeta!
Ama şu bir gerçek ki, kitabı okumamış ve ilk filmi izlememiş seyirci David Fincher’ın filmine bayılacak ve onu hayli “farklı” bir polisiye olarak algılayacaktır... 3/5
 

not: Bu yazının daha ayrıntılı versiyonu için: http://www.arkapencere.com/2012/01/13/

Zenne 
Bu filmi anlattığı hikayesinden dolayı belli bir sempatiyle izlememek neredeyse imkansız. İstanbul’da bir gece kulübünde zennelik yapan Can ve muhafazakâr bir doğulu ailenin eşcinsel oğlu, yakın arkadaşı Ahmet ile İstanbul’da bir şekilde ayakta kalmaya çalışmaktadırlar. Afganistan’da yaşadığı acı bir olay yüzünden dağılan Alman fotoğrafçı Daniel’in, Zenne fotoğrafları çekerken tanıştığı Ahmet ve Can’ın hayatına girince ayrılmaz bir üçlü oluşturuyorlar. Ancak Ahmet’in ailesinin bu mutluluğu bozacak kötü planları vardır...
Türkiye’de yaşanan “tahammülsüzlük”ün sınırları giderek genişliyor. “Nefret suçları”nın artması en iyimser bakışla bile faşizan bir topluma doğru evrildiğimizin göstergesi değil de nedir?
Zenne ana ekseninde Türkiye’nin en acı üçüncü sayfa haberlerinden birini işlerken iç içe geçen üç marjinal karakterin hikayesi de anlatılıyor. Ancak bu hikayelerin hepsinde farklı sorunlar var: Zennelik yapan Can’ın annesiyle olan ilişkisi, özellikle anneyi oynayan Tilbe Saran’ın performansı sayesinde filmin en güzel sahnelerini dolduruyor... Ancak Doğu’da savaşmış ağabey karakteri bu hikayede fazla, hatta gözümüze fazlasıyla sokulan bir ‘parmak’ adeta. Fotoğrafçı Daniel’in hikayesi ise eklektik, bu kimlikte bir hikaye için bile uzak ve fazla. Daniel hikayenin içinde ‘doğal’ duramıyor bir türlü... Belki de filmi onunla başlatmanın verdiği bir sorun bu aynı zamanda... Ahmet’in hikayesi aslında başlıbaşına bir filmi doldurmaya yetecek içeriğe ve duyguya sahip. Ama Daniel’in ve özellikle de araya ‘parça’ gibi giren Zenne danslarının bu hikayeye de zarar verdiğini düşünüyorum... 
Can ve Ahmet’i oynayan Kerem Can ve Erkan Avcı’nın performansları ise göz dolduruyor. Grafik anlamda filmin başarılı olduğunu söylemek mümkün, ama yukarıda bahsettiğim dağınıklık ne yazık ki filmin aynı etkiyle yarınlara kalabilmesine engel olacaktır...  3/5 


Demir Leydi
Sen ki hayat dolu, müzik dolu, neşe dolu bir film olan Mamma Mia'yı yapmışsın, senin Margaret Thatcher ile ne işin var ey yönetmen!! Üstelik yakın dönem İngiltere tarihinde büyük etkileri olan ve tam 11 sene başbakanlık yapan Thatcher’ın muhafazakar liberal politikası zaten başlı başına can sıkıcıyken bunu bir de bölük pörçük, parça parça anlatan bir senaryoyla sunmak da neyin nesi? Demir Leydi, sanki 6 bölümlük bir mini dizinin özet bölümü gibi... Thatcher’ın politika hayatında yaptığı önemli icraatların art arda dizildiği bir kurgusu var filmin. Thatcher’ın emeklilik günlerine gidip gelen bir omurgayı tutturan senaryo sırasıyla “Margaret mutfakta”, “Margaret aşık oldu”, “Margaret politikacı”, “Margaret savaşta” filan diye gidiyor nerdeyse...
Yeri geldiğinde evinde mutfağında bir aşçı, ülkesinin başında başkomutan (az insanın ölümüne sebep olmadı Falkland’da), kocasının en yakın destekçisi... Ama hiç doğru düzgün bir anne olamamış! Doğrusu biz de  tersini beklemiyorduk zaten pek...
Ama Meryl Streep... Bir büyücü gibi içine girdiği kadınları kendisi için yapılmış bir elbise rahatlığıyla giyiveriyor... Yine Oscar’a aday olacak ve diğer kadın adayların koltuklarında o gece büyük bir tedirginlikle oturmalarına neden olacaktır... 2/5

6 Ocak 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 5

Kurtuluş Son Durak
Sinemamızda çok da fazla rastladığımız bir tür değil “kara komedi”ler... Dolayısıyla sinema yapan kafalar hiç bu yönde çalışmıyorlar... Kurtuluş Son Durak'ın giderek dağılan bir yapıya sahip olmasının başlıca sebebi bu...
Evet, ülkemizde kadınlara uygulanan şiddet giderek bu toplumun en ciddi hastalıklarından biri oldu çıktı. Televizyon dizileri ve sinemamız buna tepki veriyor çeşitli ürünlerle. Ancak bir şey hep karıştırılıyor... kadını mağdur gösteren bu eserlerin bu soruna bir çözüm getireceğine hiç inanmıyorum ben... Mesela sürekli dayak yiyen kadınların konu edildiği diziler bence tam tersine bu durumu normalleştiriyor!
Kurtuluş Son Durak bu duruma karşı oluşan bir refleks sonucunda yazılmış izlenimi veriyor ama bunu o kadar ticari hale getirip, bir o kadar da mesaj kaygısı taşıyarak yapıyor ki...
Kurtuluş semtinde bir apartmanda bir araya gelen birbirinden ayrı sınıftan beş kadının (bir de genç kız var) erkeklerle olan sorununu ister istemez genel bir direnişe doğru yönlendirmesini anlatan film, bir süre bir Pedro Almodovar inceliğinde gidiyor gitmesine. Ama sonra film bildiğimiz Türk popüler komedi filmlerinin çıkmazına düşüveriyor. Karakterler yüzeyselleşiyorlar giderek... Onları sadece onlara hak ettikleri değeri vermeyen erkeklerin üzerinden değerlendirebiliyoruz. Bu kadınların hiçbirini tam olarak tanıyamıyoruz. Mesela Demet Akbağ’ın oynadığı ermeni kadını filmden çıkarsanız hiçbir şey kaybetmezsiniz. Nihal Yalçın iyi bir performansla metres hayatı yaşayan pavyon kadınını inandırıcı ve komik oynuyor. Ama bundan ötesi de yok karakterde. Filmin en komik karakterlerinden birini yorumlayan Asuman Dabak sadece bu işlevi yerine getiriyor o da çoğunlukla oyuncunun kendi çabasıyla gerçekleşiyor. Belçim Bilgin filmin en çok tanıyabildiğimiz karakterini, Eylem’i, canlandırıyor. Bir de genç yetenek Damla Sönmez belli bir genç kız tipolojisini çıkarmayı başarıyor. Mete Horozoğlu’nun canlandırdığı sarhoş apartman sakini ise o kadar yetersiz ki... Bir silüet olarak var filmde sanki... 
Kurtuluş Son Durak başladığı gibi ilerlemeyen, mesaj vereceğim paniğiyle yazılmış zorlama bir finale doğru giderken birkaç güzel esprisiyle eğlendiren ama vermeye çalıştığı mesajı da yüzüne gözüne bulaştıran bir film olmuş. Zulüm gören kadınların bunlara sebep olan adamları birer birer ortadan kaldırmalarını mı tavsiye ediyor film? Eylem "onlardan en iyi intikamımız inadına ayakta durmak ve iyi yaşamak’la olur" derken tam tersini yapan kadınları izliyoruz film boyunca. O zaman bu filmin mesajı ne? Ve neden illa bir mesaj vermek zorundasınız ki? Ya da bunu neden bu kadar dillendirmek ihtiyacındasınız? Çünkü ben bu şiddetin sorumlulularının değil böyle apaçık mesajlardan ders alacaklarını, top atsanız duymayacaklarını düşünüyorum... 2/5


Karanlık Saat
Bu senenin kötü filmler listesine daha ilk haftadan bir tane ekledik mi ne... Karanlık Saat, Moskova’ya bir iş görüşmesi için giden iki internet girişimcisi ve iki tane de tatil için gelmiş genç kızı bir araya getiriyor önce. Bunların hepsi genç Amerikalı ve herşeye tepeden tepeden bakmaktadırlar. Zaten girişimci gençler onlardan önce davranan İsveçli bir başka girişimci tarafından kazıklanırlar. Aynı günün akşamı hepsi aynı barda bir araya gelmesinler mi? Üstelik o gece de uzaylılar tarafından büyük bir istila başlamasın mı?
Elektrik dalgalarından beslenerek görünmez olmayı başarabilen bu uzaylılara karşı Amerikalı gençler büyük bir hayatta kalma savaşı verirler.
Eskiden uzaylı istilası filmleri bir şeyler anlatırlardı. Tek derdi bu, insanlardan çok çok üstün olan uzaylıları nasıl yeneceğiz değildi... Rus ABD ortak yapımı filmin herhangi bir alt okumasını yapmak beyhude bir çaba. Çünkü bomboş! Ama Gece Nöbeti (Nightwatch),  Gündüz Nöbeti (Daywatch) ve Wanted gibi filmlerinden tanıdığımız Rus yönetmen Timur Bekmambetov’un yapımcılığından görsel yanı daha güçlü bir film beklerdik... O da yok ne yazık ki...  1/5

Tutku Günlükleri
Senelerdir çekilmeye çalışılan bir Hunter S. Thompson romanıdır The Rum Diary. Hunter S. Thompson hayatı boyunca zararlı bütün alışkanlıkları denemiş, kökeninde gazetecilik olan ama az eser üretebilmiş iyi bir yazardı. 1960’larda yazmaya başladığı ama 98’de ancak yayınlanabilen romanı The Rum Diary'de 1960’lardaki Porto Rico’nun politik karmaşasında gerçek gazetecilik yapmaya çalışan alkolik bir gazetecinin hikayesini anlatır.
1980’lerde daha aktif bir sinemacı olan Bruce Robinson’ın uyarlama filmi biraz uzun olup son çeyreğinde biraz yalpalamasının dışında iyi bir film. Porto Rico’ya gelen Paul Kemp’in turistik adalardaki değerli doğa harikası toprakları aralarında bölüşen bürokrat ve zenginlerin arasına düşmesi ve onlardan birinin güzel sevgilisine aşık olmasını izlediğimiz filmde Kemp’i canlandıran Johnny Depp’in her zamanki gibi karakterine kattığı ‘değer’, karşısında güzelliği ve yeteneğiyle yeni nesil bir Sharon Stone gibi duran Amber Heard, yan karakterlerin birinde de akılda kalıcı bir performans çıkaran Giovanni Ribisi adeta parlıyorlar... Filmde olan biten bütün dağınıklığı biraz da hoşgörmek lazım... Çünkü kafası neredeyse 24 saat iyi olan birinin elinden çıkma ve ana kahramanının da öykü boyunca çok az ayık dolaştığı bir film bu sonuçta. Terry Gilliam’ın çektiği ve Hunter S. Thompson’ın bizatihi hikayesini anlattığı Vegas’ta Korku ve Nefret’te (Fear and Loathing in Las Vegas) de bu durumun en uç halini izlemiştik ne de olsa... 3/5