Eleştirmenin Not Defteri

24 Mayıs 2015 Pazar

OFLU HOCA'YI ARAMAK ve TOMORROWLAND

Nihayet farklı bir komedi!
Malum, ülke sinemasının filmlerinin yüzde 90’ı memlekette bütün olan bitene karşı üç maymunu oynamakta. Birkaç tanesi hariç komedi filmlerin neredeyse hepsi suya sabuna dokunmayan sulu komediler. Oysa bir zamanlar ne komediler vardı ki ülkedeki pek çok toplumsal sorunu mizahla yoğurup unutulmaz taşlamalar yaptılar: “Zübük”, “Kibar Feyzo”, “Faize Hücum”, “Değirmen”, “Züğürt Ağa”, “Muhsin Bey” vs. Sermayenin el değiştirmesi, ekonominin giderek iç tüketime ve inşaata bağlanması, çevreye verilen zararın maksimum düzeye ulaşması ve ‘yeni zengin’lerin yarattığı görgüsüzlükler aslında zengin ve sert eleştiriler barındırabilecek mizah malzemeleri sinema için.
Buralardan beslenen hikayesiyle “Oflu Hoca’yı Aramak”, ülkemizde pek de sık rastlamadığımız bir komedi film türü olan ‘sahte belgesel’ (mockumentary) türünde bir komedi. Bir inşaat şirketinin sahibi olan Ali Bey’in (tabi ki Ali Ağaoğlu'na yapılan yerinde bir gönderme!) sponsorluğunda Karadeniz’in gizemlerini araştıran bir belgesel ekibinin araştırdığı ilk konu; internete küfürlü ses kayıtları düşen ve merak edilen Oflu Hoca’dır. Ekip üyeleri Karadeniz bölgesinde Oflu Hoca’yı ararken enteresan olaylarla karşılaşırlar. Silahlara çok meraklı olan ve bu merakı inanılmaz boyutlara taşıyan köylüler, HES’lere karşı örgütlenen genç kampçılar ve kız kaçıran ayılar bunlardan bazılarıdır! Yolculuğun yarısından itibaren Ali Bey'in genç sevgilisi de ekibe katılır üstelik... 
“Oflu Hoca’yı Aramak”, kapitalizm karşıtı duruşuyla vurucu, ince mizahıyla son derece etkili ve çok eğlenceli bir film. Eğlencenin zirvesini ise HES’i protesto eden gençlerle devlet yetkililerinin karşılıklı oturdukları sahne oluşturuyor. Sürprizi bozmak istemem ama bu sahnede kafayı bulan otoritenin bir anda kafalarındaki bütün zincirleri nasıl da kırdıklarını izlerken gülmekten karnınız ağrıyabilir!
Sadece bir iki yerinde biraz daha ekonomik olsa (mesela silah kullanan köylülerin lansmanı) ve son perdedeki ayılı kısımda, film boyunca korunan ince espri düzeyi kaba komediye doğru kaymasa daha iyi olacakmış.
Amatör oyuncular ve yetenekli genç tiyatroculardan kurulu oyuncu kadrosu tam da böyle bir filmde olması gerektiği gibi oynuyorlar. Komik bir durumun içinde değillermiş gibiler sanki. Hani bazı durumlarda içinde kaldığınız komik durumların farkında olmazsınız ya, tümüyle o ifadelerle oynamaktalar ki bu da hiç kolay değildir özellikle de fazla film tecrübesi olmayan oyuncular için...!
Şimdiye dek yapılmış en muhalif komedi filmlerimizden biri olan “Oflu Hoca’yı Aramak”ı farklı bir komedi filmi izlemek isteyenlere tavsiye ederim... 3,5/5

Oflu Hoca’yı Aramak
Yönetmen: Levent Soyarslan
Oyuncular: Yaşar Kalyoncu, Adem Yılmaz, Ergun Karamik, Burak Saraçoğlu, Taies Farzan
100 dakika








İyi düşün, iyi olsun!
 “Yarının Dünyası”nın çok çocukça bir hipotezi var: Geleceği kötü düşünürsen, karamsar olursan gelecek de kötü olur. Ama iyi şeyler düşünüp, geleceğe toz pembe bakarsan gelecek de güzelleşir... 
Bu kadar kötülüğün arasında iyi şeyler düşünmeyi başardın diyelim, düşündüğünle kalmaz mısın? “Yarının Dünyası”nda kalmıyorsun. Küçük bir kız gelecekten gelip seni buluyor. Senin gibi özel insanları arayıp buluyormuş zaten yıllardır da. Hatta daha önce bulduğu iyimser, hayal güçleri yüksek, kafası çalışan elit insanlar paralel evrende süper bir dünya kurmuşlar zaten!
1960’larda daha çocukken o dünyaya girip çıkmış bir dahi olan Frank (George Clooney) ve günümüzde yaşayan iyimser bir genç kız olan Casey’nin yolları onları bir araya getiren küçük kız sayesinde kesişir ve birlikte “Tomorrowland”e gitmeye çalışırlar, dünyanın kötü kaderini tersine çevirebilmek için... Peşlerinde de birtakım silahlı adamlar vardır...
Filmin teknolojisi, prodüksiyon tasarımları, efektleri görüntüleri her şeyi çok parlak. Ama mesajlarını fazla dillendiren, adeta parmak sallayarak anlatan bir dili var filmin. Hikayesini daha heyecanlı bir maceraya dönüştürmek konusunda da zaafları var üstelik. Yer yer bir eğitim filmine dönüşüyor (araya bir kola markası için gizli reklam yapmayı da ihmal etmiyor ama), bazen de “Geleceğe Dönüş” (Back to the Future) filmleri gibi eğlenceli olabilecekken, tutuyor sanki kendisini yönetmen Brad Bird. Dağınık yapısı ve derdini zevksiz bir kibirle anlatmaya soyunan senaryosu filmin ayağındaki bir pranga sanki... Bu senaryoyu çocuk izleyicilerin de takip etmekte zorlanacakları ve edebilseler bile çok da keyif alamayacakları da bir gerçek... 
Filmin içinde yer alan az miktardaki eğlenceli detaylar da arada kaynayıp gidiyor maalesef. Mesela bol Star Wars göndermeli bilim-kurgu dükkanı filmin bütünü içinde ayrı ve hoş bir bölüm oluşturuyor sanki. 
George Clooney'nin ve Hugh Laurie'nin varlıkları filme olağanüstü bir şeyler katmıyor açıkçası. Genç oyuncu Britt Robertson ise filmdeki karakterden daha büyük gösteriyor sanki. Nitekim sonraki hafta kendisinin başrolde olduğu bir aşk filmi de vizyona giriyor... Ama filmin akılda kalıcı performansı zaman içinde iyimser dahileri bulmakla görevli olarak dolanan Athena adlı küçük kızı canlandıran Raffey Cassidy. 
Brad Bird, iyi animasyon filmler çekmiş bir yönetmendi. “Demir Dev” (The Iron Giant), “İnanılmaz Aile” (The Incredibles) ve “Ratatuy” (Ratatouille) türünün önemli ve iyi örneklerinden bazıları olmuş kalıcı filmlerdi. Bird'ün animasyondan 'live action' filmlere geçişi ise "Görevimiz Tehlike" (Mission Impossible) serisinin dördüncü filmiyle gerçekleşmişti... O filmde de bir senaryo sıkıntısı vardı ama ciddi bir yönetmenlik sorunu yoktu ve bir aksiyon filmi olarak kendisini kurtarıyordu. Anlaşılan Bird'in animasyon senaryolarına bakışı ve yaklaşımı diğer filmlerden daha sağlıklı... 2,5/5     

Yarının Dünyası
Tomorrowland
Yönetmen: Brad Bird
Oyuncular: George Clooney, Hugh Laurie, Britt Robertson, Raffey Cassidy, Tim McGraw

130 dakika

18 Mayıs 2015 Pazartesi

ÇILGIN KALABALIKTAN UZAK ve AŞK UĞRUNA

İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Thomas Hardy, eserlerinde Viktorya dönemi İngilteresinden taşra manzaraları aktarır ve özellikle de kadın karakterlerine gerçekçi ve derinlikli gözlemlerle yaklaşırdı. Hardy, “Tess” ve “Jude” gibi son derece güçlü filmlerle sinemaya uyarlanmış eserlerinde olduğu gibi, “Çılgın Kalabalıktan Uzak”ta da hikayenin merkezinde Bathsheba adlı genç bir kadının güçlü portresini çıkarmakta. Bathsheba 19. yüzyılın İngiltere kırsalında kendi küçük evinde yaşayan, yalnız ama bağımsızlığına düşkün bir genç kadındır. Yakınındaki küçük çiftliğin sahibi Gabriel ondan etkilenir ve ona evlilik teklif eder. Ancak 1800’lerin son yıllarını yaşayan İngiltere’de ciddi bir kast sistemi vardır. Aynı sosyal sınıftan olmayanların birliktelikleri toplum tarafından hoş karşılanmaz. Daha sonra yaşanan gelişmeler de Bathsheba’yı bir anda varlıklı hale getirirken Gabriel’i de basit bir çobanlığa indirir. Yani birlikte olmaları yine imkansızdır. Zaten Bathsheba da kendisine yeni hayranlar edinmiştir. Ama o içlerinden en olmayacak kişiyi seçer kendisine koca olması için...
Bathsheba’nın hikayesini tecrübeli yönetmen Thomas Vinterberg önceki filmi “Onur Savaşı” (The Hunt) gibi çok şık çekmiş. Viktorya dönemini anlatan pek çok filme göre daha canlı renkler, parlak ışıklar kullanmış. Ana karakteri gibi enerjisi yüksek görüntüler yakalamayı hedeflemiş. En azından Bathsheba’nın evliliğine kadarki kısmında bütün bunlar hikayeye doğru hizmet ediyor. Ancak senaryo özellikle bu evlilik meselesinden sonra biraz fazla hızlanıyor. Film en başta ele almaya soyunduğu sosyal eleştiriyi (kast sistemi, kadının ataerkil toplumdaki yeri, bağımsız kadının erkek dünyası üzerindeki etkisi vs.) filmin ikinci yarısına taşımaktan vazgeçiyor sanki. Bir yerden sonra Bathsheba’nın Gabriel ile yaşadığı ve yıllara yayılan inişli çıkışlı duygusal ilişkisine odaklanıyor daha çok.
Yine de “Çılgın Kalabalıktan Uzak” akıcı bir dram. Aynı çizgiyi senaryo yüzünden filmin sonuna kadar koruyamasa da Carey Mulligan filmin ilk yarısındaki Bathsheba’da mükemmel. Yıldızı giderek parlayan Belçikalı genç oyuncu Matthias Schoenaerts da gayet başarılı... 3,5 / 5 

Çılgın Kalabalıktan Uzak
Far From The Madding Crowd
Yönetmen: Thomas Vinterberg
Oyuncular: Carey Mulligan, Matthias Schoenaerts, Michael Sheen, Juno Temple, Tom Sturridge, Jessica Barden
119 dakika







Ve "Suite Française"
1940, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Fransa’ya iyice yaklaştığı günlerde küçük bir Fransız kasabasında, kocasını askere göndermiş Lucile, kayınvalidesiyle birlikte yaşamaktadır. Lucile kayınvalidesinin baskısı altında sıkıcı günler geçirmektedir. Nazilerin kasabaya gelişiyle bütün düzen de altüst olur. Kasabanın belli başlı evleri artık işgalci Alman subaylarını mecburen ağırlamak zorundadır. Lucile ve kayınvalidesinin oturduğu büyük eve de Bruno adlı bir nazi subayı gelir. Bruno vicdanlı, sanatçı ruhlu, kibar ve yakışıklı bir adamdır. Lucile genç adamdan etkilenir. Gizliden gizliye bir ilişkiye yelken açsalar da gelişmeler olayları daha gerilimli bambaşka bir yere doğru sürükler.
“Aşk Uğruna” çok zarif başlıyor hikayesini anlatmaya. Ancak bir yerden sonra Lucile ve Bruno’nun hikayesine gerilim katmak için bu zerafeti yaralıyor senaryo. Lucile’in Bruno’ya ilgi duyması için kocasının kötü bir sırrını öğrenmesi mi gerekiyor illa ki? Bruno dışındaki Alman askerlerinin tümden kötücüllüğü artık biraz fazla klişe olmaya başlamadı mı? İşgal altındaki Fransız kasabalıların birbirleriyle olan çekişmeleri de yüzeysel, olayların akışını tümüyle değiştiren Benoit adlı köylünün hikayesi de biraz zorlama gibi duruyor. Orada küçük bir köyde çiftçilik yapan Benoit'nın Paris'te tanıdığı direnişçiler filan varmış, oraya giderse bir şeyler yapabilirmiş!
Kristin Scott Thomas'ın her zamanki gibi şahane bir performansla canlandırdığı kayınvalide ise bir süre sonra tümüyle resmin dışına çıkıyor neredeyse... Oysa aynı evin içinde belli bir süre yaşamak zorunda kalan üç farklı konumdaki kişinin hikayesi durduğu yerde zengin bir malzemeyken film buna sürekli yeni gerilimler üretmeye çalışıyor.  
Ama “Aşk Uğruna” yine de belli bir düzeyde ilgiyle izleniyor. Özellikle Michelle Williams ve aynı haftanın diğer filmi "Çılgın Kalabalıktan Uzak"ta da karşımıza çıkan Matthias Schoenaerts arasındaki kimyanın bunda etkisi büyük. Son yılların güzel ve dikkat çekici oyuncusu Margot Robbie’nin de küçük bir rolü var filmde. 3/5

Aşk Uğruna
Suite Française
Yönetmen: Saul Dibb
Oyuncular: Michelle Williams, Kristin Scott Thomas, Matthias Schoenaerts, Margot Robbie, Ruth Wilson, Eric Godon, Sam Riley
107 dakika

16 Mayıs 2015 Cumartesi

MAD MAX: FURY ROAD

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sevilirdi “Mad Max” filmleri. Yıllardır yenilenmesi gündemdeydi. Sonunda bu sene görkemli bir filmle geri döndü yolların savaşçısı!

Avustralya çöllerinde çekilen 1979 tarihli, bizdeki adıyla ilk “Çılgın Maks” filmi sinemalarımıza ikincisi oynadıktan tam bir yıl sonra, 1984 sonunda gelmişti. Film gelecekte medeniyetin sona erdiği kıyamet sonrası dünyada, hayatta kalanlar arasında geçen bir intikam hikayesiydi. Polis memuru Max karısı ve çocuğunu katleden bir çetenin peşine düşüp kanlı bir mücadeleye girişiyordu. 
Açıkçası Avustralyalı aktör Mel Gibson’ı tanıtması dışında sıradan hikayesiyle sadece iyi bir seyirlik olarak hafızlarda yer edinmekteydi. Ama bizde “Yol Savaşçısı” olarak da bilinen ikinci film, aynı gelecekte dünyada çok nadir bulunan petrolün peşine düşmüş grupların ortasında kalan Max’in doğru tarafın yanında durmasını konu ediniyordu. Kurduğu tekinsiz atmosferle, aksiyon sahneleri ve ritmiyle türünün başarılı örneklerinden biriydi. Üçüncü filmse kadrosunda ünlü Amerikalı şarkıcı Tina Turner’ı barındırması dışında pek de etkili bir hamle içermiyordu. "Mad Max"in yaratıcısı Avustralyalı yönetmeni George Miller çok fazla film çeken bir yönetmen değil. Nitekim ikibinli yıllarda çektiği “Neşeli Ayaklar” (Happy Feet) animasyonlarının ardından en az 20 yıldır hayal ettiği yeni “Mad Max” filmini nihayet geçen yıl üstelik 7 aylık bir set süresiyle çekebildi.
Hollywood pek çok eski seriyi yeniden canlandırma sevdasında bu yıllarda. ‘Yeniden çevrimler’ ya da ‘yeni baştan başlatılan’ seri filmlerin içinde bu yeni “Mad Max” ışıl ışıl parlayacak yıllarca. Zaten daha en baştan fragmanlarıyla, afiş görselleriyle dikkat çeken filmin estetik doyuruculuğu yıllardır izlediğimiz türdeş filmlerin katbe kat üzerinde. Hikaye olarak da ikinci filmin devamı gibi görünüyor daha çok. Başta su olmak üzere kısıtlı kaynaklara hükmeden bir topluluğun lideri Ölümsüz Joe’nun alıkoyduğu ve damızlık olarak kullandığı genç kızları, onun en güvendiği yardımcılarından biri olan savaş kamyonu sürücüsü Furiosa kaçırır. Ölümsüz Joe zıvanadan çıktığı adamlarıyla ve elindeki tüm araçlarla kamyonun peşine takılır. Bu vahşi konvoyun içinde, kanından istifade edilmek üzere zincirlenmiş yalnız bir savaşçı esirleri de vardır. Bu esir Max’den başkası değildir...
Aksiyon sinemasında bir zirve!
Faşist bir lider olan Ölümsüz Joe’nun gözlerini yalan yanlış bilgilerle boyadığı savaşçı cemaatine karşı insanlığın ve masumiyetin korunması mücadelesi bu. İyiler bir şekilde uzaklara kaçıp kendilerine bilinmeyen yeni topraklar aramak yerine zor olanı, kayıplar vereceklerini bildikleri halde kötülüğün üzerine gitmeyi seçiyorlar. Ama bu yeni “Mad Max”in en büyük özelliği tek adamın kahramanlığına yaslanmayan modern bir aksiyon filmi oluşu. Daha filmin fragmanından itibaren hissettiğimiz eşitlikçi yaklaşım filme de damgasını vuruyor. Hep Max’le birlikte ilerleyen hatta zaman zaman Max’in de önüne geçen kahramanlıklar yapan bir kadın karakterin yani Furiosa’nın varlığı ve hikayede, onları sadece döllenecek mülk olarak gören vahşi erkeklerden kaçırılan genç kadınların varlığı (üstelik onlar sadece yardıma muhtaç kurbanlar da değiller), filmi ‘feminist’ bir raya oturtuyor. Aksiyon filmlerindeki erkek bakışına alışkın seyircinin biraz şaşıracağı bir tercih bu. Zira filme adını veren kahramanımız Max, filmin ilk aksiyon blokunda orada olmasına rağmen büyük kısmında etkin değil, çünkü zincirlerle bağlı bir 'mağdur' kendisi. Filmin ortalarında çok önemli bir engeli onun sayesinde aşıyor kahramanlarımız ama Max’in bunu nasıl yaptığını da göstermiyor bize film. Tanıdık ve klişe bir 'heroizm'den özellikle kaçınıyor film... Finaldeki büyük kapışmada da beklediğimiz darbe Max'tan değil Furiosa’dan geliyor daha çok... Ama Max’in bu hali çok da memnun bırakıyor bizi yine de. Çünkü ‘tek kişilik ordu’ klişesi artık bu kadar çok süper kahraman filminden sonra iyice bayatladı.

Gözleri boyanmış intihar savaşçıları...
Diğer yandan Ölümsüz Joe'nun etrafında kümelenmiş "yarı-doğmuş"ların adeta efsunlanmış olarak "Valhalla"ya ulaşmak için intihar saldırılarını göze almaları bize radikal islam terör örgütlerini de hatırlatmıyor değil. Biliyorsunuz Valhalla da İskandinav mitolojisinde kahraman savaşçıların ölünce gittiği kutsal topraklar, bir nevi cennettir. Ölümsüz Joe'nun beyinlerini yıkadığı adamlar cennete ulaşmak için Furiosa'nın kamyonuna intihar saldırıları düzenlemekteler yol boyunca. Bu topluluğun, kadınları sadece 'anne' ya da köle olarak görmeleri de yukarıdaki konjonktüre denk gelen detaylardan biri. 
Furiosa'nın kaçırdığı, Ölümsüz Joe'nun haremindeki (!) kızların 'bekaret kemeri' takmaya zorlanmış olmaları ve onların özgür olur olmaz bu kemerlerden kurtulmalarıyla başlayan bir başkaldırı öyküsü bu aynı zamanda. Hikayenin 'feminist' fitilini ateşleyen bir detay. 
Ezilenlerin, yoksulların ve 'çirkin'lerin egemenliğine karşı bir duruş. Tabi burada eleştirilecek olan tek bir şey var: iyilerin güzel kadınlar (ve illa ki beyaz elbiseler) ya da güzel bakan yaşlı kadınlar ile yakışıklı erkekler olmasına karşılık kötülerin de hepsinin sadece ruhen değil fiziksel olarak da 'çirkin'leştirilmiş olmaları... Bu hiç vazgeçilemeyen bir Hollywood numarası... Furiosa'nın tek kolunun olmaması da en başta bir deformasyon gibi gözükse de onu mağdur konumuna getiriyor ve onu daha çok sevmemize neden oluyor aslında. 
Filmin Avustralya çöllerinde çekilen son derece hızlı aksiyon sahneleri ise izleyenleri kendisine hayran bırakacak kadar güçlü. Sert ama vurucu müzikler eşliğinde, sürekli hareket eden araçlar üzerinde birbirleriyle kıyasıya mücadele ediyor iyiler ve kötüler. Bu sahnelerdeki dublör işçilikleri ve yaratıcı fikirler ise tek kelimeyle mükemmel. Bilgisayar müdahelerinin bu kadar ‘az kullanıldığı hissi’ni veren başka film de yoktur son zamanlarda. Hollywood'un usta görüntü yönetmenlerinden John Seale'nin tablo gibi görüntüleri filmi sinemada izlemeyi zorunlu kılıyor. "Kaçırırsam da DVD'de, Blu-ray'de izlerim" gibi fikirlerden uzak tutun kendinizi... 
Tom Hardy Max rolünde gözle görülür bir tevazuyla oynuyor. Sadece sevdiklerini kaybetmiş bir adam olması dışında pek bir bilgimizin olmadığı karakteri yine de bakışları, sesi ve vücut diliyle doldurabiliyor. 
Furiosa rolünde güzeller güzeli Charlize Theron’u da güçlü bir kadın karakteri ‘erkekleşmeden’ ama kadınlığını da öne çıkarmadan çok iyi dengelenmiş bir performansla izliyoruz. Theron'un gözüktüğü her sahnede karakterinin duygusunu gözlerinde taşıyor olması onu benzer filmlerin kadın performanslarından ayırıyor doğrusu. Hikayenin ortasında keskin bir dönüş sergileyen Nux rolünde genç oyuncu Nicholas Hoult da akılda kalıcı olmayı başarıyor.  
Filmdeki tüm karakter tasarımları, kostümlerinden, makyajlarına kadar ince ince düşünülmüş, kafa yorulmuş çalışmalar. Araba ve araç tasarımları da da steampunk ve punk kültürlerinin çok başarılı bir karışımı... Filmin prodüksiyon tasarımı en az çekimleri kadar uzun sürmüş olmalı...
Muhtemelen önümüzdeki yıllarda üç tane daha “Mad Max” filmi izleyeceğiz. Onların nasıl olacağını bilemiyoruz tabi ama çok sağlam bir başlangıç yapıldığı kesin...  4,5/5  

Mad Max: Fury Road
Yönetmen: George Miller
Oyuncular: Tom Hardy, Charlize Theron, Nicholas Hoult, Hugh Keays-ByrneJosh Helman, Nathan Jones, Zoë Kravitz, Rosie Huntington-Whiteley
120 dakika

15 Mayıs 2015 Cuma

BURAK GÖRAL'IN KİTAP RAFI - 2

KATEDRAL – Raymond Carver (Can Yayınları)
Bu senenin en çok konuşulan filmlerinden biri, Oscar’lı “Birdman”in senaryosuna ilham kaynaklığı yapan ve filmde de adından sık sık bahsedilen Amerikalı usta öykücü Raymond Carver’ın trajik bir hayatı olmuş öyküleri de ölümünden sonra değer kazanmıştı. Carver’ın hikayeleri genellikle alt-orta sınıf insanların dünyalarına giriyor. “Katedral” adlı bu öykü kitabında da “Küçük, İyi Bir Şey” ve “Nereden Aradığım” gibi ödüllü (ve çok güzel) öykülerinin yanısıra benim yine çok beğendiğim “Ateş” ve “At Başlığı” gibi enteresan hikayeleri de bulunuyor. Carver’ın hikayelerinde bir John Fante, biraz Kafka hatta biraz da Cehov tadı almak mümkün. Öykü okumaya meraklıysanız seveceksiniz...

HANEKE HANEKE’Yİ ANLATIYOR (Everest Yayınları)
Avusturyalı usta sinemacı Michael Haneke’yle yapılmış upuzun söyleşiyi içeren, her sinemaseverin ya da bu sektörde çalışanların/çalışacakların mutlaka okumaları gereken şahane bir kitap bu. “Piyano Öğretmeni”, “Ölümcül Oyunlar”, “Beyaz Bant”, “Saklı ve “Aşk” gibi başyapıt denebilecek filmlerle dolu kariyerini açık yüreklilikle ve bilge fikirleri eşliğinde anlatıyor. Filmlerini sevenler için heyecanlı bir polisiye roman gibi adeta. Görsellerle de desteklenmiş, o kadar akıcı bir söyleşi ki bu soluk soluğa okuyor ve pek çok konuda aydınlanmanıza rağmen, Haneke filmlerinin o rahatsız edici atmosferini de soluyorsunuz bir yandan. Kaçırmayın! 

OKUNMASI GEREKEN 501 KİTAP (İş Kültür Yayınları)
“501 Kitap”ın en iyi özelliği önerilen kitapların Türkiye’de basılıp basılmadıklarını da içeren bilgisiyle türlerine göre ayrılmış olmaları. Çocuk edebiyatı, klasik edebiyat, tarih, anı, modern edebiyat, bilimkurgu, polisiye ve seyahat alt başlıklarında yüzlerce değerli kitap var. Arada çok sürpriz öneriler de mevcut. Özellikle modern edebiyat ve polisiye kategorilerinde bir sürü ‘gizli hazine’ var. Tabi yabancı kaynaklı bir seçki bu; Yaşar Kemal de yok Orhan Pamuk da. Onun için yine İş Kültür Yayınları’ndan çıkan Fethi Naci’nin hazırladığı “100 Yılın 100 Türk Romanı” derlemesini de öneririm.



HAYATIMIN FİLMLERİ – François Truffaut (Alfa Yayınları)
Dünya sinema tarihine damgasını vuran yönetmenlerden, Fransız yeni dalga sinemasının en sevilen yönetmenlerinden biri olan François Truffaut, yönetmenlik yapmadan önce film eleştirmenliği yapıyordu. Bu kitap da onun, filmler ve yönetmenler üzerine çeşitli tarihlerde kaleme aldığı yazılarından oluşturduğu şahane bir sinema kitabı. Truffaut yazılarında Hitchcock, Bergman, Kubrick, Godard, Bresson, Welles gibi sinema tanrılarının filmlerine zaman zaman detaycı yaklaşımlarla değiniyor. Bazen de sevdiği filmleri tek tek ele alıyor. Bu has sinemaseverlerin bayılacağı kitabın her sayfasından da sinema aşkı fışkırıyor.


GENÇ BİR DOKTORUN ANILARI – Mihail Bulgakov (İş Kültür Yayınları)
Daha önce “Bir Köy Doktorundan Öyküler” adıyla basılan bu eser, şimdi yeni baskısıyla, aslına en uygun haliyle raflarda. Stalin döneminin baskılarından çokça nasiplenen bir yazar olan Bulgakov’un yazar olmadan önceki doktorluk tecrübelerinden oluşturduğu hikayeler, çok çarpıcı tıbbi deneyimler içeriyor. Bulgakov henüz 23-24 yaşlarında yeni mezun bir doktorken,  yoksul ve cahil kalmış taşra halkının her türden sağlık problemlerini çözmek için nasıl çalıştığını samimi ve akıcı bir dille, acı-tatlı bir üslupla anlatıyor hikayelerinde. Kitaptaki dokuz hikaye de hiç sıkıcı değil ama bazıları sağlam mide istiyor doğrusu.  
 
BİR ELİN SESİ VAR  - Anthony Burgess (İş Kültür Yayınları)
“Otomatik Portakal”ın yazarı Anthony Burgess’ın biraz gözardı edilmiş romanı “Bir Elin Sesi Var” ilk defa 1961 yılında yayımlanmış. Burgess’ın “Otomatik Portakal” romanındaki gibi çok sade ve eğlenceli dili romanı bir çırpıda bitirmenize neden oluyor. TV’deki bir bilgi yarışmasında sadece fotoğrafik bir belleği olduğu için büyük para ödülünü kazanan işçi sınıfından bir genç ve onun güzel karısının değişen hayatını anlatan kitap yoğun bir pop kültür eleştirisi aynı zamanda. Çok büyük bir zenginlik elde eden çift, bu parayla nasıl yaşayacaklarını bulamadıkları gibi, dünyanın yoz yüzüyle de bir anda tanışıyorlar. Hiçbir şeyden zevk alamaz bir hale düşüyorlar...   

DİJİTAL VIDEO İLE SİNEMA – İlker Canikligil (Alfa Yayınları)
İlk kez 2007 yılında basılan bu kitap genç sinemacı adaylarına bir kılavuz kitap niteliğinde adeta. Kısa filmleriyle de bilinen ve konusunda çok başarılı bir akademisyen olan İlker Canikligil’in yazdığı kitabın bu yenilenmiş baskısı son derece doyurucu. Dijital sinema konusu hem teorisine hem de tekniğine girmekten çekinmeyen bir üslupla enine boyuna işleniyor ve üstelik doğru ışık kurmaktan, iyi kurgu yapmaya kadar pratik bilgilerle donatıyor okuyucularını.

YILDIZ GEZGİNİ - Jack London (İş Bankası Kültür Yayınları)
Birçok eseri sinemaya ve televizyona uyarlanmış olarak Amerikalı yazar Jack London’ın hayalperest romanı “Yıldız Gezgini” herhalde çok yüksek bir bütçeye ihtiyaç duyulduğundan bugüne kadar ne film ne de dizi olabilmiş. Oysa çok enteresan, hikaye içinde hikayeler barındıran bir konusu var. Darrell Standing adlı bir adam bir Amerikan hapishanesinde çok ama çok ağır koşullarda mahkumdur. İşkenceler ve günlerce süren hücre cezaları arasında bazı zihinsel taktikler geliştirerek acı içindeki bedeninin dışına çıkıp tarihin başka dönemlerindeki geçmiş yaşamlarına geri dönebilmektedir! Reenkarnasyona ve maceraya meraklıysanız keyifle okuyabileceğiniz bir roman...