Eleştirmenin Not Defteri

27 Şubat 2012 Pazartesi

OLCAY'IN VEDASI

Bazen bazı filmler öngörülen sürelerinden uzun olabilirler... Bu da bazı sahnelerin kurgu masasında çıkarılmasını gerektirir... Bu çıkartılan sahnelerin filmde olmaması senarist, yönetmen ve oyuncular kadar orada emeği geçen herkesin canını yakar... Ben de "Beni Unutma" filminin yazarı olarak bu sahnelerden bazılarını filmin sevenlerine bu blogda sunmak istedim... Bu sahnelerin çekilmiş videoları elimde yok... Ama yazılmış halleri duruyor... Rahat okunabilecek haliyle birkaç tanesini "DOLU HAYAT"ta paylaşmak istedim...

 

Çıkarılmasına en çok üzüldüğüm sahne bu olmuştu… Olcay’ın hastalığının iyice ilerlediği ve artık bilincini iyice yitirdiği bu sahne onun sağ gözüktüğü son sahneydi… Son günlerinde ona Hakan bakıyordu ve bütün krizleriyle o başa çıkmaya çalışıyordu. Sinan ve Hakan da birbirleriyle didişmeyi bırakmışlardı artık… İkisi de Olcay’ın son zamanları olduğunun farkındaydılar…
Bu sahneyi Olcay’ın oğluyla vedalaşması olarak tasarlamıştım. Çok fazla duygusal bir sahneydi ve açıkçası biraz da “acaba bu kadarı da fazla kaçar mı?” diye endişem de yok değildi… Ama Olcay’ın kafamdaki vedası tam olarak bu sahneydi. Sonraki video sahnesinde ise bize umut versin, “boşuna ölmedi” dedirtsin istiyordum…

KESİLMİŞ SAHNE - 7

ÇOCUK PARKI      (Dış-gün)

Parkta oyunlar oynayan çocukları seyreden Olcay ve Hakan bir bankta yanyana oturuyorlar… Elinde fotoğraf albümüyle banka doğru yürüyen Sinan’ı görürüz…
Sinan banka gelir… Hakan’la selamlaşır… Hala mesafelidirler ama düşmanlık azalmış gibidir… Hakan’ın alnında bir morluk vardır…

HAKAN (Sinan’ın alnına baktığını görünce)
Bu sabah çok kötüydü… Bana vurdu biraz… Önemli değil…

Hakan kenara çekilir… Sinan Olcay’ın yanına oturur… Karısını yanağından öper… Elindeki fotoğraf albümünü açar. Karısıyla çekilmiş fotoğraflarını birer birer gösterir ona….

SİNAN
Biz tam 8 yıl önce Haziran’ın 8’inde tanıştık… Bu barda.. Sonra ben sana yine bu barda evlenme teklif ettim…

Sinan fotoğraftaki barı gösterir…

SİNAN
Tam burda tanıştık… Ben o zaman biriyle evlenmek üzereydim. Ama vazgeçtim… İyi kızdı… Ama çok uygun değildik… Sen de çok üzgündün o gün… Başını böyle burdaki bara kapatmıştın. Yüzün görünmüyordu. Telefonun çalıyordu… Açmıyordun.. Ben “pardon” dedim… Sen başını kaldırdın… Öyle güzeldin ki… Daha o an aşık oldum…

Sinan daha fazla devam edemez… Karısına döner… Yavaş yavaş dudaklarına yaklaşır… öper… Bir an tanıyormuş gibi bakar ona Olcay… Gülümser ona… Sinan da gülümser. Olcay eliyle Sinan’ın alnındaki saçları düzeltir… Sonra gülümsemesi solmaya başlar yavaş yavaş… Elini indirir… donuklaşır tekrar…

Sinan başını eğer… Belli ki bu her gün yaşanan bir şeydir…

Hakan’ın gözü biraz ötede bir şeye takılır… Sinan o tarafa döner… Türkan Hanım ve Can banka yaklaşıyorlardır…

HAKAN
Hoşgeldin Can…

Can (8 yaşındadır) yaklaşır annesine…

CAN
Anne?

Olcay bir an gözlerini ona çevirir… Gülüp gülmediği belli değildir… Sonra tekrar gözlerini parka diker… Can üzülmüştür… Hatta küser… Sırtını döner…


TÜRKAN HANIM
Yapma oğlum… Anneciğin seni çok seviyor…

CAN
Sevseydi konuşurdu… Hiç konuşmuyor benimle… Hiçbir zaman da konuşmayacak…

SİNAN
Can…

Can babasına doğru döner… Sinan Can’ın ellerini ellerine alır…

SİNAN
Onun dediklerini nasıl anlarsın biliyor musun? İyice yaklaşıp gözlerinin içine bakman lazım… Ben öyle yapıyorum. Gözlerimi onun o derin gözlerine dikiyorum… Orada küçük bir yıldız parlıyor sanki… İşte onu görünce… Anlıyorum ne dediğini…

CAN
Ne diyor peki babacım?

SİNAN
“Seni çok seviyorum... Ve hep çok seveceğim” diyor…

Can annesine yaklaşır… Gözlerini diker annesinin gözlerine… Olcay bir ara bakar oğlunun gözlerine… Gözleri birbirlerine çok benziyordur… Herkes merakla bakıyordur olacaklara… Olcay bir an güler gibi olur… Can başını sallar… sarılır annesine… Sinan da ikisine birden sarılır… Kamera banktan uzaklaşmaya başlar…

 * Fotoğraflar: Selin Demircioğlu

OSCAR - KIRMIZI HALI NOTLARI

1. Her türlü kırmızı halı yayınını sunan sunucular bana hep biraz salak görünüyorlar. Zorlama bir samimiyet, abartılı bir heyecan fırtınası... Abuk sabuk sorular ve soğuk espriler...
2. Milla Jovovich bir kere göründü uzun süre twiter’da top trendy oldu... Bu kadar da “kadın” diye inlenir mi ey twitter erkekleri... Milla’nın en güzel yerlerini (bacaklarını) kapatan bir elbiseyle görünmüş olmasına rağmen...
3. George Clooney smokinle doğmuş gibi... Pierce Brosnan da böyle bir adamdı... Bir de öyle samimi ve mutevazı görünüyor ki, nasıl sevilmesin...
4. Michelle Williams kırmızı elbisesi ve kısacık saçlarıyla yine çok dikkat çekici. Ama çok heyecanlıydı kesinlikle... Sanki kısa saç da o kadar yakışmamış gibi geldi bana...
5. Rooney Mara (Ejderha Dövmeli Kız) güzel bir kız ama bir şey var onda insanı iten... Ne olduğunu bulunca söyleyeceğim...
6. Jessica Chastain nereden çıktı? Bir anda çıkıverdi. “Hayat Ağacı” ve “The Help”de gördük ama 2 yılda 11 film çekmiş... nasıl bir anda bu kadar önemli filmde oynadı? Ama kıyafeti güzeldi ve çok da çekici görünüyordu... Kırmızı Halı’nın en güzel elbisesi ve en güzel kadınlarından biriydi... Fotoğrafta görüyorsunuz...
7. Emma Stone (The Help) zaten kızıl bir kız bir de kıpkırmızı giyinmiş kırmızı halıda! Tekerleme gibi oldu... 

8. Evet Brad Pitt’in saçları çok çabuk uzuyor...
9. Angelina Jolie aday filan değil ama nasıl oldu da gecenin en bekleneni oldu? İşte PR ve strateji... Hatta marka yönetimi... Kadın gerçekten işi biliyor...
10. Sandra Bullock’a bir durgunluk gelmiş... Böyle biraz yaşlanmış gibi... Nerede o “Speed”deki pozitif enerji...
11. Jennifer Lopez ve Penelope Cruz tam yaşlarını taşıyan olgun ve güzel “kadın” elbiseleri giymişler... Şarap gibilerdi...
12. Her sene Kırmızı Halı’yı izlerken hep aynı cümleyi illa ki kurarım bir kaç kere: “Sandra Bullock, çekil oradan...!”
13. Natalie Portman muhteşemdi... Aynı anda zarif, seksi ve sempatik olabilmek... Az şey değil...  

20 Şubat 2012 Pazartesi

SEN BEN

Eğer sen olsaydın ben...
Seni düşünür müydün
                       benim seni düşündüğüm kadar...
Sen, beni sevseydin
                       benim seni sevdiğim kadar...
Sen, sen olabilir miydin ki
                       benim sen olabildiğim kadar... 

Burak Göral 
Ekim - 1997 / Denizli


17 Şubat 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 11

FETİH 1453
Hani resmi tarih cümlesi vardır: “İstanbul’un fethi Ortaçağ’ı kapatıp Yeniçağ’ı açmıştır” diye.. Gerçekten de öyle bir olaydır “İstanbul’un fethi”. Avrupa’nın tarihini ve dolayısıyla dünyanın tarihini değiştirmiştir, daha ne olsun...!
‘Türk sinemasının en pahalı filmi’, hatta ‘en uzun metrajlı’ filmi ve ‘en uzun sürede çekilen filmi’ ünvanlarını alan Fetih 1453, ‘Türk sinemasının en çok kazanan filmleri’nin yapımcısının yönetmenliğiyle geldi karşımıza. Ancak ne yazık ki bütün bu iddialara karşılık daha en başından senaryoyla ve hikaye anlatımıyla ilgili sorunları var filmin...
Sultan Mehmet’in tahta geliş hikayesi daha en baştan oldukça caziptir. 1444 yılında babası II. Murat tarafından politik bir hamle için 12 yaşında tahta çıkarılan ama iki yıl sonra yine babası tarafından tahttan indirilen Sultan Mehmet daha bu yönüyle diğer padişahlardan ayrılır. Çünkü 1451’de babası ölünce yeniden tahta çıkar ve daha önceki indirilişinin yarattığı küçük çaplı bir travmayla başetmek zorundadır. Daha o yaşlarda Konstantinopolis’i almak konusunda bir takıntısı vardır. Askerlik ve politika konusunda kendisini çok geliştirmiş, zeki, dindar, bilim ve sanata düşkün, tam bir diplomat zekasına sahip bir komutandır. Babası II. Murat’ın tedbirliğinin aksine inadıyla bilinir. Sultan Mehmet tahta ikinci oturuşundan itibaren gözünü ‘büyük fetih’e çevirir.
Film bize bu bir paragraflık özeti bile doğru düzgün veremeden başlıyor. Fatih’in tahta çıkışı ve sonrasında neredeyse bir – birbuçuk saat boyunca Bizans İmparatoru Konstantinos ile elçiler aracılığıyla yaşadığı politik çekişmeye saplanıyor film. Bu sahneler görsel efektlere boğulmuş, ‘green-box’ teknolojisiyle çekildiği her haliyle belli olan sahneler. Gerçek tek bir mekana rastlamak neredeyse mümkün değil. Bütün arka planlar sonradan eklenmişler ve harcanan onca para ve ekipmana rağmen efekt olduklarını belli edercesine ‘titriyorlar’... Kötü adam gülüşlü Bizanslılar sofralarında –tabi ki- domuz yiyorlar ve yanlarında buldukları yarı çıplak kadınlara yumuluyorlar bir yandan da...
Fatih’in psikolojisine çok az dalan bir anlatım var ilk yarıda. Abartılı bir rüya sahnesiyle geçiştirecek bir durum değil halbuki bu adamın ihtirası... Ama film kendi kahramanının psikolojisini neredeyse hiç önemsemiyor ve kamerasını ona her çevirdiğinde onu etrafındakilere sert veciz sözler söylerken yakalıyor. Yönetmen Aksoy hikayenin ‘duygu’sunu gerçekliği hâlâ kesin olmasa da varlığına yoğun bir şekilde inanılan Ulubatlı Hasan ve savaşın gidişatına yön veren Macar topçu ustası Urban’ın gerçekliğinden hiç emin olunmayan manevi kızı Era’yla yaşadığı aşkında arıyor. Filmin hikayesine ‘parça’ gibi giren bu ‘kurgu hikaye’  filmin ritmini de zorluyor. Filmin ritmini zedeleyen bir başka tarafı da seyircinin izlemek için pek de yanıp tutuşmadığı ama İmparator Konstantinos’un sıkışmışlığını anlatan Ortodoks kilise ile Vatikan arasındaki sürtüşmeyi gösteren sahneler. Hikayenin odak noktalarının doğru tespit edilememesinin sonuçları bunlar. Ulubatlı Hasan’ı bize Malkoçoğlu gibi gösterip Hollywood’vari bir hamleyle onu İtalya’dan takviye gelen komutan Giustiniani ile savaştıran film hiç olmazsa hikayenin bu tarafında dramatik bir zirve yakalamayı başarıyor.

Ama filmde sevdiğim şeyler de var... Bunları da madde madde sıralayayım:
1 - Devrim Evin'i kendisine açılabilen alanda yaptıkları için beğendim... Keşke daha iyi sahneler yazılsaydı ona...
2 - İbrahim Çelikkol'u bir aksiyon oyuncusu olarak beğendim... Bu filmden sonra yurt dışında yürüyebilecek tek oyuncu olacaktır...
3 - Fetih öncesi binlerce askerin namaz kıldığı sahneyi çok beğendim... Bu gerçek bir olaydır ve neresinden baksanız etkileyicidir...
4 - Bazı kalabalık savaş sahnelerini beğendim... Ama daha iyi tadı çıkarılabilecek o kadar güzel detaylar harcanmış ki, üzüldüm...
5 - Büyük Şahin topunun ilk göründüğü ve ilk ateşlendiği sahneyi beğendim... O heybeti veriyordu... Gemilerin taşındığı sahneyi de beğendim ama küçük bir detaymış gibi sunuldu. Ne öncesi var ne sonrası... Halbuki savaşın seyrini değiştiren bir olaydır... O gemilerin suya inişini bile göremedik... 2/5
MUPPETS
Çocukluğumun en güzel TV anılarını barındıran Muppet Show'un pek çok sinema ve video filmi yapıldı zamanında. Epey bir süredir Muppet’larla ilgili bir ürün vermeyen Hollywood sonunda onları hatırladı... Neyse ki projeyi kadir kıymet bilebilecek yeni nesil mizahçılara bırakmışlar. Başrol oyuncusu Jason Segel’in yazım ekibinde olması filme çok şey kazandırıyor belli ki. Segel’ın eski bir Muppet Show seyircisi olduğu herşeyiyle belli. Hollywood’un şu sıralar sıkça vurguladığı ve kendisini iyiden iyiye hissettiren “eskiye özlem” duygusu ise bu filme de yansımış. Nitekim son bir gösteri için bir araya gelmeye çalışan Muppet’ları bir araya getirmeye çalışanlar da eski tarz bir ilişki yaşayan saf ve çocuksu genç bir çift sonuçta... Jason Segel ve Amy Adams da bu çifti başarıyla oynamışlar...
Filmin müzikal olması ve dans koreografileri de hep bu bakışı yansıtmakta. Nitekim o hep özlediğimiz ve bir türlü içine düştüğü açmazdan çıkamayan Miss Piggy – Kermit ilişkisinin geldiği nokta, soğuk espri makinesi Ayı Fozzie’nin Muppet sonrası düştüğü acıklı hal ve tabi Gonzo’nun bir iş adamı olarak portresi... bunlar çok güzel buluşlar ve eğlenceliler... Ve son gösteri sırasında yapılan skeçler... özellikle de berber dörtlüsünün Nirvana’nın “Smells Like Teen Spirit” performansı... Çılgın davulcu “Animal”ın göründüğü her sahne... Bütün bunlar filmin çok eğlenceli sahneleri... Ama bu kadar da değil. Jack Black, Alan Arkin, Zach Galifianakis ve Emily Blunt gibi konuklarıyla da ilgi çeken film müzikleriyle de akılda kalıcı olmayı başarıyor. Filmin “yeni” Muppet kahramanı Walter’ın kendini bulma hikayesi de çok anlamlı bir mesaj sunuyor, özellikle de çocuklara... Jason Segel ile Walter’ın beraber seslendirdiği “Man or Muppet” şarkısına bayıldım mesela... Tek negatif eleştirimse şu: “Muppet Show”un daha bir sürü komik malzemesi vardı. Uzay domuzları, doktorlar, İsveçli aşçı ve bilimadamıyla yardımcısı “mi mi!”... Filmde bu malzemelerden daha da faydalanmak mümkündü...
The Muppets filmine çoluk çocuk gitmenizi ve keyifle arkanıza yaslanıp kendinizi onların dünyasına teslim etmenizi tavsiye ederim...  3,5 / 5

İşte size "Man or Muppet" şarkısının da klibi: 

HAKAN VE SEVDA

Bazen bazı filmler öngörülen sürelerinden uzun olabilirler... Bu da bazı sahnelerin kurgu masasında çıkarılmasını gerektirir... Bu çıkartılan sahnelerin filmde olmaması senarist, yönetmen ve oyuncular kadar orada emeği geçen herkesin canını yakar... Ben de "Beni Unutma" filminin yazarı olarak bu sahnelerden bazılarını filmin sevenlerine bu blogda sunmak istedim... Bu sahnelerin çekilmiş videoları elimde yok... Ama yazılmış halleri duruyor... Rahat okunabilecek haliyle birkaç tanesini "DOLU HAYAT"ta paylaşmak istedim...

Hakan alışveriş merkezinde Olcay’ı görmüştür… Zaten aradan geçen yıllara rağmen Olcay’a karşı hâlâ bir şeyler hisseden Hakan mutsuzdur… Olcay’ı görmek onu daha da kötü etkilemiştir… Bir şeyler yapmak istiyordur bu konuda… Aklına Sevda gelir ve onu arayıp Olcay hakkında bilgi almaya karar verir... 
Bu sahnede Hakan'ın Olcay'a hâlâ yoğun bir duygusu olduğunu vermek istedim. Hakan'ın filmin kötü adamı olmadığını göstermek istiyordum... Bu sahne o yüzden önemliydi... Kenan Ece de Hakan'ı çok iyi oynadı... Ona gerçekten istediğim duyguyu tam olarak verebildi. Ama ne yazık ki filmin uzunluğu yüzünden atılan bir sahne oldu bu... Hakan'ın son kurguda çıkarılan bir iki sahnesi daha var... Onları da yakında burada paylaşacağım... Hiç olmazsa filmi çok sevenler ve bu siteyi takip edenlere ulaşmış olur bu sahneler... 

KESİLMİŞ SAHNE - 5

HAKAN EV (İÇ – GECE)

Müzik setinde hüzünlü bir şarkı çalıyor… Hakan’ın morali çok bozuk… Sehpanın üstünde içkisi… Tüm sehpaya yayılmış fotoğraflar… Fotoğraflarda Olcay var… Hakan onlara bakıyor… İçki kadehini alıp bir yudumda devirir… Sonra telefonunu alır önüne… Telefon rehberini açar… Sevda’nın numarasını bulur….

AÇIKHAVA  (DIŞ – GECE)

Sevda deniz kenarında Kaan’la yanyana bir bankta oturuyordur… Sessiz ve durgunlardır… (Bira içiyorlar) Sevda başını Kaan’a yaslamış… Üzgün gibidirler… Sevda’nın telefonu çalar… Sevda doğrulur ve telefonu açar…

SEVDA
Alo?... Hakan?

HAKAN EV / AÇIKHAVA    

Hakan ayaklarını sehpaya dayar sakin bir ses tonuyla konuşmaya başlar…

HAKAN
Naber Sevda?

SEVDA
Ne oluyor Hakan bunca yıl sonra?

HAKAN
Biz iyiydik Olcay’la be Sevda… Dertsizdik tasasızdık… Ne güzeldi herşey…

SEVDA
Konuya gelebilir misin?

HAKAN
Mutlu mu Olcay? Mutlu gibiydi… Bir dinginlik, bir huzur vardı yüzünde… Biz beraberken de en başlarda öyleydi… Sonra sonra neşesini yok ettim kızın… Ama çok güzel görünüyordu yine geçen gün…

SEVDA
Rastlamışsınız evet… Herkesin yeni bir hayatı var artık…

HAKAN
Benim hariç…

SEVDA
Niye? Sen halinden gaaayet memnundun…

HAKAN
Bu ülkede hata yapmayan tek bir adam söyle bana… Bir tek ben miyim sevdiğini üzen… Eşek gibi pişman oldum… Yüzlerce kez af diledim … Zayıf bir anıma yenildim. Bunu yaşayan tek erkek ben miyim? O yanındaki adamdan daha mı az seviyordum ben Olcay’ı sanıyorsun? Niye bu kadar yalnız bırakıldım?!

SEVDA
Sarhoşsun sen… Sabaha iyileşirsin merak etme… Yeni kadınlara yelken açarsın yine… Kapatmak istiyorum…

HAKAN
Kapatma bir dakka…

SEVDA
Arama bir daha… Hiç çekemeyeceğim sayıklamalarını… 
Sevda telefonu kapatır…

HAKAN EV

Hakan Sevda’nın telefonu kapattğını ilk başta anlayamaz…

HAKAN
Sevda yapma… Nasıl şu an? Benden bahsetti mi hiç? Ha? Alo? Alo? Sevda? Aaaahhhh…

Telefonu fırlatır bir yerlere… Kafasını iki elinin arasına alır oturduğu yerde…

* Fotoğraflar: Selin Demircioğlu
 

14 Şubat 2012 Salı

NEREDE O ESKİ “ROMANTİK KOMEDİ"LER?

Eskiden romantik komediler Meg Ryan’dan sorulurdu... Hepimiz onun o kısacık sarı saçlarına, sıcacık bakan gözlerine ve çocuksu ifadesine dalar giderdik. Sevgililerimiz, kız arkadaşlarımız bizi ondan asla kıskanmazdı. Onu zararsız görürlerdi çoğu, çünkü onlar da çok severerek izlerlerdi onu... Meg Ryan sinemada erkeklerden dürüstlük, romantizm, duygusallık ve sonuçta düzgün bir ilişki arayan, bunu talep eden kadın tipinin en güzel en idealize edilmiş örneğiydi... Oyunu kurallarına göre oynardı. Kimsenin erkeğine göz dikmez, erkeğinden de sadakat ve sevgi dışında bir şey istemezdi...
Ondan önceki kuşak için Doris Day neyse, 90’ların gençleri için Meg Ryan oydu. 1989 yapımı Harry Sally ile Tanışınca filmiyle bu ‘pota’ya giren Ryan 1998’deki Mesajınız Var'a kadar dolu dizgin herkesin içini ısıtan “iyi hisset” filmlerinde esas kadın oldu... Sonra bu "persona"dan sıkıldı ve başka türden filmlerde rol almak istedi... Bu hevesi kursağında kaldı ne yazık ki... Seyirci ona hep aynı şarkıyı söylüyordu inatla: "Hep böyle kal"...
Çünkü Meg Ryan erkeklerin sevme ve koruma içgüdülerine, kadınların da içlerindeki masum kadını bulma ve çevrelerindeki adamlardan düzgün ilişki çıkartma dürtülerine (ve arzularına) karşılık geldi...
Jennifer Lopez, Julia Roberts, Jennifer Aniston gibi popüler kadın oyuncuların da zaman zaman denedikleri bu pembe ve içinde tek bir kez bile “fuck” kelimesi geçmeyen steril rom-kom’lar, kuşkusuz 2000’lerde bir parça şekil değiştirecekti... Ama doğrusu türün en azılı hayranları bile bu kadar büyük bir değişim beklemiyordu...
Şimdi Meg Ryan’ın yerine Katherine Heigl’ı enjekte etmeye çalışan Hollywood, Grey’s Anatomy adlı doktor dizisinde keşfettiği bu hoş fizikli yeni sarışını aynen Meg Ryan’ın temsil ettiği kadın tipine doğru itelemekteler. İlk kez Gerard Depardieu’nun kızı olarak Kahraman Babam filminde daha henüz bir ergenken dikkatimizi çeken Heigl 2005’te izlediğimiz Kaza Kurşunu (Knocked Up) adlı romantik komediyle bu rollerin kadını olduğunu ispatladı... 
Aslında değişim de en çok Kaza Kurşunu gibi filmlerle başladı... Bol alkollü bir gecede bir oldu-bitti sonucunda Heigl’ın canlandırdığı güzel ve tam bir Doris Day-Meg Ryan karışımı olan genç kadın; salaş, şişman ve porno meraklısı abazan bir adamla (Seth Rogen) yatar. Beklenemeyen hamilelik onları durup dururken bir “çift” yapar... Bir Meg Ryan filminde olabilecek bir durum muydu bu Allah aşkına!?
2000’lerin romantik komedilerinde “yatmak”, “sevişmek” gibi ifadeler artık sadece o bildiğimiz argo kelimeyle ifade edilir oldu. Mesela yine Heigl’ın Gerard Butler ile başrolü paylaştığı Kadın Aklı Erkek Aklı (The Ugly Truth) filmindeki küfür ve argo oranı inanılmazdı... Heigl’ın karakteri bizim normalde “odun” diyebileceğimiz bir adamla aşk yaşamak zorunda kalıyordu... 
Genellikle orta yaşa yaklaşan ve evlilik, ya da düzgün bir ilişki için geç kaldığı hissine kapılmış sevilesi kadınları oynayan Heigl biraz da 2000’lerin bekar kadınlarını fazlasıyla temsil etmiyor mu? Onun ve hemcinslerinin oynadığı rom-kom’lar biraz aynı kapıya çıkmaya başladı artık: “Öyle eskinin kibar, sadık, sevecen salon erkekleri pek kalmadı... Adam gibi bir adam istiyorsan önce onu biraz büyütmen lazım kızım...!”
Öncülüğünü Sex and the City dizisi yapan ‘seks arkadaşlığı’ kavramının peşine düşen erkek ve kadınlar artık bu filmlerin finallerinde bu ‘hayal’lerinden vazgeçip bir limana demir atmak zorunda kalmıyorlar mı? neredeyse herkesin nefret ettiği Bağlanmak Yok (No Strings Atteched), görmezden gelinen Arkadaştan Öte (Friends With Benefit), eğlenceli bulunan Çılgın Aptal Aşk (Crazy, Stupid, Love.) gibi romantik komediler artık değişen ilişki kavramları içinde yeni bir ‘mutlu model’in yakalanabileceğini bize söylüyorlar sanki... Utanç'ta (Shame) düzgün ilişki kuramayan, kurmaya çalışınca cinsel iktidarını kaybeden seks bağımlısı Brandon’ın dramı 2000’lerin bekar erkeklerinin rüyalarının sonu gibi... İyisi mi birer Katherine Heigl bulmalı... Yaşı hafif geçkin, hem etine dolgun hem de düzgün, prezantabıl bir kadın... 
Peki kadınlar ne yapacak? Onlar da biraz ‘öküz’ olmasına katlandıkları, hâlâ ‘daha fazla ne kadar kadınla yatabilirim’ güdüsüyle sağda solda dolanan adamları eğitmeye çalışacaklar bir süre... Eee her erkekten bir George Clooney ya da Brad Pitt çıkarmak kolay değil... Bir bakmışsınız ki Ashton Kutcher çıkmış!! Ama ne yazık ki artık ona da razı olanlar var...    
Acaba Katherine Heigl'dan bir Meg Ryan çıkartmak mümkün mü?

11 Şubat 2012 Cumartesi

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 10

SÜRÜCÜ (Drive)
"Sürücü"nün en çekici tarafı belli bir sinemasever kitlenin o çok sevdiği yalnız, melankolik ve az konuşan kahramanı... Sürücünün yalnızlığındaki vakur duruşunda ve saklı  duygusallığının ardında sinemanın o eski kahramanlarını hatırlatan tatlar var. İletişim kurma konusundaki sıkıntıları yüzünden karşılaştığı ölümcül sorunlarda içinde yatan saklı şiddeti de açığa vuran 'isimsiz' kahramanımız bu özelliği ile bize uzakdoğu filmlerindeki karakterleri de hatırlatmıyor değil. Mesela Acı Tatlı Hayat'taki (A Bittersweet Life) Sun-woo gibi...
Kuzey Avrupalı yönetmen (belli ki oralarda ciddi bir ‘serpilme’ var son yıllarda) filmi 80’ler havasında çekerek bu melankoli duygusunu sinematografik olarak da besliyor. Bin kere filan izlediğimiz bir hikayeyi (darda kalmış bir kadına kendiliğinden yardım eden ve sonrasında ona aşık olan ama bu yüzden de başı ciddi belaya giren yalnız kahraman) sanki ilk kez izliyormuşuz gibi izlettirmeyi başarıyor bize doğrusu... Michael Mann’in Thief'i ya da Paul Schrader’in Amerikan Jigolo'su veya Miami Vice dizisinin sağlam bir bölümü gibi akan hikayede özellikli bir giyim tarzıyla etiketlenmiş (akrep desenli mont) trajik kahramanını,  mavi tonlarla donanmış yarı loş bir Los Angeles atmosferi, zaman zaman hareketi bölen ama gerilimi arttıran Sam Peckinpah ağır çekimleri ve sinemada uzun zamandır kullanılmayan elektronik müzik 'sound'ları (Tangerine Dream’i ya da Avrupa kökenli elektronik müzik gruplarının Goldfrapp, Röyksopp müziklerini hatırlatıyor) eşliğinde takip ediyoruz...   
Ryan Gosling emin adımlarla geleceğin büyük aktörleri katına doğru tırmanıyor şüphesiz. Carey Mulligan’ın ise her ne kadar fiziğinden ve duruşundan pek hazzetmesem de Beni Sakın Bırakma (Never Let Me Go), Utanç (Shame) ve Sürücü gibi iyi filmlerde hiç de fena olmayan performanslar çıkardığını kabul etmekteyim... 4/5

MARILYN İLE BİR HAFTA (My Week With Marilyn)
Marilyn Monroe Laurence Olivier ile birlikte başrolü paylaştığı Prens ve Şovkızı (The Prince and the Showgirl) filminin Londra’daki çekimlerinde bütün film ekibini zaman zaman büyülemiş, bazense kızdırmış, ama sette çalışan bir genci de kendisine aşık etmiş... Bu genç Marilyn'in sorunlarına duyarlı yaklamını nedeniyle ünlü yıldızla belli bir seviyede bir arkadaşlık yaşamış... Bu film de bu gencin yıllar sonra bu anılarını yazdığı kitabından uyarlanmış..
Film çekimlerinin paralellinde Monroe’nun değişken ruh hali ve iç dünyasının çalkantısına eğilen bir senaryoya sahip Marilyn ile Bir Hafta. Marilyn’in iç dünyasını anlatabilmek ne bu filmin ne de bir sürü başka filmin harcıdır doğrusu... O dünyanın en özel kadınlarından birisidir ve onu tamı tamına anlatabilen herhangi bir eser daha henüz ortaya çıkarılabilmiş değildir... Dünya döndükçe de onun hayatına bir yıl, bir ay ya da bir hafta bile girebilme şansına sahip olmuş herkesin “izlenim” kitaplarından filmler üretilecektir... Biz bunları izleyerek ya da okuyarak Marilyn fotoğrafının ancak küçük bir bölümünü görebiliriz... Ama yine de Marilyn ile Bir Hafta iyi bir ‘seyirlik’ sunuyor bize. Sıkılmadan kendisini izlettiriyor... Efsanevi yıldıza saygıyla yaklaşıyor ve onu incitmemeye çalışıyor... Bu bile az bir şey değil... 
Açıkçası ben Marilyn Monroe’nun görsellerinin kitap kapaklarında, reklam kampanyalarında kullanılmalarına itiraz etmekteyim... Bu fikirlerimden dolayı filme de önyargılı başladığımı itiraf edebilirim. Ancak filmi izleyince Michelle Williams’ın Marilyn performansının hiç de fena olmadığını ama Kenneth Branagh’ın Laurence Olivier performansını da eşsiz bulduğumu söyleyebilirim. Her iki oyuncu da Akademi’den hak ettikleri adaylıkları aldılar... 3/5

DUYGULARIN RENGİ (The Help)
Amerikan sinemasının zaman zaman “Bir Zamanlar Güneyde” filmlerinden biri... Amerikanın ırkçılık konusundaki en dirençli bölgesi Güney eyaletlerinde geçen ayrımcılık karşıtı insan hikayeleri her zaman belli bir ilginin odağı oluyorlar...
Bir romandan uyarlanan Duyguların Rengi'nin gücü insan duygularına odaklanmış hikayesinden geliyor. 1960’ların Missisippi’sinde evlere hizmetçi olmak dışında başka bir seçenek bırakılmış siyah kadınların çalıştıkları evlerde yaşadıkları ayrımcılığın yüreklere dokunan hikayesi iyi yazılmış ama biraz fazla düz bir senaryo eşliğinde birbirinden samimi oyuncu performanslarıyla süslenmiş. Yönetmen Tate Taylor da sınırları hiç zorlamamış. Bu dokunaklı hikayeyi alabildiğinde rengarenk anlatmış, köşelerini bile yumuşatarak daha garantici olmayı seçmiş. O tarihlerde yaşanan bu tip olayların bu kadar pembe ya da pastel yaşanmadığına biz bile buralardan emin olabiliriz... 
Yine de yönetmen Taylor’ın sıradan ve hatta standart yönetmenliğine rağmen özellikle Viola Davis ve Octavia Spencer’ın sıcak ve gerçekçi performansları sahneleri adeta bir boy yükseltiyor. 3/5

DÜŞMANI KORURKEN (Safe House)
Tabi ki Düşmanı Korurken, Yine bu hafta vizyona giren Köstebek (Tinker Tailor Soldier Spy) gibi konunun felsefesine içerden bir bakış atmak yerine kıyısından dolanıp mevzunun aksiyon ve heyecanına kapılmayı tercih eden bir film.
Cape Town’da CIA’in ihtiyaç zamanı kullanılabilecek ‘güvenli ev’lerinden birinde tam bir yıldır ‘sıkıntıyla’ bekleyen ve bir gün saha ajanı olmayı hedefleyen genç ajan Matt Weston için büyük gün gelmiştir... CIA’in taraf değiştirmiş ajanı Tobin Frost, Cape Town’da kendi isteğiyle ele geçirilmiştir ve hemen orada Matt’in sorumluluğundaki ‘güvenli ev’de sorguya çekilmelidir. Ancak sorgu sırasında gizemli bir grup tarafından yapılan kanlı baskın sırasında Matt riskli bir karar alır ve Tobin’i oradan kaçırır... Tobin, Matt’i altedip kaçmayı amaçlarken, Matt de bu zeki ve tecrübeli ajanı CIA’e teslim etmeye çalışır. Peşlerindeki suikast timi de nereye gitseler onları bulacak güçtedir... Herkes Tobin’de olduğu ortaya çıkan bir ‘dosya’nın peşindedir...
Tobin’in elindeki bu dosya değil filmin derdi... Biz aslında genç bir ajan olan Matt’in uyanışını ve akıllanışını izliyoruz en çok. Matt Weston en başta teşkilatın küçük gördüğü, herşeyin düzgün çalıştığına inanan ‘naif’ bir ajan... Ama Tobin’in sorumluluğunu almak zorunda kalışıyla bambaşka bir kadere doğru ilerliyor. Bir nevi ‘gözü açılıyor’. Açıkçası film de zaten tam bu yola girince cazibesini yitirmeye başlıyor... Nitekim oldukça gergin, stilize ve neredeyse sağlam bir korku filmi entrikasıyla başlayan film, kendi pisliğinden bile malzeme çıkartıp pazarlama konusunda iyice ustalaşan ‘sistem’in bildik ‘filmlerde de olsa arınmak mümkün’ temalı örneklerinden birine dönüşüyor giderek... Ama Denzel Washington’ı hele bir de böyle bir rolde izlemeyi özlemişiz yine de...  3/5

KÖSTEBEK (Tinker Tailor Soldier Spy)
Soğuk savaşın en harharlı döneminde geçen bir John Le Carre romanından daha soğukkanlı başka bir ajan romanı bulabilmek mümkün mü? Bir zamanlar TV dizisi olarak da TRT’de gösterilen aynı hikaye ülkemizde hatırı sayılır bir izleyici kitlesine sahipti. Hikayesi karışık ve ağırdır... Çünkü hikayenin aksiyon tarafından çok zeka ve (olabildiği kadarıyla) duygu kısmıyla ilgilenir roman... 
Köstebek de aynısını yapıyor. Gir Kanıma (Let The Right One In) filmiyle gönlümüzü kazanan Tomas Alfredson yine çok estetik ve incelikli bir film çıkarıyor önümüze. İngiliz istihbaratının giyimine, stiline, konumasına dikkat eden ajanları 70’lerin koyu soğuk savaş zamanında birbirlerinin ama bir yandan da başka ülkelerin kuyularını kazıyorlar... Onlar 'sistem' tarafından verilmiş yetki ve güçleriyle ulusların kaderleriyle oynarlar... Bunu yaparken "kalp"lerini dinlemezler ya da dinlemez gözükürler... Köstebek'te bize gösterilen ajanların kalplerini gizlemek için ne kadar büyük çabalar harcadıklarına şahit olacaksınız... 
Bütün bu kaotik günlerin içinde Smiley aralarındaki 'köstebek’i bulmak zorundadır. Bu görev sinema tarihinin en romantik cinayetlerinden (!) biriyle sonuçlanacaktır üstelik... 
Köstebek'te birbirinden iyi oyunculuklar izliyoruz ama Gary Oldman’ın incelikli ve usul usul, ekonomik bir tavırla ele aldığı Smiley’i izlemek gerçekten meraklısı için büyük bir keyif... Ama Oldman'ın dışında BBC dizisinde Sherlock Holmes'u başarıyla canlandıran Benedict Cumberbatch, Mark Strong ve Tom Hardy de dikkat çekiyor... Filmde yaklaşık 10-15 dakikalık yer işgal eden 70’lerin İstanbul’u sahneleri ise gerçekten çok başarılı... Son jeneriğinde İstanbul ekibinin kalabalıklığını görünce zaten anlıyoruz bu başarının sebebini...
Gir Kanıma ve Dövüşçü (The Fighter) filmlerininde görüntü yönetmenliğini yapan Hoyte Van Hoytema’nın işçiliğine ise laf yok... 4/5

JACK VE JILL (Jack And Jill)
Al Pacino’yu bu filmde, kötü yazılmış bu senaryonun içinde öyle cıvık hareketler yaparken izlemek öyle büyük bir acı veriyor ki tarifi yok bunun...
Reklam yönetmeni Jack, bir türlü anlaşamadığı ve de pek sevmediği ikiz kız kardeşi Jill’in ziyaretini kısa kesmeye çalışır ama Jill erkek kardeşinin yanında epey bir vakit geçirmek niyetindedir. Bu arada Jack bir Dunkacino adlı (!) bir çöreğin reklamı için Al Pacino’yu ikna etmek zorundadır... Al Pacino da meğer öyle boş ve öyle dangalak bir hayat yaşamaktaymış ki bu Jill adlı kaba saba kadına aşık oluverir... Ama Jill Al Pacino’dan hiç hoşlanmamıştır vs vs...
Al Pacino ve Robert De Niro’nun kariyerlerinin son filmleri böyle mi olacaktı? De Niro’ya nispeten alışmıştık da Pacino’nun son yıllarda De Niro’yu geçercesine kötü film seçme merakına ne diyeceğiz? Para mı? Efsanevi bir isime sahip olmanın getirdiği bir sorumluluk yok mu? Osuruk sesleriyle dolu, Adam Sandler’ın saçma sapan esprilerine sırtını dayayan bu son derece kaba komedide Al Pacino’nun ne işi var? 1/5

7 Şubat 2012 Salı

OLCAY'IN KRİZİ

Bazen bazı filmler öngörülen sürelerinden uzun olabilirler... Bu da bazı sahnelerin kurgu masasında çıkarılmasını gerektirir... Bu çıkartılan sahnelerin filmde olmaması senarist, yönetmen ve oyuncular kadar orada emeği geçen herkesin canını yakar... Ben de "Beni Unutma" filminin yazarı olarak bu sahnelerden bazılarını filmin sevenlerine bu blogda sunmak istedim... Bu sahnelerin çekilmiş videoları elimde yok... Ama yazılmış halleri duruyor... Rahat okunabilecek haliyle birkaç tanesini "DOLU HAYAT"ta paylaşmak istedim...

Hastalığın teşhisi konulduktan sonra Olcay'da kimi krizler kendisini gösterir. Pick hastalığının yaygın belirtilerinden birisi şiddetli öfke krizleri... Olcay'ın geçmişten bulup çıkardığı küçük bir detay bu sahnede onların aile düzenlerine bomba gibi düşüyor. Olcay'ın hastalığının giderek ilerlediğini ve daha kötü olacağını belli eden bu sahnenin sonunda Sinan, oğlu Can ve karısı Olcay'ın arasında nasıl çırpındığını gösteriyordu... Ancak yarısı çekilebildi, Can'ın olduğu sahne çekilemedi bile... Seviyordum bu sahneyi, ama sadece başından çok kısa bir bölümü kalabildi filmde... Bakalım siz de beğenecek misiniz?

KESİLMİŞ SAHNE - 4

SİNAN ve OLCAY’IN EVİ           

Olcay’ın babası Mustafa ve Sinan salonda karşılıklı oturuyordur… Başları yere bakıyordur… Sinan sakinleştirici içmiş belli ki…  

SİNAN (çok yorgun, bitap)
Herşey bombok bir hal alıyor giderek… Kendi halimizle uğraşırken evi öyle saldık ki… Selin neredeyse bizde yaşoyor… ailesi kızlarını yanlarına istiyor artık… Oğlan da var… annem filan da yardım ediyor ama… Boşlukta sallanıyorum sanki… Sürekli düşüyor gibiyim… 

MUSTAFA
Ne diyeyim Sinan… Hiç… bu kadar çaresiz hissetmemiştim… Annesinin ölümünden beri…

SİNAN (aynı tonda devam eder)
(kendi kendine) Demişti… Ebru da demişti… “Görürsün sen” demişti… (burnunu çeker, toplanır biraz) Bütün sosyal alışkanlıkları değişecek demişti doktor… İşin kötüsü unutmalar da başladı… Ne yapacağım ben baba?

Mustafa Sinan’a bakar… Sinan ona ilk kez “baba” demiştir.. Gözleri dolar…

MUSTAFA
Güçlü olacağız oğlum… Başka yolu var mı? Sizin bir oğlunuz var…

SİNAN
O da şaşkın zavallıcık… Ne olduğunu… 

Sinan’ın sözü yarım kalır çünkü mutfaktan büyük bir şangırtı sesi duyulur… Çocuk odasından Can’ın ağlama sesi yükselir… Selin de o odadan fırlar mutfağa doğru…
Olcay mutfakta bütün dolapları aşağı indiriyordur… Tabak kırılma seslerine onun hıçkırık ve nefes nefese kalmış sesleri karışır…

OLCAY
Nerde Allah’ın cezası nerde… Ağzına sıçtığımın tabağı!!

Sinan girer içeri Olcay’ı yakalar… Sakinleştirmeye çalışır…

SİNAN
Olcay! Olcay! Canım! Sakin ol…

Can mutfak kapısına gelmiş Selin’e sımsıkı sarılmıştır… Gözleri yaşlıdır… Korkuyla anne-babasına bakıyordur…

SİNAN
Ne arıyorsun? Ne arıyorsun?

OLCAY (güçlükle durur)
Annemin şeyi… neydi o…

SİNAN
Ne? Nedir? Resmi mi?

Elleriyle daire çizer boşlukta…

OLCAY
Mmmm şey var ya… Şey işte…

SİNAN
Tepsi?

OLCAY
Şey vardı… Annemin…

SİNAN (kırık tabaklara bakar)
Tabak?

OLCAY
Annemin meyve tabağı…

Sinan Mustafa’ya bakar... Mustafa ne diyeceğini bilemez…

OLCAY
Annem bi-bize elma soyardı… Portakal… mandalina… Babamla bana… Kocaman bir tabak vardı… Üstünde küçük bir serçe vardı… Elmayı küçük gagasıyla yemeye çalışan…

MUSTAFA
O tabak kırılmıştı Olcay…

OLCAY
Hayır!! Onu ben aldım… Aldım onu!! Ben aldım onu… aldım aldım… aldım ben… Hatırlıyorum… buraya koydum bir yere…

Sinan’ın elinden kurtulur ve dolaplara dalar yine… Sinan onu tutar yine…

SİNAN
Olcay… Oğlan korkuyor yapma… Nolur…

OLCAY (durur birden)
Oğlan? Oğlan… Oğlan…

SİNAN
O-oğlumuz… Can…

Olcay bir an kapıda Selin’e sarılmış Can’a bakar… Ona baktıkça… yavaş yavaş hatırlar sanki…

OLCAY
Can… Can… Can…

Olcay sakince yaklaşır oğluna doğru… Can ona kırgın bir ifadeyle bakar… Selin’e daha sıkı sarılır… Olcay dizlerinin üstüne çöker oğlunun karşısında…

OLCAY
Oğlum…

Can yüzünü öbür tarafa çevirir… Sinan da karısının yanına diz çöker Can’ın karşısında. Elini Can’a uzatır…

SİNAN
Gel oğlum… Gel sarıl bize… Gel… 

Can babasının elini tutarak gelir… Sinan Can’ı Olcay’a doğru getirir… Üçü birbirlerine sarılırlar…  

 * Fotoğraflar: Selin Demircioğlu

4 Şubat 2012 Cumartesi

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 9

Kevin Hakkında Konuşmalıyız (We Need to Talk About Kevin)
Annesiyle iletişim kuramayan bir erkek çocuğun mu, yoksa oğluyla iletişim kuramayan bir annenin hikayesi mi? Aslında ikisi de ve bir de “katma değer”i var...
Özgür ruhlu gezgin bir genç kadınken evlenen Eva, oğlu Kevin doğduğunda onunla sağlıklı bir başlangıç yapamaz. Bazı kadınların doğum sonrası yaşadıkları türden bir depresyona girer Eva. Kocası ise evde kısıtlı zaman geçiren, işi gereği sık sık seyahat eden biridir ve oğluyla sınırlı zamanlarda -erkek olmanın getirdiği bir rahatlıkla belli düzeyde bir ilişki kurmayı başarır. Ama Kevin çocukluk, ilk ergenlik ve ergenlik çağlarının hiçbirinde annesiyle bir kontakt kuramaz... Tam tersi Kevin’in uzlaşmaz ve düşmanca bir tavrı vardır özellikle annesine karşı... Aslında Kevin’in yaratılıştan gelen problemleri de vardır... Sanki Rosemary’nin Bebeği'nin büyümüş hali gibidir... Kevin’ın bu ‘şeytani kötücüllüğü’nün nedenlerini film bize açıktan bir travmaya bağlayarak vermiyor. Kevin kötü bir insan olmanın şartlarını kendi içinden, annesinden, yaşadığı çevreden ve bizzat çağın kendisinden edinecektir. Dolayısıyla seyircinin “bu çocuk neden böyle?” sorusunun cevabını net bir şekilde alamıyor olması filmin de amaçladıklarından biri... Evet, çocuklarımız bizi bazen çok şaşırtırlar. Muhteşem ailelerin bile çok kötü yaradılışlı çocukları olabilir. Onlara gösterilen yönlerin tam tersine giderler. Kevin sonradan iletişim kurmaya çalışan annesine hiçbir zaman yardımcı olmuyor. Hatta bile isteye daha da “kötü biri” oluyor. Ama finalde Kevin’in gözlerinde gördüğümüz bir şey, gözlerindeki o “küçük kırıntı” bize çok şey anlatıyor aslında... İşte o zaman Eva’nın daha küçükken Kevin'a ‘sen olmasaydın Paris’te mutlu yaşayacaktım’ mealindeki söylediklerinin ağırlığı çöküyor üzerimize... 
Anne-oğul arasında iki defa 'sıcak temas' yaşanıyor hepi topu. İkisinin de birbirlerine ihtiyaç duydukları en zayıf anlarında ortaya çıkan bir anne-oğul yakınlaşması bu... Ve bu iki sahne de aslında filmin kalbi...
Yönetmen Lynne Ramsay muhteşem bir sinematografiyle bize sunuyor bu hikayeyi. (Eva’nın kırmızı renkle karşılaştığı her sahneye dikkat!) Hikayenin içindeki şiddeti bize çok da göstermeden ama oldukça tedirgin edici imalarla sunuyor bize ki bu tavır filme doğru yönde bir güç katıyor. İzleyeni zinde tutan ve düşünmeye çağıran kurgu da birinci sınıf... İzleyici filmin hiçbir anında koltuğunda rahatça oturamıyor... Yine (!) olağanüstü bir performans çıkaran Tilda Swinton ve karşısında Kevin’ın inandırıcı şeytaniliğini hiç sekmeden yansıtan Ezra Miller az rastlanır bir uyum içindeler... Filmin adının bir tane bile Oscar adaylığında geçmiyor olması ise affedilecek gibi değil... Kesinlikle haftanın filmi... 4/5

Utanç (Shame)
İçinde yaşadığımız çağ tatminsiz ruhlar yaratmaya o kadar müsait ki... Özellikle de büyük şehirlerde yaşayan ve belli bir sosyal statüye sahip insanlar için... Çünkü dikkatinizin yönünü kendi eksiklikleriniz belirler. Etrafınızda hep sizden bir adım öndeki insanları görürsünüz. Hayatınızdaki eksikleri yanlış şeylerle kapatma eğiliminiz bastırtıkça bastırır... Seks o zaman sadece seks olmaktan çıkar, uyuşturucunuz olur... Düşünmemek için, tatmin olmak için, kendini daha iyi hissetmek için, boşluğunu doldurmak için bazıları başka şeylere, bazıları da sekse sığınır... Belki Utanç'ın kahramanı Brandon ile uzaktan akraba sayılabilecek (!) başka bir ‘New Yorker’, Amerikan Sapığı seksin yanına cinayeti ekliyordu mesela...
Brandon hayata dair bütün hıncını seksten çıkarmaya çalışıyor. Ama hep daha fazlasını talep eden, gittikçe daha acı veren bir yolculuk bu... Seks bağımlılığının ağırlaşmış bir safhasını yaşıyor Brandon. Steve McQueen’in güçlü kamerası bu sınırlarda gezinen filmi ve Brandon’ın acısını  Michael Fassbender’in olağanüstü performansından da kuvvet alarak tam dozunda ve inandırıcı bir tonda aktarıyor bize. Brandon’ın yaşadığı bağımlılık mesela bir Charlie Sheen’inkinden çok farklı belli ki. Yalnız kaldığında bile hayatını seksle doldurmaktan başka bir seçeneği olmayan biri Brandon. Nitekim bu farkın ortaya çıkması için Brandon’ın patronu David’e bakmamız yeterli...Nitekim onun bağımlılığı ahlaksal bir bozukluğu yansıtıyor Brandon'ınkinden farklı olarak..
Brandon’ın hayatına bir anda giriveren kızkardeşi Sissy de intiharın eşiğinde dolaşan yalnız bir ruh... Bir gece kulübünde şarkı söyleyen Sissy’nin “New York New York” yorumunu film bize birebir sunuyor... Pür neşe sözlere sahip bu şarkıyı en ufak bir coşku belirtisi göstermeden söyleyen Sissy’i izleyen Brandon’ın ağlaması onun acınası dramını da gözler önüne seriyor aslında. Tabi bir de Brandon’ın bir üçlü ilişki içindeyken gördüğümüz o acayip yüz ifadesi... Başka bir acınası durum ise bir şeyler hissettiği, hoşlandığı kadınla birlikte olamaması... Bütün bunlar onu son yılların en “dramatik” film karakterlerinden biri yapıyor... Brandon’ın dramı Michael Fassbender’in büyük katkısıyla da o kadar gerçek ve yakıcı ki... Fassbender’den Oscar "adaylığını" bile esirgeyenler içinse söyleyecek söz bulamıyorum... Kızkardeş Sissy rolündeki Carey Mulligan ise tuttuğum bir oyuncu değildir. O ağlamsık ifadesi Sissy karakterine yakışmış olsa da onun performansından keyif aldığımı söyleyemeyeceğim... 
Ve daha ilk uzun metrajı Açlık (Hunger) ile de bizi vuran Steve McQueen çok sağlam sinema anlayışıyla ikinci filminde fire vermeden emin adımlarla ilerliyor... kendisi artık yeni filmlerini merakla beklediğimiz yönetmenlerden biri... 4/5

Güzel Günler Göreceğiz
İlk önce Antalya’da izlediğimiz bu filme aldığı ödüllerden sonra büyük haksızlık yapıldı. Bazı yazar arkadaşlar ve sanatçılar filmi bir anda “çok kötü”ymüş gibi algılanacak bir yanılgılar zinciri oluşturdular. Aslında Güzel Günler Göreceğiz kötü bir film değil. Sadece bir 'ilk film' olmasının getirdiği kimi zaafları olan iyi niyetli bir film. Çok karakterli, ‘kesişen öyküler’ filmlerinin artık genel bir “sevimsizliği” de var öte yandan. Bir de Antalya'da bu seneki 'kadınlar jürisi'nin getirdiği talihsiz bir bakış vardı festivale karşı. Bütün bunlar filmin bir günah keçisi gibi algılanmasına yol açtı.
Filmin yönetmeni Hasan Tolga Pulat’ın internette ve çeşitli kısa film festivallerinde belli bir ilgiyle izlenen kısa filmi Gülümse'de de olduğu gibi bu ilk uzun metrajlısında da bir naiflik, 'her şey insanın içindeki iyiliği keşfetmesiyle düzelir' anlayışı hakim. Beş ayrı karakter İstanbul’da bir günde yaşanan olaylar zincirinin yaşanmasına yol açıyor. Acı çeken/çektirilen kadın karakterler ve kafaları karışık adamların kesişen hikayeleri genelde çok fazla aksamıyorlar belki. Özellikle de oyuncularının çabalarıyla. Ancak kurgu numarası yapayım derken düşülen tekrarlar, “sinema”dan çok “televizyon dizisi” estetiğine yakın duran kimi sahneler ve yine televizyon dizilerinde izlemeye alışık olunan klişe karakterler filme ve temasına zarar vermekteler...
Ama yine de bu zamanın bir filmi Güzel Günler Göreceğiz. İki kadın oyuncusu Feride Çetin ve Nesrin Cavadzade oldukları sahneleri alabildiğine izlenir kılıyorlar. Onlara tecrübeli oyuncu Uğur Polat’ı da rahatlıkla eklebiliriz... 3/5