Eleştirmenin Not Defteri

24 Temmuz 2012 Salı

KADIN AŞK İÇİN ÖLEBİLİRDİ

Patricia Arquette (Lost Highway)









            

Kadın kalamayacağını söyledi
Kadın söyleyemediğini söyledi
Kadın bana aşk için ölebileceğini söyledi...

Kadın bir gün gidebileceğini söyledi
Kadın çekip gideceğini söyledi
Kadın bana aşk için ölebileceğini söyledi...

Düşünmüyor musun adamın bildiğini
Düşünnüyor musun adamı ilgilendirdiğini
Bilmiyor musun adamın rüyalarına girdiğini
Düşünmüyor musun adamın ağlayabileceğini...

Kadın kaçıp gidebileceğini söyledi
Kadın uçup gideceğini söyledi
Kadın aşk için ölebileceğini söyledi...

 - David Lynch

Sheryl Lee (Twin Peaks: Fire Walk With Me)

20 Temmuz 2012 Cuma

En iyi 5 parodi: STAR WARS

İnternette yapılmış yüzlerce Star Wars parodisi arasında en sevdiğim videoları bir araya getirdim... Seçimlerimi yaparken parlak fikirlerin mümkün olduğunca emek verilerek yapılmış olmalarına dikkat ettim. Ama sanırım en çok belirleyen şey fikrin komik ve parlak olmasıydı... Tabi bir de komik olmaları... İşte en sevdiğim 5 Star Wars parodisi...

1. Ya Darth Vader'ı Samuel L. Jackson oynasaydı...
Bu videoda Samuel L. Jackson'ın birçok filmi taranmış ve Darth Vader'ın bazı sahnelerine Jackson'ın bol küfürlü diyalogları eklenmiş. Jackson'ın ağzına çok yakışan bütün o küfürler bakın Darth Vader sahnelerinde nasıl olmuş... 

2. Dallas usulü Star Wars...
CBS'in ünlü dizisi Dallas'ın jeneriğini Star Wars eski üçlemesine uygulayan bu video ustalıkla kurgulanmış ve üzerinde ciddi kafa yorulmuş... Ben çok eğlendim izlerken... 

3. Aşık Vader
BBC'de yayınlanan komedi şovu "The Peter Serafinowicz Show"da yapılan bu skeçte Darth Vader'ın tanıştığı dişi Vader'ın onun aklını nasıl da karıştırdığına tanık oluyoruz... Star Wars'u bir romantik komediye dönüştüren ve finaliyle de hüzünlendiren (!) üzerinde bir hayli uğraşılmış bir skeç...

4. "Call Me Maybe"
Kanadalı pop şarkıcısı Carly Rae Jepsen'in hit şarkısı "Call Me Maybe"nin bütün sözlerini neredeyse kelime kelime altı Star Wars filminin repliklerinden arayıp tarayarak bir araya getirmişler... Oldukça zahmetli bir iş... Ortalarına doğru çok güzelleşiyor... Ya da kulağımız alışıyor bilemedim...
 

5. Otobüs şoförü Obi-Wan
Bu da bizden: Yıllar önce yapılmış bir türkçe dublaj parodisi... Obi-Wan Kenobi bir otobüs şoförü olarak Anakin'i Tatooine'e götürmeyi reddediyor... Babun.org sitesi böyle birkaç tane daha başarılı dublaj parodisine daha imza atmışlardı...
 

14 Temmuz 2012 Cumartesi

İKİ CÜMLEDE KRİTİK - 6


KAOS: ÖRÜMCEK AĞI
Tek bir karesinde bile ‘sinema’nın bulunmadığı bir filmin “Türk sinema tarihinde şimdiye dek yapılmamış, farklı bir yapım” diye basbas bağırarak vizyona çıkartılması nasıl bir iddiadır? Hangisinden bahsetmeli: filmin başrol oyuncusunun bir saniye bile rol yapamamasından mı, aksiyon sinemasından bihaber çekilmiş amatör youtube videolarına benzeyen aksiyon sahnelerinden mi, berbat yazılmış diyaloglarından mı...    1 / 5

PARANOYA (Martha Marcy May Marlene)
Karizmatik çakma bir bilgenin (değeri yeni keşfedilen bir oyuncu John Hawkes) oyununa gelerek değişik bir tarikata katılan genç Marcy (TV'nin çocuk yıldızı bağımsız sinemanın yeni gözde oyuncusu Elizabeth Olsen) bir gün oradan kaçmayı başarıp hali vakti yerinde ablasına sığınır ama beynine işlenmiş fikirlerden ve alışkanlıklardan kaçması pek kolay olmaz. Güzel hikaye ama yönetmenin ‘sanat yapacağım’ kaygısı hikayenin bir noktadan sonra tökezlemesine ve tatminden uzak bir finale doğru sürüklenmesine yol açıyor... 2,5 / 5

PROJECT X
Sahte belgesel (mockumentary) mantığını “Hangover” ya da "Superbad" hikaye modellerine monte edip, giderek zıvanadan çıkılan bir parti gecesinde geçen bir gençlik komedisinde denemişler ki filmin parlak fikri (!) inanın sadece bu! Gerisi ise şunlardan ibaret: seks amaçlayan gençlerin sulu muhabbetleri, güzel liseli kızların bacak ve göğüs dekolteleri, ‘Jackass’vari akrobatik sululuklar, “Amerikan Pastası”nı bile özleten ‘ergenin seksle buluşma takıntısı’nın bildik hikayesi... 2 / 5

SHAOLIN
Sinemalarımızda “Dedektif Dee” ile izlediğimiz Hong Kong’lu usta oyuncu (çok severim kendisini) Andy Lau’nun 2011 yapımı filmi kötü bir adamken işlediği bütün günahların bedelini çok ağır bir şekilde ödeyince Shaolin tapınağına sığınır ve iyi bir adam olmayı öğrenir... Uzadoğu dövüş sanatlarına meraklıysanız çok iyi sahneler ve dövüş koreografilerini içeren film (tadımlık Jackie Chan bile var) keyifli bir seyir zevki veriyor kesinlikle... 3,5 / 5
GERÇEĞİN PEŞİNDE (Man on a Ledge)
Bir günlük iznini kullanırken kaçıp sözde intihar etmek üzere yüksek bir binanın tepesine çıkan mahkum kahramanımızın (Sam Worthington) aslında çok farklı bir planı vardır ve tabi ki masumdur! Sürpriz “twist”ler yapacağım diye o kadar kasıyor ki film kendisini, (Elizabeth Banks'in her zamanki sempatisine, Genesis Rodriguez'in seksapelliğine ve iyi oyuncular Ed Harris ve Jamie Bell'e rağmen) bu uğurda yapılan her hamle bir süre sonra “yuh artık” dedirtiyor izleyiciye... 2 / 5

AİLE AĞACI (The Family Tree)
Biraz “Arrested Development” izlemişseniz benzer bir taktiği kullanan ve herkesin birbirinin arkasından iş çevirdiği, kimsenin kimseyi umursamadığı biraz rezil bir ailenin bu kazara ‘yenilenme’ gayreti oldukça tanıdık gelecek. Ama “Aile Ağacı” çeşitli parlak fikirleri ve buluşları ve de Hope Davis’in samimi performansını çok da iyi değerlendiremeyen bir film... 2,5 / 5

11 Temmuz 2012 Çarşamba

HERKES SUSAR AL PACINO KONUŞUR!


“Kazanma Hırsı”ndaki (Any Given Sunday) final maçının öncesinde bir Amerikan futbol takımı olan Miami Sharks’ın emektar “coach”u Tony D’Amato takım oyuncularına bir konuşma yapar. Hayatı bir futbol maçına benzetir. Takımının oyuncularına ayaküstü büyük bir hayat dersi verir. Bununla sadece Miami Sharks oyuncularını motive etmekle kalmaz D’Amato, sinema salonundaki herkese aslında çok önemli şeyler söyler. Kendisini veren seyirci onun her cümlesini ağzı açık dinlemek durumundadır. Çünkü “coach”un anlattıkları futboldan çok öte şeylerdir. 
“Beyler, bir yol ayrımındayız. Bunu sizin için ben yapamam. Ben çok yaşlıyım. Bu genç yüzleri gördüğümde orta yaşlarında bir erkeğin yapabileceği tüm hataları yaptığımı düşünüyorum. Tüm paramı savurdum. Beni seven herkesi uzaklaştırdım. Aynada gördüğüm surata bile dayanamıyorum. Yaşlandığınızda sizden birşeyler alınır. Bu hayatın bir parçası. Birşeyler kaybetmeye başladığınızda öğrenirsiniz. Hayatın santimlerden ibaret bir oyun olduğunu anlarsınız. Futbol da öyle. Maçta, hayatta ve futbolda hata payı o kadar düşük ki; erken ya da geç atılan bir adım, sizi hedefinizden uzaklaştırır. Yarım saniye yavaş ya da hızlı kalırsanız yakalayamazsınız. Her yerde santimler önemlidir. Maçın her molasında, dakikasında ve saniyesinde. Bu takımda o saniyeler için savaşırız. Bu takımda biz ve etrafımızdaki herkes o santim için savaşır. O santim için tırnaklarımızla boğuşuruz. Çünkü biliriz ki o santimler birbirlerine eklendiklerinde kaybetmek ile kazanmak arasındaki farkı belirleyecektir. Ölmek ile yaşamak arasındaki farkı! Şunu bilin: Her oyunda ölmeye hazır olanlar o santimi kazanacaktır. Bundan sonra bir hayatım olacaksa eğer yaşamamın nedeni, o santim için savaşmaya ve ölmeye hazır olmamdır. Çünkü yaşamak budur işte...”  
"The Godfather'ı perdede hiç izleyemedim o zamanlar. Çünkü vizyona girdiği zamanlarda çok gergindim. Rol aldığım filmi izlemek eski bir fotoğrafıma bakmak gibi sıkıcıydı benim için..."
25 Nisan 1940’da Bronx’da doğan Alfredo James Pacino’nun anne babası o daha çok gençken boşanmışlar. Annesiyle beraber büyükbabasının yanında yaşamış bir süre. Hiçbir zaman okula uyum sağlayamayan Pacino sadece gittiği okulların tiyatro kulüplerinde mutlu olabiliyormuş.  1966 yılında ünlü oyunculuk okulu Actors Studio’ya adım atmasıyla beraber efsanevi hoca Lee Strasberg ile çalışmaya başlamış. Strasberg 1970’lerde ünlenen pek çok aktörün benimsediği “Metod oyunculuğu”nun da yaratıcısıydı aynı zamanda. Bir süre sonra da Pacino onun en iyi öğrencisi olmuş.  1960’ların sonunda aktör, rol aldığı Broadway oyunlarında adından bahsettirmeye başlamış ve tiyatro dünyasının ünlü ödüllerini kazandıktan sonra sinemadaki ilk deneyimini “The Panic in the Needle Park”daki junkie rolüyle kazanmış.  
Sinemadaki yolu ise Francis F. Coppola’nın çekeceği “The Godfather” filmindeki Michael Corleone rolü için Warren Beatty, Robert Redford, Jack Nicholson, Ryan O’Neal ve Robert De Niro gibi aktörleri reddedip henüz iki tane küçük bütçeli filmde oynamış olan bu kısa boylu esmer delikanlıya güvenmiş olmasıyla açılır. Coppola’nın referansına rağmen en başta filmin yapımcıları ve diğer tüm Hollywood’lu büyükbaşlar Al Pacino’yu şiddetle reddederler. Hatta dedikodulara göre ondan “şu cüce Pacino” diye bahsederler. Ama Coppola ısrarla rolü ona verir. Çekimler devam ederken bile Pacino zaman zaman “kovulacağım” duygusundan kurtulamaz. Ancak sonuç, yapımcıların düşündüğünden bambaşka bir şekilde gelir. Al Pacino “The Godfather”daki rolüyle Oscar’a aday gösterilir. Aslında ilginç olan Al Pacino’nun ailesinin soyları gerçekten de “The Godfather”daki soyadı olan Sicilya’dan Corleone soyadına dayanmasıdır.  
"Al Pacino ile çalışmak size yaptığınız işi ne kadar çok sevdiğinizi ve ne kadar olağanüstü bir iş yaptığınızı hatırlatan bir şey..." - Johnny Depp
Pacino kariyeri boyunca çok büyük hasılatlar yapan filmlerde oynamadı. Hatta bazı büyük gişe hasılatı yakalayacak filmlerdeki rolleri bilerek reddetti. Bu filmlerden bazıları “Kramer vs. Kramer”, “Born on the Forth of July”, “Apocalypse Now”, “Star Wars” (Harrison Ford’un oynadığı Han Solo rolü için), “Pretty Woman” ve “Crimson Tide” olarak sıralanıyor...  Ancak rol aldığı her film hem eleştirmenlerce belli bir seviyenin üzerinde bulundu hem de sadık bir izleyici kitlesi yarattı. Rol aldığı tek tük kötü filmlerde bile Al Pacino’nun oyunculuğu hakkında kimse kötü bir söz söyleyemedi. 
"Scarface'de Tony Montana rolü için Al Pacino en başından beri düşündüğümüz tek aktördü..." - Brian De Palma
Aynı adlı ünlü bir Broadway oyunundan uyarlanan “Glengary Glen Ross”da da (Türkiye’de “Amerikalılar” adıyla gösterilmişti) Al Pacino ağzı laf yapan bir emlakçıdır ve sohbet ettiği, kafalamaya çalıştığı bir müşterisine bir hayat tanımı yapar: “Hayat bir trendir dostum. Hepimiz kendi kompartımanlarımızda yaşar gideriz. Oysa tren kompartımanları iğrenç kokar. Ama bir süre sonra kokuya alışmaya başlarsın. En kötüsü de nedir biliyor musun ? Yolun uzun olduğunu bilirsin. Çok uzundur.”
Böylece müşterisine arsa satmak için onu cesaretlendirmeye çalışır: “Kimimiz daha hayatının başındadır. Kimimizse sonuna yaklaşmıştır. Ne olursa olsun en önemli şey yaşadığımız anlardır. Hastalanmak mı ? İflas etmek mi ? Ölmek mi ? Ya da sevdiğin birini kaybetmek mi ? Bunlar herkesin başına gelen şeylerdir. Hayatın birer parçası. Bunu bildiğimiz halde biz neden üzülüyoruz?”
Düzene uymuş bir Belediye Başkanını oynadığı “City Hall”de de başka bir hayat tanımını yapar ve kendi konumunu da öyle güzel tasvir eder ki;
“Siyah ve beyaz vardır hayatta ve ortasında da çoğunlukla gri. Bu biziz işte. Gri sert bir renktir çünkü beyaz ya da siyah gibi basit değildir ve medya için ilginç de değildir. Ama biz buyuz işte. Kabullen.”
"Carlito's Way"in setinde yönetmen Brian De Palma ile...
Gençlik yıllarından beri kullandığı kötü alışkanlığı, sigarayı günde 2 pakete çıkarınca 1994’de sesini kaybetme tehlikesi yaşadı Pacino. Böylece sigarayı bırakma kararı aldı. Al Pacino’nun hala filmlerde duyduğumuz sesinin bu hale gelişinin sebebi de gerçekte budur.  Ayrıca Pacino Hollywood’da hâlâ hiç evlenmemiş az sayıdaki aktörden biri... Al Pacino'nun Julie Marie adlı 22 yaşında bir kızı ve oyuncu Beverly D'Angelo ile olan birlikteliğinden ikizleri var... 
"Kramer Kramer'a Karşı romanını sevmiştim. Teklif edildiğinde senaryosu yoktu daha... Ama yine de içinde olmak istemedim... Bana uygun değildi sanki karakter... "
Oynadığı tüm o negatif karakterlerde bile karizması, konuşma kabiliyeti, tonlaması, üstün vücut diliyle Al Pacino bir de “şeytan”ı oynasa nasıl olurdu acaba sorusunun yanıtını da “Şeytanın Avukatı”nda (Devil’s Advocate) vermişti. Filmin finalinde Keanu Reeves’i yoldan çıkarmaya çalışırken söyledikleri şok etkisi yaratır: “Sana Tanrı hakkında ufak bir bilgi vereyim. Tanrı seyretmeyi sever. Şakacıdır. Düşün bunu. İnsanlara içgüdü verdi. Bu sıradışı hediyeyi verdi ve sonra ne yaptı? Bunlara karşılık kurallar koydu. Tarihin en büyük gafı! Bak ama dokunma, Dokun ama tatma, tat ama yutma. Ha ha ha. Ve sen de birinden diğerine atlayıp dururken o ne yapıyor? Yukarda kahkahalarla gülüyor. O hasta, sıkı bir sadist ! O yerinde bir türlü bulamadığın ev sahibin. Buna mı tapacaksın? Asla!” Bu cümleleri bir de onun gözlerini aça aça ellelerini de kullanarak anlattığını düşünün bir... 
"Filmin bir gala gösteriminden sonraki partide içeri girdiğimde herkes suspus bir vaziyette mumya gibi duruyordu. Liza Minelli filmi görmeden partiye gelmişti... Şaşırmıştı; 'Sen bu insanlara ne yapmışsın böyle?' diye sordu bana..."
2000'li yıllarda bir sürü fiyasko filmde rol alsa da, hele o Jack ve Jill faciasında kendi kendisinin parodisini yapmayı yanlış bir projede tercih etmiş olsa da Al Pacino kendi efsanesini kendi isteğiyle bile yıkmayı başaramayacak bir noktadadır... Al Pacino bir insanın sinemayı sevmesinin en bariz sebeplerinden biri olarak kalacaktır nesiller boyunca...

Not: Bu yazı çeşitli yayın ve zamanlarda yazdığım Al Pacino yazılarımdan derlenmiştir...

BİR FİLM SEVDİM'de Yaralı Yüz (Scarface)
ARKA PENCERE'de Büyük Hesaplaşma (Heat)

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Film eleştirisi: İNANILMAZ ÖRÜMCEK-ADAM


Örümcek Adam çizgi romanı 1960’larda ilk çıktığında çok çabuk kabul gördü ve kısa zamanda müthiş bir satış başarısı sağladı. Halbuki yayıncısı Marvel pek de ümitli değildi en başta... Ne de olsa insanların pek de sevimli bulmadığı bir hayvan olan ‘örümcek’ yeteneklerine kavuşan bir süperkahraman vardı ellerinde...
Ama ergenler çok sevdiler... Çünkü Peter Parker onlar gibiydi. Peter şanssız bir çocuktu. Anne-babası bir uçak kazasında ölünce halası ve Ben amcasıyla büyümek zorunda kalan Peter sorunlu bir ergenlik yaşar haliyle... Kızlarla ilişkileri sorunluydu, okulun popüler çocuklarıyla da iyi ilişkileri yoktu, biraz sinikti ve sosyalleşme problemleri yaşıyordu her daim...
Genç okuyucular onda kendilerini buldular. Üstelik Peter Parker yaşadığı değişime rağmen kostümünü giydiğinde de kişiliğini koruyan bir karakterdi. Aynı şanssızlıkları kostümlüyken de yaşayabiliyordu. Sevimliydi, espriliydi ve süperkahramanlık yapmadığı zamanlarda gündelik yaşamsal sorunlarla da başetmek zorundaydı. Geçmesi gereken derslere zaman ayırmak, halasının evinden ayrıldıktan sonra yerleştiği evinin kirasını kazanabilmek için çalışmak ve hatta huysuz patronu Jonah Jameson’la uğraşmak gibi dertleri vardı... Bütün bunlar Peter Parker’a diğer süperkahramanlardan farklı bir sempatiyle yaklaşmamızı sağlıyordu. 
Filmi izlerken bu sahnede işaret ettiğim yere dikkatli bakın.. Kitapların en üstünde başrolünde "eski Örümcek-Adam" Tobey Maguire'in oynadığı "Seabiscuit" filminin romanını göreceksiniz!
Örümcek Adam’ın sinemadaki en gösterişli temsilini sunan 2002 yapımı Sam Raimi filmi ve devamları onun bütün bu özelliklerini biraz daha abartarak karşımıza getirmişti. Orijinal hikayenin bir çok yeri değiştirilerek oluşturulmuş senaryoları yine de kendi içlerinde tutarlı ve düzgündüler. Ancak Raimi’nin tercihleri ve biraz da Tobey Maguire’in fazla çocuksu fiziği ve iddiasız beden dilinin de sayesinde Peter Parker olduğundan daha şanssız, fazla çekingen ve fazla itilip kakılan bir gence dönüşmüştü.
Stan Lee ve Steve Ditko’nun ana hikayesinde okul gezisinde radyoaktif deneylere maruz kalan bir örümcek tarafından ısırılan Peter Parker geçirdiği evrim sonucunda kazandığı yeteneklerini farkedince bundan biraz para kazanmayı hedefleyip güreş müsabakalarına katılıyordu. Burası Sam Raimi’nin filminde de aynen varken “İnanılmaz Örümcek Adam” filminde sadece Peter’ın maske fikrini güreşçi figürlerinden edinmiş olduğunu görüyoruz. Amcasının ölümünün kurgusu da tamamen değişmiş. Sam Raimi bu konuda asıl hikayeye daha sadık kalmıştı halbuki.
Gwen Stacy'i canlandıran Emma Stone
o güzel yüzüyle rolüne,

daha önce "Örümcek Adam 3"te
aynı rolü canlandıran

Bryce Dallas Howard'dan
daha çok yakışmış...
Tabii Raimi’nin yaptığı en büyük değişiklik Peter Parker’ın ilk aşkını Mary Jane olarak göstermesiydi. Oysa Peter’ın ondan önce çok büyük bir aşkla bağlandığı Gwen Stacy karakteri vardı. (Raimi’nin üçüncü Örümcek-Adam filminde çıkıyordu ortaya Gwen) “İnanılmaz Örümcek-Adam” Peter-Gwen ilişkisini alıyor merkezine ilk filminde ama orada da önemli bir değişiklik yapıyor. Gwen Peter’ın Örümcek Adam olduğunu bu kadar çabuk öğrenmiyordu orijinal hikayede. Ayrıca da Gwen’in trajik bir sonu vardır normalde. Bu durum Peter’da ciddi bir travma yaratır ve sonrasında Mary Jane’le yaşadığı ilişki onu tedavi eder. Ancak yeni “Örümcek Adam” serisinde bu çizgide ilerleneceğini pek sanmıyorum. Hatta Gwen ve Mary Jane arasında Peter’ın çalıştığı gazetedeki (Daily Bugle) patron Jonah Jameson’ın sekreteri Bayan Brandt ile de küçük bir ilişkisi oluyordu. Sam Raimi’nin filmlerinde belli belirsiz birkaç hamle vardı bu konuda. Bayan Brandt rolünde Elizabeth Banks’i oynatan Raimi aynı şaşırtmayı Dr. Curt Connors karakteriyle de yaptı. Peter okulunda ders veren bilimadamı Curt Connors’ı Dylan Baker’a oynatarak Lizzard’ın yavaş yavaş geldiği hissini verdi bize. Ama biz üç Spider-Man filminde de ne Bayan Brandt’in ne de Dr. Connors’ın öyküsünü izleyebildik...
“İnanılmaz Örümcek-Adam” hikayeyi başa sararken yine orijinal hikayenin bir kısmını alıp, karanlık ve daha olgun kısımlarını bir daha törpülüyor. Nitekim film dakika dakika ilerlerken bunu hissetmeniz de mümkün oluyor. Andrew Garfield’ın hayat verdiği Peter Parker daha ölçülü bir “ezik” bu sefer. Raimi’nin versiyonunda zaman zaman parodileşen başına gelen şanssızlıklar silsilesi biraz daha gerçekçi ve dozunda ayarlanmış.
Gwen’in polis babasının şehirde koca bir sürüngen terör estirirken kafayı Örümcek-Adam’a takması, Doktor Curt Connors’ın tehlikeli ihtirasının yeterince işlenememesi, Gwen ve Peter ikilisine bağlantılı olarak geliştirilen kimi aşırı tesadüfler, Peter’ın fotoğrafçılık yönüne yarım yamalak değinip amcasının ölümünden sonra yaşadığı maddi sıkıntıya hiç girilmemesi (çünkü o yüzden gazeteye fotoğraf satmaya çalışıyordu ve dolayısıyla gazetecilikle ilgili hiçbir şey yok filmde) ve aslında filmin bütününe bakınca Lizzard’ın ortaya çıkmasının ve şehirdeki bütün terörürün sorumlusunun Peter Parker oluşu (sonuçta kendi yarattığı pisliği temizlemeye çalışan bir süperkahraman hikayesine dönüşüyor film) benim filmdeki takıldığım mevzular... 
Peter Parker ile okulda uğraşıp duran Flash bir süre sonra Parker'ın çok yakın arkadaşı oluyor orijinal hikayede. Film Raimi'ninkilerden farklı olarak bu arkadaşlığı başlatıyor...
Peter Parker’ın odasında asılı olan Albert Einstein’ın posteri ve onun ünlü bir sözü: “Hayal gücü bilgiden daha önemlidir” dikkat çekiyor. Filmin yönetmeni Marc Webb de biraz aynı fikirde sanırım... Filmin görsel dünyasına ve hikayeye nasıl daha parlak bir görsellik kazandırabiliriz fikrine daha çok önem vermiş sanki... Nitekim bazı sahnelerde bizzat Örümcek-Adam’ın görüş açısına geçmemiz, bize onun görsel dünyasını ve binalar arasında uçarken yaşadığı adrenalini anlamamıza olanacak sağlıyor (hele bir de IMAX versiyonunu izliyorsanız)... Finalde New York’un bütün işçi-memur sınıfının Örümcek-Adam’ın yanında saf alması ise güzel bir fikir. Bu 11 Eylül felaketini yaşamış bir şehir halkı için ‘birleştirici’ bir buluş. Raimi’nin versiyonlarında sıkça gözümüze sokulan Amerikan bayraklarından daha iyidir böyle küçük oyunlar en azından...
Webb çizgi romanın ünlü tema cümlesi, “Büyük güçler büyük sorumluluklar getirir”i filmin hiçbir yerinde dillendirmiyor. Bu cümleyi seyircinin kendisinin çıkarmasını istiyor daha çok. 
Sonuç olarak Örümcek Adam’dan Nolan’ın yaptığı ölçekte bir çizgi roman uyarlamasının çıkamayacağına artık iyice ikna olmalıyız. Her zaman Batman’e göre çocukların daha çok sevdiği bir karakter olan Örümcek-Adam’ın bu imajının sarsılmasını büyük risk olarak gören marka sahipleri (Marvel ve Sony) daha çok oyuncak ve yan ürünler satmak için onu hep belli bir dengede tutmak zorunda kalacaklar. Marc Webb bunun sınırlarını birazcık da olsa zorluyor (özellikle de finalde) ama genelde işverenlerini çok da kırmamaya özen gösteriyor...
2,5 / 5
         

3 Temmuz 2012 Salı

Film eleştirisi: ÇERNOBİL’İN SIRLARI


Filmin en güçlü ve ilginç karakteri (sağda) filmden en erken ayrılıyor..
1986 baharında Kiev’in Çernobil şehrinde Pripyat köyünün hemen dibindeki nükleer reaktörde meydana gelen bir kazada atmosfere büyük oranda bir fisyon sızıntısı yaşanmıştı. Sovyet yetkililer bu tüm dünyayı etkileyecek büyük felaketi büyük bir yanlış kararla tam dört gün boyunca dünyadan saklayarak, çaresini bulmaya çalıştılar. Ancak olan olmuştu... Reaktörün yüzlerce çalışanı ve Pripyat köyü sakinleri tabi ki en aşırı doz radyoaktiviteye maruz kalmıştı. Yıllar içinde bölgede ve çevresinde tiroid kanserinden ölen binlerce insan oldu. Pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de belli oranda etkisi olmuştu. Çünkü ilk kurtarma çalışmalarında kazanın yaşandığı reaktörde toprak kullanılmıştı... Radyasyonun toprağa karışması ise geniş bir alandaki bitki örtüsünü tümüyle etkilemişti. Türkiye’de özellikle Karadeniz bölgesinde yetişen çayların bu radyasyondan etkilendiği de kanıtlanmıştı. Ancak stoklarda şişen çayların bir şekilde tüketilmesi için zamanın bakanları televizyona çıkıp bu çayları bizzat içerek halkımıza ‘korkmayın, için’ çağrısı yaptı. Pek çok ülkenin almayı reddettiği o çayları Türk halkı tüketmek zorunda kaldı... Felaketin sonrasında yapılan pek çok araştırma, reaktörde ardı ardına yapılan sürüyle hatanın ortaya çıkmasına neden oldu. Şimdilerde ülkemizde yapılması istenen nükleer santrallerin yine aynı ülkenin teknolojisine emanet edilmeye hazırlanılması da başka bir korkunçluk!
Bu girizgahta anlattıklarım az sonra bahsedeceğim, bu eleştiri yazısının konu edindiği  filmden çok daha korkunç şeyler aslında.
(solda) Kazadan sonraki gerçek Çernobil santrali... (sağda) Pripyat'tan Çernobil manzarası...
Çernobil kazasını Pripyat köyünün sıradan insanları üzerinden anlatan ve geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Land of Oblivion” gibi etkili bir filmi izledikten sonra tabi ki de “Paranormal Activity” ile piyangodan bir çıkış yakalayan Oren Peli’nin yeni tasarımından çok da bir şey beklemiyorduk. Nitekim karşımıza 35 yıl önce Wes Craven’ın yaptığı “Tepelerin Gözleri Var” (The Hills Have Eyes) ve hatta ‘yeniden çevrim’leriyle, taklitleriyle sürekli yapılan ‘fotokopi’ bir film çıktı.
Soğuk savaş sonrası Sovyetler Birliği ya da Rusya, Hollywod tarafından sakin sakin yeni korku merkezi haline getiriliyor sanki. Daha birkaç ay önce “Karanlık Saat” (The Darkest Hour) adlı filmde birkaç Amerikalı ve Avrupalı turist Moskova’da gezerken uzaylı saldırısına maruz kalmıştı. Şimdi de yine birkaç genç turist yanlış zamanda yanlış yerde olmalarının bedelini ödüyorlar.
Ne işiniz var sizin Çernobil'de?!!
“Çernobil’in Sırları” tipik bir mockumentary (sahte belgesel) gibi başlıyor. Yaklaşık 90 dakika yine baş döndürücü subjektif kamerayla çekilmiş bir karın ağrısı izleyecekmişiz hissi veren bu sahnelerde filmin esas turistlerinden birkaçının çeşitli Avrupa ülkelerinde yaptıkları sululukları izliyoruz. Neyse ki film kısa bir süre sonra bu tonu terkediyor. Bir araya gelen üç çift ekstrem turlar düzenlemekle gurur duyan bir rehber eşliğinde Çernobil felaket bölgesini gezmeye doğru yola çıkıyorlar. Aslında yola çıkmadan önce filmi çeken kameramanı bile dükkana kapatıp kapıyı kitliyorlar! Sanki film bize ‘bu öyle elinde sürekli kamerayla gezen bir çocuğun filmi’ olmayacak diyor ama ne yazık ki bu vaadini pek de yerine getiremiyor.
Neyi bilip neyi bilmediğini bir türlü bilemediğimiz Rus rehber Uri’nin yetkililerin izin vermemesine rağmen tümüyle terkedilmiş ve yer yer radyasyon etkisindeki Çernobil’e soktuğu dördü Amerikalı, ikisi Avrupalı genç turistler tabi ki radyasyon yüzünden ‘başkalaşmış’ insanlarca sarılıyorlar... Bundan sonra tabi ki kurban haline gelen genç kız ve erkekleri izliyoruz hem de hiç değişik ve de korkunç olamayan şekillerde. Film, “Cehenneme Bir Adım”ın (The Descent) ya da Aja’nın yeniden çevrimi “Tepenin Gözleri”nin atmosferinin ve dehşetinin çok çok gerisinde kalıyor.
Filmin Çernobil sahneleri Sırbistan’da çekilmiş olmasına rağmen gerçek mekanında çekilmiş izlenimi veriyor. Ama ne karanlık, ne gölgeler ne de o terkedilmiş lojmanlar ve reaktör etkili bir korku mahzeni oluşturamıyorlar izleyenlere...
Filmin güzel kızı, Natalie rolündeki Olivia Taylor Dudley (ortada). ‘Göğüs farkı’yla diğerlerinden daha çok dikkat çekiyor!

2 Temmuz 2012 Pazartesi

AMERİKALI TÜRK FİLMLERİ


"Öldüren Cazibe"nin mesajı yerli versiyonda çok daha "net": Sapık Kadın!
Birçok ülke sinemasının Amerikan filmlerinden etkilendikleri bir dönemi mutlaka vardır. Bu filmlerin çoğu o ülke sineması içinde kendi varolduğu sürecin dışına çıkamamış, ucuz, soluk ve sadece tüketime yönelik filmler olmuşlar. Şüphesiz Türk sinemasının da böyle bir dönemi var.
Adaptasyonlar ya Türkiye’de vizyona çıktığında ilgi gören filmler üzerinden yapılmış ya da yönetmenin yurtdışında gördüğü popüler bir filmden. 1960-1970 yılları arasında ve video piyasasının sinemaya büyük darbe indirip Türk sinemasının seyirci kaybettiği 1980’lerde Amerikan filmi kaynaklı yerli filmlere çokça rastlamak mümkün. Kendi popüler sinemasında bir yenilik arayan Türk sineması zaman zaman kendi imkanlarını bu tip “dış esinlenme”lerle destekleme yoluna gitmişti.     
Böyle bakınca Yeşilçam, Hollywood'dan bile hızlıymış bir zamanlar. Star sisteminin ortaya çıkışıyla yaşanan senaryo problemini  böyle bir uyarlama modasıyla atlatan Yeşilçam, 1961-1974 yılları arasında bunun pek çok örneğini birbiri ardına vermiş, daha sonra giderek azalan ivmeli bir grafik çizmişti. Uyarlanan filmler genelde o dönemler içinde gişede iş yapmış seçkin Amerikan filmleri olmuştu. Bazen de tutulan TV dizileri model olarak alınmıştı. Ancak bu filmlerin Türk toplumuna adapte edilmesi bir takım sorunlar yaratmış ve ortaya ilginç filmler çıkmıştı. Mesela William Wyler'ın “Roma Tatili”ni (Roman Holiday) Süreyya Duru İstanbul'a taşımış (“İstanbul'da Aşk Başkadır”,1961) ; Drakula'yı bile neredeyse Hollywood'la beraber sinemaya uyarlamışız (“Drakula Istanbul”da, Mehmet Muhtar,1953).
"Sokak Kızı Irma" ve "Kırmızı Fener Sokağı"
Hatta 1921 Charles Chaplin yapımı “Yumurcak” (The Kid), Memduh Ün'ün filminde Kemal Sunal eşliğinde “Garip”leşmiş (1986). Aşağı yukarı bilinen tüm Frank Capra filmleri de nasibini almış Yeşilçam'dan: “Mr.Deeds Goes to Town”,Anadolu Çocuğu” olarak, (Osman F. Seden, 1964);  “Bir Gecede Oldu” (It Happened One Night),Halk Çocuğu” olarak, (Memduh Ün, 1964); “A Pocketful of Miracles”, “Elmacı Kadın” (Feyzi Tuna,1971) olarak uyarlanmış Yeşilçam’da.
1964’de Tunç Başaran, Hollywood’un da Japon yönetmen Akira Kurosawa’dan uyarladığı “Yedi Silahşör” (The Magnificent Seven, John Sturges) filmini “10 Korkusuz  Adam” adıyla Kıbrıs'a taşımış ve hızını alamayarak 1965'de de “10 Korkusuz Kadın”ı çekmiş.
"Bazıları Sıcak Sever" ve "Fıstık Gibi Maşallah"
Sonra pek çok uyarlama birbirini takip etmiş: Humphrey Bogart ve Audrey Hepburn'lu klasik komedi “Sabrina” (Howard Hawks) , Ayhan Işık'lı ve Belgin Doruk'lu  “Şoförün Kızı” olmuş  (Ülkü Erakalın,  1965); John Sturges 'in “Professionals”ı,  “Devlerin Intikamı” (Feyzi Tuna,1967); Michael Curtiz'in  “Robin Hood”u “Vatan Kurtaran  Aslan” (Tunç Başaran, 1966); Bir Billy Wilder klasiği olan “Sokak Kızı Irma” (Irma La Douce), “Kırmızı  Fener Sokağı” (Natuk Baytan, 1968) ; Marlon Brando'nun “One Eyed Jack”i, “Dağların Kartalı” (Feyzi Tuna, 1970); Charles Chaplin'in “Şehir Işıkları”sı (City Lighs) Nejat Uygur eşliğinde “Cafer Bey İyi ve Kibar” (Feyzi Tuna, 1971) ; Elia Kazan'ın unutulmaz  “Viva Zapata”sı “Reşo” (Çetin İnanç, 1974); Arthur Penn'in “Bonnie ve Clyde”ı  da  “Cemo ile Cemile” oluvermiş. (1971)
Sonraki yıllarda uysun ya da uymasın “E.T.”yi bile yorumlamaktan çekinmeyen Yeşilçam, bunu hem “Badi” (Zafer Par, 1983) hem de “Homoti” (Müjdat Gezen, 1985) adlı filmlerle gerçekleştirmişti. Öyle ki Yeşilçam, “Superman”e Hollywood'dan bile fazla önem vermiş, tam 6 filmle Superman'ı Türkleştirmiş, İstanbul'a getirmiş, kadınlar arasına sokmuş ve İtalyanlarla sayılarını çoğaltıp olimpiyatlara bile dahil etmiş.
Asıl ilginç olanı bazı uyarlamaların soft porno olarak tasarlanmış olması. Mesela John Landis'in bol kargaşalı kült filmi “Cazcı Kardeşler”i (Blues Brothers) “Sazcı Kardeşler” olmuş (1990’da çekilmiş bu video filmini izleyebilene rastlayamadık henüz). Aynı uygulamayı nedense daha çok dizi uyarlamalarında görüyoruz. Bunun belki de en uç noktası “Zengin ve Yoksul” (Rich Man and Poor Man) adlı dizideki “Falkonetti” isimli kötü adam  karakterinden uyarlanan “Balkonaetti” (1978) adlı film olsa gerek. (Diğer bazı kopyalanan diziler: “Kaygısızlar”, “Tatlı Cadı”, “Uzay Yolu” gibi gösterildiği zamanlarda beğenilen diziler…)
Bizim "Belalılar" da fena değildi canım...
AMERİKAN FİLMLERİ                                            YERLİ VERSİYONLARI
Filmin Künyesi
Oyuncular

Konusu

Filmin Künyesi
Oyuncular
Konusu
“Bazıları Sıcak Sever” (Some Like It Hot) Billy Wilder, 1959
Marilyn Monroe, Tony Curtis, Jack Lemmon
İki işsiz müzisyen bir gangster savaşına tanık olurlar ve izlerini kaybettirmek için bir kızlar orkestrasıyla turneye çıkarlar.
Fıstık Gibi Maaşallah, Hulki Saner, 1964
Türkan Şoray, İzzet Günay, Sadri Alışık
Orijinaliyle arasındaki tek fark, Türkan Şoray’ın esmer olması...
“Belalılar” (The Sting)  George Roy Hill, 1973
Paul Newman, Robert Redford
1930’ların Chicago’sunda iki adam yakın arkadaşlarını öldürten gangsterden intikam alırlar.
Belalılar, Melih Gülgen, 1974
Cüneyt Arkın, Erol Taş
1970’lerin İstanbul’unda kibar bir hırsız, kendisini yetiştiren ustasının öldürülmesi üzerine intikam yemini eder.
“Şeytan” (The Exorcist)  William Friedkin, 1973
Linda Blair, Max Von Sydow
İngiltere’de yaşayan Amerikalı ailenin 12 yaşındaki kızının ruhuna şeytan hakim olur. Onu kurtaracak olanlar iki rahiptir. 
Şeytan, Metin Erksan, 1974
Canan Perver, Cihan Ünal
İstanbul’da yaşayan zengin bir ailenin kızının ruhuna şleytan hakim olur. Onu genç bir doktor ve bir din yazarı kurtarır.
“Bir Yıldız Doğuyor” (A Star is Born) Frank Pierson, 1970
Barbra Streisend, Kris Kristofferson
Tanınmamış bir yeteneğin elinden tutan eski müzisyen onunla evlenir. Ama kadın yükseldikçe aralarındaki ilişki bozulur.
Minik Serçe, Atıf Yılmaz, 1978
Sezen Aksu, Bulut Aras
Düğünlerde şarkı söyleyen Hülya, sevgilisi Orhan sayesinde ünlü olur. Evlenirler. Ama o ünlendikçe kocasıyla arası bozulur.
“Köpekler” (Straw Dogs) Sam Peckinpah, 1971
Dustin Hoffman, Susan George
Bir matematikçi ile güzel karısı, İngiltere’de bir dağ evine giderler. Kadın burada eski sevgilisi ve bir grup serseri tarafından tecavüze uğrar. 
Kadınca, Temel Gürsu, 1984
Banu Alkan,
Ferdi Özbeğen
Ünlü müzisyen ve karısı tatile çıkar. İhmal edilen kadın önce kocasını aldatır sonra da tecavüze uğrar. İnanılmaz sahnelerle dolu bir komedi filmiydi. (!)
“Tootsie”, Sydney Pollack, 1982
Dustin Hoffman, Jessica Lange
Hiçbir yerde iş bulamayan genç adam, kadın kılığına girince hem iş hem de güzel bir sevgili bulur.
Şabaniye, Kartal Tibet, 1984
Kemal Sunal, Çiğdem Tunç
Kan davasından kaçan Şaban, annesi sayesinde kadın kılığına girer ve Şabaniye olur. Aynı zamanda da assolist olur.
“Kırmızılı Kadın” (Woman in Red) Gene Wilder, 1984
Gene Hackman, Kelly Le Brock
Ortahalli bir adamın ortahalli bir çapkınlık macerası.
Aşık Oldum, Ertem Eğilmez, 1985
Şener Şen, Şehnaz Dilan, Nevra Serezli
Fransız orijinali kadar başarılı olan Amerikan yapımı  kare kare uyarlanmış, Şener Şen ve diğer tiyatro kökenli oyuncuların renklendirdiği eğlenceli bir film.
“Postacı Kapıyı İki Kere Çalar” (The Postman Always Ring Twice)  Bob Rafelson, 1980
Jack Nicholson, Jessica Lange
Yaşlı meyhanecinin genç ve güzel karısı, günün birinde oraya gelen yakışıklı bir adamla olup kocasını öldürür.
Sarı Bela, Şahin Gök, 1985
Banu Alkan, Hakan Balamir
Hiçbir fark yok! Hakan Balamir aynı Jack Nicholson. Banu Alkan da aynı Jessica Lange. (!)
“Aşk Hikayesi” (Love Story)  Arthur Hiller, 1970
Ali McGraw, Ryan O’Neal
İki üniversiteli genç: Kız bir kütüphanede çalışır. Erkek buz hokeyi oyuncusudur. Sonu hüsran olacak dillere destan bir aşk yaşarlar.

Aşk Hikayemiz, Orhan Elmas, 1986
Hülya Avşar, Tarık Tarcan
İki üniversiteli genç: Kız bir kütüphanede çalışır. Erkek (Türkiye’de buz hokeyi imkanı pek olmadığından) basketbol oynar. Gerisi aynı...
“Sonsuz Aşk” (Endless Love)  Franco Zeffirelli, 1981
Brooke Shields, Martin Hewitt
Lise öğrencisi iki gencin akılalmaz derecedeki büyük aşkları ve ailelerin karşı çıkması.
Bitmeyen Sevda, Kaya Ererez, 1986
Derya Arbaş, Oğuz Tunç
Zaten sulugöz bir film olan orijinalinden daha da sulusu.
“Aşık Olmak” (Falling in Love) Ulu Grosbard, 1984
Robert De Niro, Meryl Streep
İkisi de evli, bir kadın ve bir erkek arasındaki yasak aşk.
Bir Günah Gibi, Alev Akarar, 1987
Halil Ergün, Zuhal Olcay
Orijinalinden farklı taraf tutuyor olması. (Yönetmenin kadın olmasının büyük etkisi var...)
“Öldüren Cazibe” (Fatal Atraction)  Adrian Lyne, 1988
Michael Douglas, Glenn Close, Anne Archer
Mutlu bir evlilik yaşayan başarılı avukat, bir anlık “içgüdü”sünün esiri olarak bir kaçamak yapar. Ama bedelini ağır öder.
Sapık Kadın, Orhan Elmas, 1988
Tarık Tarcan, Perihan Savaş, Bahar Öztan
Sevişme sahneleri dışında neredeyse aynı...
“Nefes Nefese” (Breathless)  Jim McBride, 1983
Richard Gere, Valerie Kaprinsky
Bir araba hırsızı genç, polisten kaçar ve eski kız arkadaşını bulur. Beraber kaçmaya başlarlar.
Çılgın Aşıklar, Ahmet Hoşsöyler, 1990
Hakan Ural, Serpil Çakmaklı
Bir 'yeniden çevrim'in, yeniden çevrimi... Filmin video kaset kapağında senaryosunun Sibel Can imzalı olduğu yazıyor (!)
“Batı Yakasının Hikayesi” (West Side Story)  Robert Wise, 1961
Natalie Wood, Richard Beymer
Amerikalı çocuklarla Porto Rikolu çocukların çete savaşları arasında doğan masum bir aşk.
Yasak Sokaklar, Kaya Ererez, 1994
Emrah, Seren Serengil
Aslı da zaten bir “Romeo ve Juliet” uyarlaması. Bizdeki versiyonda zengin ve yoksul farkı var.

 Not: Bu yazı 1994 yılında Mehmet Açar'ın yönetimindeki Popüler Sinema Dergisi'nde yayımlanmıştır...