Eleştirmenin Not Defteri

11 Aralık 2012 Salı

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 4


Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... Herbiri de farklı lezzetler barındırmakta...

1. İki Kadın / La Ciociara
 
İtalyan yeni-gerçekçiliği denince ilk akla gelen yönetmen Vittorio De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” (Ladri di Biciclette), “Milano Mucizesi” (Miracolo a Milano), “Umberto D” gibi ilk akla gelen başyapıtları arasına girmese de “İki Kadın” (La Ciociara) onun en sevilen ve bilinen filmlerinden biridir. Bunda tabi ki İtalyan ve dünya sinemasının en iyi aktrislerinden biri olan Sophia Loren’in güçlü performansının etkisi büyüktür. 
“İki Kadın” en çok II. Dünya Savaşı’nın İtalya cephesinde yaşanan bir trajediye odaklı gibi gözükür. Genç yaşta dul kalan Cesira ve 13 yaşındaki zayıf bünyeli kızı Rosetta’nın Hitler’le yakınlaşan Mussolini yüzünden karanlık bir geleceğe sürüklenen İtalya’daki hayatta kalma çabalarını izleriz filmde. Zira Cesira ve Rosetta’nın başına gelen ve filmin zirve noktasını oluşturan trajik olayın sorumluları da düşman askerleri değildir. Müttefiklere destek olan Fas’lı askerlerdir...
Bu nedenle De Sica’nın bu savaş dramasında önemli olan, hangi tarafın iyi ya da kötü olduğu değil savaşın insan ve topluluk psikolojilerindeki yıkıcı etkisidir. Cesira ve Rosetta Roma’dan daha güvenli olacağını düşündükleri kasabaya giderler ve orada idealist bir genç adamla Michele (gencecik bir Jean-Paul Belmondo) ile tanışırlar. Genç Rosetta ondan çok hoşlanır. Annesi Cesira da çaktırmasa da ona karşı boş değildir. Michele de Cesira’ya aşık olmuştur. 
Bu konvansiyonel aşk üçgeni savaşın bir sonucu olmakla beraber yine savaşın etkileri yüzünden darmadağın olacaktır. Cesira ve Rosetta’nın yolculukları sırasında karşılaştıkları insanlar ve onların hikayeleri de bize çıldırmış, şirazesinden çıkmış bir dünyanın fotoğrafını çeker.
Kendisine Oscar kazandıran rolünde Sophia Loren “hayat dolu” bir performans göstermiş. Yaşanılan onca olumsuz şeye rağmen kilisede yaşadığı büyük hayal kırıklığına kadar umudunu koruyan ancak sonunda savaş bitse de hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gerçeğiyle yüzleşen Cesira, film bittikten sonra bir süre sizinle birlikte yaşıyor adeta...
Filmin AE Film’den çıkan DVD’si hâlâ bulunabilir...

2. Dokuz Kadın / Nine Lives

Filmdeki erkek karakterlerden biri şöyle bir cümle kurar: “Her kadın bambaşka bir evren”. “Dokuz Kadın” orijinal adı olan “Dokuz Yaşam”dan daha doğru bir ad aslında. Epizodik yapısıyla dokuz farklı yaş, sosyal statü ve farklı yaşamlı kadının günlük hayatlarından kesitler sunuyor bize film.
Filmin senaryosuna da imzasını atan Meksikalı yönetmen Rodrigo Garcia 2009 yapımı filmi “Anneler ve Kızları”ndaki gibi (Mother and Child) pek çok ‘kadınlık hali’nden bir film oluşturmuş. Alejandro Gonzalez Inarritu’nun yapımcılığında gerçekleştirdiği filminde ele alınan kadın hikayelerinde daha çok bir hüzün, tatminsizlik, anlaşılamama, umutsuzluk hakim... Her hikaye kesintisiz, plan-sekanslarla anlatılıyor. Her bir bölüm yaklaşık olarak 12’şer dakikadan oluşuyor. Hikayeler arasında kesin bağlar yok. Bazılarının kahramanları diğerlerinin de içinde belli bir yer edinebiliyorlar ama.
Hangi suçtan dolayı mahkum olduğunu bilmediğimiz Sandra (Elpidia Carrillo) hapishanedeki zor koşullar içinde kızından uzak olmanın mutsuzluğunu yaşıyor ilk hikayede. Eski sevgilisiyle bir markette karşılaşan Diana’nın (filmin en iyi performansını veren Robin Wright Penn) yaşadığı ikilem ve duygusal karışıklık filmin en tatmin edici hikayesi aslında. Üvey babasıyla hesaplaşmaya çalışan Holly’nin (Lisa Gay Hamilton) hikayesi de dokunaklı. 
Erkek arkadaşıyla ciddi sorunları olan Sonia’nın (Holly Hunter) ve annesiyle babasının bozuk ilişkisi arasında ne yapacağını bilemez bir halde çırpınıp kendi hayatına yoğunlaşamayan Samantha’nın (Amanda Seyfried) hikayeleri de fazla sığda kalıyorlar. Eski eşinin kendisinden sonraki karısının cenazesine katılan Lorna’nın (Amy Brenneman) kocasını teselli ettiği hikaye de öyle.  
Kocasından tatmin olamayan Ruth’un (Sissy Spacek) yaşadığı yasak ilişkiden tekrar ailesine dönüşü hikayesi klişe ama duyarlı, kanser tedavisi için hastaneye yatan Camille’in (Kathy Baker) kocasıyla (Joe Mantegna) olan tatlı didişmesi ve Maggie’nin (Glenn Close) bir mezarlıkta kendisi ve hayatla olan hesaplaşması filmin en anlamlı hikayeleri. Bu epizodik filmde bazı bölümler bir ‘final’ istiyor ama yönetmen Garcia bunu pek önemsemiyor.
Filmin Tiglon’dan çıkan DVD’si biraz zor bulunabilir artık…

3. Aşk Uğruna / Pour Elle

Tek çocuklu bir karı-kocanın mutlu mesut hayatı, sıradan bir sabah evlerine baskın yapan polisler tarafından allak bullak olur. Lisa (Diane Kruger) bir cinayetin sanığıdır. Kocası Julien (Vincent Lindon) bir saniye bile onun suçlu olduğuna inanmaz. Birlikte adalet sistemine güvenirler. Ancak 3 yıl içinde müspet bir sonuç alınamaz, hatta hapishanede giderek ümitsiz bir hale gelen Lisa’nın yaşama isteği bile tükenmek üzeredir. Julien haksız yere hapis yatan karısını oradan kaçırmak için bir firar planı hazırlar. Bundan sonrası gergin bir kaçış hikayesi...
Julien’in karısına olan aşkı, ona olan inancı ve yeniden aile olabilmek için yaptıklarını takdir eden seyirci, bu güdüyle yaptığı herşeye göz yumma eğiliminde. Dolayısıyla kahramanıyla sağlam bir ödeşleşme kuran film, sonrasındaki tüm olay ve gelişmeleri gayet akıcı ve inandırıcı yollarla çözüyor. Firara da inanıyorsunuz, Julien’in firarı finanse etmek için yaptığı çırpınışlara da.
Film, adalet kavramını tartışmaya hiç yanaşmıyor bile. Bunu yapan tonla film olduğu için, öykünün o tarafını çarçabuk hallediyor ve meseleyi erkek seyircinin kendisini Julien’in yerine koyup aynı durumda olsa neyi yapıp neyi yapamayacağını sorgulamasına getiriyor. Amacına da ulaşıyor. Bunda emektar Fransız aktör Vincent Lindon’ın son derece inandırıcı ve süssüz performansının etkisi ise büyük.    
Film Hollywood’da Paul Haggis’in eliyle 2010’da uyarlanmıştı. Russel Crowe’un başrolde olduğu film orijinali kadar olmasa da ilgi çekici olabilmişti. Aynı hikaye Türk televizyonlarında “20 dakika” adlı bir TV dizisi olarak da uyarlandı...
Filmin Tiglon’dan çıkmış DVD’sini uafak çaplı bir aramayla bulunabilir...

4. Zombieland

Bazen artık suyu çıkmış türlerden hâlâ yenilikçi örneklerin çıkabiliyor olması, yerde para bulmuş etkisi yaratabiliyor bünyede. Yakın geçmişte iki film bunu düşünmemize sebep oldu. Biri romantik komedi türüne farklı yakalaşabilen “Aşkın (500) Günü”ydü. Diğeri de “Zombieland”. George A. Romero’nun “Yaşayan Ölülerin Gecesi”nden beri (1968) zombiler neredeyse her türlü bakış açısıyla ele alınmıştı aslında. Dolayısıyla oldukça geniş bir külliyat var geride... “Zombieland” öncelikle bu külliyattan besleniyor ve yeni fikirlerini bu külliyatın üzerine ekliyor.
Evet, muhteşem bir jenerikle açılan “Zombieland”, zombie’lerle dolu bir dünyada yaşama rehberi sunuyor ilk önce. Bunu uç noktaya götürüp absürd bir komedi yapmıyor ama. Ya da bağırsakların dışarılara döküldüğü bir vahşet komedisi de çıkarmıyor. 
Grafik anlamda bir çizgi roman uyarlaması havası yaratarak, eğlenceli bir senaryo eşliğinde ‘insanoğlu her şekilde ortama ayak uydurabilen bir organizma’dır da diyor. 
Öte yandan o kadar öldürülen zombie ve atılan kurşuna rağmen o kadar iyi niyetli bir film ki; insan bu kombinasyon karşısında ne düşüneceğini şaşırıyor. Bill Murray’nin olaya dahil oluşu ve çıkışı ise son yıllarda bir korku-komedi filminde rastladığımız en parlak fikir olabilir...
"Zombieland"de Emma Stone'a da ayrı bir parantez açmak pek de abes olmaz. Genç aktris bu 'parodik' komedide bile sadece güzelliğiyle değil filmden taşan enerjisiyle de dikkat çekiyor...
Filmin Tiglon’dan çıkan DVD’si iyi bir aramayla edinilebilir...
 
5. Çılgın Aile / Parenthood

80’lerin popüler komedyenlerinden, bir Saturday Night Live oyuncusu olmasa da aynı dönemde çıktığı için hep öyleymiş gibi algılanan Steve Martin’in hep entelektüel bir tarafı vardı. Martin safkan komedilerde başarılı olduğu kadar trajikomik filmlerde hatta melodramlarda bile rol almaktan çekinmedi hiç. Özellikle de bu Ron Howard filmi “Çılgın Aile” o zamana kadar onun safkan komedi filmi olmayan ilk filmiydi.
“Çılgın Aile” adına bakıp da aklınız başka bir yere gitmesin. Filmlere Türkçe isim koyanlar bazen filmlerin ilgi görmesini böyle isimlere bağlarlar. “Çılgın Aile”de büyük bir aile var ama öyle çılgın filan değiller. Nasıl çılgın bir aile olunur ondan da pek emin değilim açıkçası. Buckman ailesinin ebeveynleri aslında dünyanın her yerindeki ebeveynlerle aynı sorunları ve endişeleri yaşıyorlar. ‘Çocuklarımızın geleceğini nasıl garantileriz?’, ‘yaşlanınca ne olacağız?’, ‘nasıl iyi anne-baba olunur’ gibi meseleler bunlar. İçinde çocuklarını mükemmellik uğruna zeki robotlar gibi yetiştirmeye çalışan bir babanın yanısıra babalığı akıntıya kapılmış gibi yaşayan ve ne olup bittiğinin farkına varamamanın huzursuzluğunu taşıyan bir baba da var. Başını sürekli derde sokan oğluna bir türlü kızamayan yaşlı bir babanın yanısıra annesi ve kızkardeşiyle yaşayan, tam da ergenlik çağında bir babaya çok ihtiyaç duyan yalnız bir çocuk da var... Bu çok hikayecikli yapı, acı-tatlı sahne ve durumlarla samimi bir biçimde oluşturmuş...
“Çılgın Aile” kalabalık kadrosu (Steve Martin, Tom Hulce, Jason Robards, Keanu Reeves, Dianne Wiest, Mary Steenburgen, Rick Moranis, Martha Plimpton...) güleryüzlü bir üslupla yazılmış senaryosu ve sıkmayan temposuyla iyi bir aile filmi... Bugünün aynı tornadan çıkmış gibi duran ‘aile olmak’ temalı Amerikan bağımsızlarının temel filmlerinden de biridir aslında...
Filmin As Sanat’tan çıkan DVD’si kolayca bulunabilir…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder