Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... Herbiri de farklı lezzetler barındırmakta...
1. İki Kadın / La Ciociara
İtalyan yeni-gerçekçiliği
denince ilk akla gelen yönetmen Vittorio De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları”
(Ladri di Biciclette), “Milano Mucizesi” (Miracolo a Milano), “Umberto D” gibi
ilk akla gelen başyapıtları arasına girmese de “İki Kadın” (La Ciociara) onun
en sevilen ve bilinen filmlerinden biridir. Bunda tabi ki İtalyan ve dünya
sinemasının en iyi aktrislerinden biri olan Sophia Loren’in güçlü
performansının etkisi büyüktür.
“İki Kadın” en çok II. Dünya
Savaşı’nın İtalya cephesinde yaşanan bir trajediye odaklı gibi gözükür. Genç
yaşta dul kalan Cesira ve 13 yaşındaki zayıf bünyeli kızı Rosetta’nın Hitler’le
yakınlaşan Mussolini yüzünden karanlık bir geleceğe sürüklenen İtalya’daki
hayatta kalma çabalarını izleriz filmde. Zira Cesira ve Rosetta’nın başına
gelen ve filmin zirve noktasını oluşturan trajik olayın sorumluları da düşman
askerleri değildir. Müttefiklere destek olan Fas’lı askerlerdir...
Bu nedenle De Sica’nın bu
savaş dramasında önemli olan, hangi tarafın iyi ya da kötü olduğu değil savaşın
insan ve topluluk psikolojilerindeki yıkıcı etkisidir. Cesira ve Rosetta
Roma’dan daha güvenli olacağını düşündükleri kasabaya giderler ve orada idealist
bir genç adamla Michele (gencecik bir Jean-Paul Belmondo) ile tanışırlar. Genç
Rosetta ondan çok hoşlanır. Annesi Cesira da çaktırmasa da ona karşı boş
değildir. Michele de Cesira’ya aşık olmuştur.
Bu konvansiyonel aşk üçgeni
savaşın bir sonucu olmakla beraber yine savaşın etkileri yüzünden darmadağın
olacaktır. Cesira ve Rosetta’nın yolculukları sırasında karşılaştıkları
insanlar ve onların hikayeleri de bize çıldırmış, şirazesinden çıkmış bir
dünyanın fotoğrafını çeker.
Kendisine Oscar
kazandıran rolünde Sophia Loren “hayat dolu” bir performans göstermiş.
Yaşanılan onca olumsuz şeye rağmen kilisede yaşadığı büyük hayal kırıklığına
kadar umudunu koruyan ancak sonunda savaş bitse de hiçbir şeyin eskisi gibi
olmayacağı gerçeğiyle yüzleşen Cesira, film bittikten sonra bir süre sizinle
birlikte yaşıyor adeta...
Filmin AE Film’den çıkan
DVD’si hâlâ bulunabilir...
2. Dokuz Kadın / Nine Lives
Filmdeki erkek karakterlerden biri şöyle
bir cümle kurar: “Her kadın bambaşka bir evren”. “Dokuz Kadın” orijinal adı
olan “Dokuz Yaşam”dan daha doğru bir ad aslında. Epizodik yapısıyla dokuz
farklı yaş, sosyal statü ve farklı yaşamlı kadının günlük hayatlarından
kesitler sunuyor bize film.
Filmin senaryosuna da imzasını atan Meksikalı
yönetmen Rodrigo Garcia 2009 yapımı filmi “Anneler ve Kızları”ndaki gibi
(Mother and Child) pek çok ‘kadınlık hali’nden bir film oluşturmuş. Alejandro
Gonzalez Inarritu’nun yapımcılığında gerçekleştirdiği filminde ele alınan kadın
hikayelerinde daha çok bir hüzün, tatminsizlik, anlaşılamama, umutsuzluk
hakim... Her hikaye kesintisiz, plan-sekanslarla anlatılıyor. Her bir bölüm
yaklaşık olarak 12’şer dakikadan oluşuyor. Hikayeler arasında kesin bağlar yok.
Bazılarının kahramanları diğerlerinin de içinde belli bir yer edinebiliyorlar
ama.
Hangi suçtan dolayı mahkum olduğunu
bilmediğimiz Sandra (Elpidia Carrillo) hapishanedeki zor koşullar içinde
kızından uzak olmanın mutsuzluğunu yaşıyor ilk hikayede. Eski sevgilisiyle bir
markette karşılaşan Diana’nın (filmin en iyi performansını veren Robin Wright
Penn) yaşadığı ikilem ve duygusal karışıklık filmin en tatmin edici hikayesi
aslında. Üvey babasıyla hesaplaşmaya çalışan Holly’nin (Lisa Gay Hamilton)
hikayesi de dokunaklı.
Erkek arkadaşıyla ciddi sorunları olan Sonia’nın (Holly
Hunter) ve annesiyle babasının bozuk ilişkisi arasında ne yapacağını bilemez
bir halde çırpınıp kendi hayatına yoğunlaşamayan Samantha’nın (Amanda Seyfried)
hikayeleri de fazla sığda kalıyorlar. Eski eşinin kendisinden sonraki karısının
cenazesine katılan Lorna’nın (Amy Brenneman) kocasını teselli ettiği hikaye de
öyle.
Kocasından tatmin olamayan Ruth’un (Sissy
Spacek) yaşadığı yasak ilişkiden tekrar ailesine dönüşü hikayesi klişe ama
duyarlı, kanser tedavisi için hastaneye yatan Camille’in (Kathy Baker)
kocasıyla (Joe Mantegna) olan tatlı didişmesi ve Maggie’nin (Glenn Close) bir
mezarlıkta kendisi ve hayatla olan hesaplaşması filmin en anlamlı hikayeleri. Bu
epizodik filmde bazı bölümler bir ‘final’ istiyor ama yönetmen Garcia bunu pek
önemsemiyor.
Filmin Tiglon’dan çıkan DVD’si biraz zor
bulunabilir artık…
3. Aşk Uğruna / Pour Elle
Tek çocuklu bir
karı-kocanın mutlu mesut hayatı, sıradan bir sabah evlerine baskın yapan
polisler tarafından allak bullak olur. Lisa (Diane Kruger) bir cinayetin
sanığıdır. Kocası Julien (Vincent Lindon) bir saniye bile onun suçlu olduğuna
inanmaz. Birlikte adalet sistemine güvenirler. Ancak 3 yıl içinde müspet bir
sonuç alınamaz, hatta hapishanede giderek ümitsiz bir hale gelen Lisa’nın
yaşama isteği bile tükenmek üzeredir. Julien haksız yere hapis yatan karısını
oradan kaçırmak için bir firar planı hazırlar. Bundan sonrası gergin bir kaçış
hikayesi...
Julien’in karısına olan
aşkı, ona olan inancı ve yeniden aile olabilmek için yaptıklarını takdir eden
seyirci, bu güdüyle yaptığı herşeye göz yumma eğiliminde. Dolayısıyla kahramanıyla
sağlam bir ödeşleşme kuran film, sonrasındaki tüm olay ve gelişmeleri gayet
akıcı ve inandırıcı yollarla çözüyor. Firara da inanıyorsunuz, Julien’in firarı
finanse etmek için yaptığı çırpınışlara da.
Film, adalet kavramını
tartışmaya hiç yanaşmıyor bile. Bunu yapan tonla film olduğu için, öykünün o
tarafını çarçabuk hallediyor ve meseleyi erkek seyircinin kendisini Julien’in
yerine koyup aynı durumda olsa neyi yapıp neyi yapamayacağını sorgulamasına
getiriyor. Amacına da ulaşıyor. Bunda emektar Fransız aktör Vincent Lindon’ın
son derece inandırıcı ve süssüz performansının etkisi ise büyük.
Film Hollywood’da Paul
Haggis’in eliyle 2010’da uyarlanmıştı. Russel Crowe’un başrolde olduğu film orijinali
kadar olmasa da ilgi çekici olabilmişti. Aynı hikaye Türk televizyonlarında “20
dakika” adlı bir TV dizisi olarak da uyarlandı...
Filmin Tiglon’dan çıkmış DVD’sini
uafak çaplı bir aramayla bulunabilir...
4. Zombieland
Bazen artık suyu çıkmış
türlerden hâlâ yenilikçi örneklerin çıkabiliyor olması, yerde para bulmuş
etkisi yaratabiliyor bünyede. Yakın geçmişte iki film bunu düşünmemize sebep
oldu. Biri romantik komedi türüne farklı yakalaşabilen “Aşkın (500) Günü”ydü.
Diğeri de “Zombieland”. George A. Romero’nun “Yaşayan Ölülerin Gecesi”nden beri
(1968) zombiler neredeyse her türlü bakış açısıyla ele alınmıştı aslında.
Dolayısıyla oldukça geniş bir külliyat var geride... “Zombieland” öncelikle bu
külliyattan besleniyor ve yeni fikirlerini bu külliyatın üzerine ekliyor.
Evet, muhteşem bir
jenerikle açılan “Zombieland”, zombie’lerle dolu bir dünyada yaşama rehberi
sunuyor ilk önce. Bunu uç noktaya götürüp absürd bir komedi yapmıyor ama. Ya da
bağırsakların dışarılara döküldüğü bir vahşet komedisi de çıkarmıyor.
Grafik
anlamda bir çizgi roman uyarlaması havası yaratarak, eğlenceli bir senaryo
eşliğinde ‘insanoğlu her şekilde ortama ayak uydurabilen bir organizma’dır da
diyor.
Öte yandan o kadar öldürülen zombie ve atılan kurşuna rağmen o kadar iyi
niyetli bir film ki; insan bu kombinasyon karşısında ne düşüneceğini şaşırıyor.
Bill Murray’nin olaya dahil oluşu ve çıkışı ise son yıllarda bir korku-komedi
filminde rastladığımız en parlak fikir olabilir...
"Zombieland"de Emma Stone'a da ayrı bir parantez açmak pek de abes olmaz. Genç aktris bu 'parodik' komedide bile sadece güzelliğiyle değil filmden taşan enerjisiyle de dikkat çekiyor...
"Zombieland"de Emma Stone'a da ayrı bir parantez açmak pek de abes olmaz. Genç aktris bu 'parodik' komedide bile sadece güzelliğiyle değil filmden taşan enerjisiyle de dikkat çekiyor...
Filmin Tiglon’dan çıkan
DVD’si iyi bir aramayla edinilebilir...
5. Çılgın Aile / Parenthood
80’lerin popüler komedyenlerinden, bir Saturday
Night Live oyuncusu olmasa da aynı dönemde çıktığı için hep öyleymiş gibi
algılanan Steve Martin’in hep entelektüel bir tarafı vardı. Martin safkan
komedilerde başarılı olduğu kadar trajikomik filmlerde hatta melodramlarda bile
rol almaktan çekinmedi hiç. Özellikle de bu Ron Howard filmi “Çılgın Aile” o
zamana kadar onun safkan komedi filmi olmayan ilk filmiydi.
“Çılgın Aile” adına bakıp da aklınız başka
bir yere gitmesin. Filmlere Türkçe isim koyanlar bazen filmlerin ilgi görmesini
böyle isimlere bağlarlar. “Çılgın Aile”de büyük bir aile var ama öyle çılgın
filan değiller. Nasıl çılgın bir aile olunur ondan da pek emin değilim
açıkçası. Buckman ailesinin ebeveynleri aslında dünyanın her yerindeki
ebeveynlerle aynı sorunları ve endişeleri yaşıyorlar. ‘Çocuklarımızın
geleceğini nasıl garantileriz?’, ‘yaşlanınca ne olacağız?’, ‘nasıl iyi
anne-baba olunur’ gibi meseleler bunlar. İçinde çocuklarını mükemmellik uğruna
zeki robotlar gibi yetiştirmeye çalışan bir babanın yanısıra babalığı akıntıya
kapılmış gibi yaşayan ve ne olup bittiğinin farkına varamamanın huzursuzluğunu
taşıyan bir baba da var. Başını sürekli derde sokan oğluna bir türlü kızamayan
yaşlı bir babanın yanısıra annesi ve kızkardeşiyle yaşayan, tam da ergenlik
çağında bir babaya çok ihtiyaç duyan yalnız bir çocuk da var... Bu çok
hikayecikli yapı, acı-tatlı sahne ve durumlarla samimi bir biçimde oluşturmuş...
“Çılgın Aile” kalabalık kadrosu (Steve
Martin, Tom Hulce, Jason Robards, Keanu Reeves, Dianne Wiest, Mary Steenburgen,
Rick Moranis, Martha Plimpton...) güleryüzlü bir üslupla yazılmış senaryosu ve
sıkmayan temposuyla iyi bir aile filmi... Bugünün aynı tornadan çıkmış gibi
duran ‘aile olmak’ temalı Amerikan bağımsızlarının temel filmlerinden de
biridir aslında...
Filmin As Sanat’tan çıkan DVD’si kolayca
bulunabilir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder