"...Oysa tren kompartımanları iğrenç kokar. Ama bir süre sonra kokuya alışmaya başlarsın. En kötüsü de nedir biliyor musun? Yolun uzun olduğunu bilirsin. Çok uzundur.”
Ne hikmetse bizde Amerikalılar adıyla oynayan Glengary Glen Ross'da Al Pacino ağzı laf yapan bir emlakçıdır ve kafalamaya çalıştığı müşterisine böyle bir hayat tanımı yapar. Sadri Alışık ise Şakayla Karışık filminde hayatı başka bir şeye benzetiyor: “Hayat da bir futbol oyunu değil mi be! Biz oyuncularıyız işte bu oyunun. Ortadaki top da gururumuz, şerefimiz değil mi?”
Bir de hayat filmlerden öğrenilmez derler. Oysa her film bize değişik hayatlar göstermez mi? Bu filmlerde tanıdık birtakım hayatlara ya da özlemle beklenen “yeni hayat”lara rastlamaz mıyız hiç?
Hayatından memnun olmayanlarımızın ya da memnun olup da yine de başka bir hayatı yaşama isteğini içinde duyanlarımızın hayatıdır bu “yeni hayat”. Tıpkı cennet ve cehennemin gerçekte olup olmadığı kadar muğlaktır yeni hayatın da varlığı. Oysa bu meseleye Gerard Depardieu güzel bir anlam katmıştı daha önce bir filmde: “Cennet de cehennem de dünyevi olabilir. Onları gittiğimiz her yere götürürüz.”(1492 Cennetin Keşfi). Ama yeni hayat için pek kafa yorulmuyor genellikle. Neler tartışılabilir oysa: Acaba herkese yetecek kadar yeni hayat var mıdır bu dünyada? Herkesin “yeni hayat”ı farklı mıdır? İlla aşık olunca mı ‘yeni bir hayat’a başlarız? Dante’nin Beatrice’e aşık olması gibi...
Peki eski hayattan ne haber ?
Yeni olan bir hayattan bahsedildiğine göre eski bir hayatın da varlığı sözkonusu değil midir? O zaman bu ‘eski hayat’ da nedir?
denizlerimiz var, güneş içinde
ağaçlarımız var, yaprak içinde
sabah akşam gider gider geliriz
denizlerimizle ağaçlarımız arasında
yokluk içinde.
Varlık içinde yokluk çektiğimiz, otomatiğe bağlayarak yaşadığımız bu hayatı tarif etmiş bu şiirinde acaba Orhan Veli?
Gülmek, sevinmek; ağlamak, üzülmek; bakmak, görmek ve dokunmak... “Hayat böyle anlardan ibarettir. Kimimiz daha hayatının başındadır. Kimimizse sonuna yaklaşmıştır. Ne olursa olsun en önemli şey yaşadığımız anlardır. Hastalanmak mı ?İflas etmek mi? Ölmek mi? Ya da sevdiğin birini kaybetmek mi? Bunlar herkesin başına gelen şeylerdir. Hayatın birer parçasıdır. Bunu bildiğimiz halde biz neden üzülüyoruz ?”(yine Al Pacino, yine Glengary Glen Ross)
Belki Al Pacino da bir eski hayat tanımı yapıyordur bu sözleriyle. Yaşanarak değil, kaygılanarak eskitilen bir hayat!
Neden yeni bir hayatın peşındeyizdir çoğu zaman? Eski olduğuna inandığımız hayat neden eskimiştir ki? Kimse için kolay değildir ki hayat... Peki yine de nedir bu isyan?
Aslında David Bowie’nin de bir şarkısında dediği gibi “Biz başkalarının depresyonlarıyla yaşamayı öğreniyoruz. Ama ben başkalarının depresyonuyla yaşamak istemiyorum.”(Fantastic Voyage). Çünkü bir insan birisiyle yaşlanmalıdır gerçekte. Birisi yüzünden değil….
Oysa öyle değil midir bu ülkede genelikle? Karımız, çocuğumuz, annemiz, babamız için yaşamıyor muyuz çoğu zaman? Neden hep takdir edilmeyi bekliyoruz ya da neden hep sevilmek, beğenilmek ihtiyacı duyarız? Çünkü zaman geçip giderken bizim yaptığımız tek şey birilerine birşeyler kanıtlamaya çalışmak. Karımıza veya sevgilimize onu sevdiğimizi kanıtlamak, patronumuza iyi bir çalışan olduğumuzu kanıtlamak, anne ve babamıza da iyi evlat olduğumuzu kanıtlamak. “Başkaları için yaşamaktır kimilerinin kaderi.” (Hülya Koçyiğit, Düğün)
Niye böyle şeylere muhtacız ve kim bizi bunların mecburiyetinden kurtaracak? Grace Kelly, Arka Pencere’de (Rear Window) “Bir erkeğin başı derde girdi mi onu sadece bir kadın kurtarır” demişti. Kim? Kadınlar mı bizi kurtaracak? Ama bakın Charles Bukowski ne diyor bu konuda ?
“Kadınlar... giysilerinin rengi, konuşma tarzları, bazılarının yüzündeki acımasızlık ifadesi yada saf neredeyse büyüleyici kadınsı güzellik daima etkilemiştir beni. Bizden üstünlükleri vardır: Her şeyi daha iyi planlarlar ve organize ederler. Erkekler bir futbol maçı izler, bira içer ya da bowling oynarken; kadınlar bizi düşünüyorlar. Bizi kabul edip etmeme, atıp atmama, öldürüp öldürmeme, ya da sadece terkedip terketmeme konusunda enine boyuna düşünüp karar veriyorlardır. Sonu pek önemli değil, ne yaparlarsa yapsınlar sonunda biz yalnız kalıp kafayı yiyoruz.”
Bazen bazılarımız için kadınlar bir yeni hayatın anahtarıdırlar, doğru. Nitekim Kadın Kokusu'nda (Scent of a Woman) Al Pacino’ nun da dediği gibi: “Beni bunca sene ne ayakta tuttu biliyor musun? Sadece bir günün olabileceğini düşünmek. Bir sabah uyanıp o kadının hâlâ yanımda olduğunu bilmek. Onun kokusunu hissetmek...”
“Ama burası dünyanın doğusu. Bizim kadınlar atmaca gibidirler.” (Kadir İnanır, Med Cezir Manzaraları)
Çıkış var mı peki ?
Yoksa yalnızlık mı bizi ‘eski hayat’tan kurtulma isteğimize iyi gelecek olan şey? Bazılarımızın başvurduğu en kolay yoldur bu. Özlenen bu yeni hayatı kendi içinde aramak. Dışardaki hayatla pek ilgilenmemek. Ama yalnızlığın iki mevsimi vardır. Yaz mevsimi iyidir yalnızlığın. Rahatsınızdır ve dünya sanki sizindir. Fakat “Yalnızlığımızın kışı çok sert geçer. Ne bir yaprak, ne bir ses...”(Robert Redford, Three Days of Condor)
Böyle yalnız durumlarda oturup şunu sorarız kendimize bazen, diğer mutlu insanlara bakaraktan: Niye “bazıları yerden alır elmayı, bazıları dalından koparır”? (Kadir İnanır, Bir Yudum Sevgi).
Ya da teslim olup da birkaç güzel gün aşkına eski hayatla yeniden uyuşmalı mıyız acaba? Eski hayatı yeniden yaşanabilir yapabilir miyiz alabildiğine? Yoksa “dünya böyle deyip yürüyeceksin ve hiç arkana bakmayacaksın” mı? (İlyas Salman, Sarı Mersedes)
Ya da eski hayatın yine de giderek özlenen eski güzel günlerine ağıtlar yakıp kafamızı bir yerlere mi vuracağız hep?
“neydi aydınlığa rağmen parlayan?
artık hiçbirşeyi geri getiremeyiz.
ne otlardaki o parıltıyı
ne çiçeklerdeki o gösteriyi
yas tutamayız artıkelimizde kalanlarla yetinmeliyiz.” (Natalie Wood, Splendor in the Grass)
Belki de boşu boşuna bir hayalin peşinden koşmuşuzdur biz yeni bir hayat isteyenler. “Yeni hayat” yoktur aslında. Sadece bir hayat vardır gerçekte ve biz de onu yaşayarak eskitmekteyizdir günbe gün.
Belki de o eski şarkıda da dendiği gibi; "bu yüzden her gece ben, her gece üzülmüşüm... O yüzden her gece ben aşkın diline düşmüşüm..."
Not: Bu yazı 1997’de Yeni Yüzyıl gazetesinin Café Pazar ilavesinde yayınlanmış olan yazının kısaltılmış halidir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder