Amerika’nın alt kültüründe bir peygamber gibiydi. Ailenizin
sizden uzak durmanızı isteyeceği her pisliği yaşadı. Ama bu, onun tercihiydi.
Charles Bukowski adındaki bu adam gerçek bir sokak
filozofuydu.
Sadece edebiyatın değil tüm dünyanın en özgün insanlarından
biriydi Charles Bukowski. Hayat anlayışı içki, kadınlar ve at yarışı ile tarif
edilebiliyordu. Sokakta görseniz alelade bir berduş sanabilirdiniz. Yazdıklarını
bazıları saçmalık olarak kabul etse de kendine özgü bir dili ve dünyası
olduğunu kimse inkar edemez.
1920, Almanya doğumlu Bukowski iki yaşındayken ailesiyle Amerika’ya gelir. Okuduğu okul ona yetmez ve tüm Amerika’yı dolaşır. Bu arada akla hayale gelmeyecek bir sürü ikinci sınıf işlerle oyalanır. Benzinci, bulaşıkçı, park bekçisi, kapıcı filan olur. Kendi deyimiyle yüze yakın işe girip çıkar. Çok zor geçinir ve buna rağmen devamlı öykü, şiir yazar.
Öykülerini çeşitli önemli dergilere ve yayınlara gönderen
Bukowski, ilk öyküsünün yayınlandığını görmek için 24 yaşını beklemek zorunda
kalır. Ondan sonra birkaç dergide daha yazmaya başlayan Bukowski anlaşılan
biraz rehavete kapılır ki 10 yıl tek bir şey yazmayıp sadece içki şişelerine
verir kendisini. Bu 10 yıl içerisinde içki ve kadınlar dışında bir şey girmez hayatına.
Ta ki iç kanama sebebiyle hastaneye kaldırılana kadar. Durumu o kadar ağır olur
ki doktorlar ona bir kadeh bile içse öleceğini söylerler. Ama o bunun tersini
bir güzel kanıtlar: Daha fazla içerek. 35 yaşına geldiğinde Bukowski birden
şiir yazmaya başlar. 1960’ların ortalarında değişik underground gazetelerde
“Notes of a Dirty Old Man” (Pis Moruğun Notları) adlı köşe yazılarını yazmaya
başlar. 50 yaşında çalıştığı ikinci sınıf işleri bitirir Bukowski.
Artık o da bir nevi emeklidir. Böylece ilk romanı da o yıl ortaya çıkar: “Post
Office” (Postane).
Bukowski yazdığı öykülerde çoğunlukla kendisinin yaşadıklarından yola çıkıyordu. Genelde baş karakterin adı Henry Chinaski’ydi. Chinaski’nin yaşadıklarından Bukowski’nin yaşadıklarını da çıkarabilmek çoğu zaman mümkündü. İlk romanı “Postane”de de bir postanede çalıştığı zamanları Chinaski’ye yaşatır Bukowski. Kendisinin de belirttiği gibi bu romanı yazmak için 20 şişe viski, 210 şişe bira ve 80 tane de puro tüketerek 20 gece harcamıştır. Bu ilk romanının sağladığı başarı onun artık bundan böyle geçimini yazarak kazanmaya başladığı zamanların da başlangıcını oluşturur. Bukowski bundan sonra birçok dergiye ve gazeteye yazı ve öykü vererek geçimini sağlar. Ama bu onun düzenli bir hayata geçtiği anlamına da gelmez. Tam tersi yaşlandıkça kendi deyimiyle “pis bir moruk”a dönüşür. O kimilerine göre bir peygamber kimilerine göreyse serserinin biriydi.
Bukowski’nin hayatını bilip de kitaplarını okuduğunuzda sizi etkileyecek bir çok materyal vardır. Mesela Bukowski birçok defa rahat ve düzenli bir hayata geçmek için iyi fırsatlar yakalamış ama o, yine de bile bile ters yönü tercih etmiştir. Zengin ve güzel Teksas’lı bir kadınla zengin çiftliğinde ihtişamlı bir hayat sürebilecekken, pis kokan apartman dairesine geri dönmüş, ayyaşlarla takılmayı tercih etmiştir mesela. Chinaski pek çok defa iyi paralar da kazanır ama bunu son kuruşuna kadar fahişelere, at yarışlarına ve içkiye yatırmaktan geri durmaz. Bu onun felsefesidir. Olmadık yerlerde yellenmekten hiç utanmaz, hoşuna giden kadına –çok hoşuna gitmişse özellikle- gördüğü yerde tecavüz etmeye bile kalkar. Maço söylemler kullanmaya bayılır, başını olmadık belalara sokmaya da öyle. Tatlı bir serseridir aslında. Türk sinemasında oynasa oynasa Sadri Alışık’ın oynayabileceği bir tiptir.
Şişelerce içtiğinde bile kontrolünü tam olarak yitirmez. Chinaski’nin Bukowski’nin ta kendisi olduğunu onun bir senaryosunu “Barfly” adıyla çeken Fransız asıllı Amerikalı yönetmen Barbet Schroder şu sözleriyle kanıtlıyor: “Bazı insanlar çok içtikleri zaman aptallaşırlar. Ama Bukowski ikinci viski şişesini devirdikten sonra daha da derinleşiyordu.”
Öldüğü gün kimse ağlamadı. Çünkü onun tüm sevenleri ve
okuyucuları o gece sarhoştular... Ve hepimiz o gece kadehlerimizi pis moruk için kaldırdık...
10.07.1999
Bukowski'nin hayati bana George Orwell'in 1936 yilinda yayimlanan Aspidistra romanindaki karakteri hatirlatti, o da bir o kadar firsat eline geçmis olsa da para kazanmak için ugra$ip didinecegi bir hayata sirtini dönmüs bir karakteri anlatiyor, belki okumu$sunuzdur.
YanıtlaSilhayır okumamıştım... 1984 ve Animal Farm romanlarını okuyup çok sevmiştim... "Aspidistra" da çok ilgimi çekti şimdi... okuma listeme alayım... teşekkürler...
YanıtlaSilSadri Alışık eşleştirmesinin yerine oturmadığını düşünüyorum... Hayata boşvermiş, kazanma hırsı olmayan garibanla, Bukowski'nin nihilist ve psikolojik sorunları yüzünden saptığı antisosyal karşıtlık birbirine hiç benzemiyor... Sadri abinin duygusallağı çok derindir, Bukowski ise sistem karşıtı asi bir tipin yapacak hiçbir şeyi olmadığı için sistem dışı yaşama tutunamayışını göz göre kendisini bu çizgide kalmak için zorlamasını yansıtmaya çalışır.
YanıtlaSilSadri Alışık'ın canlandırdığı karakteri çok severim, neredeyse bütün kitaplarını okuduğum Bukowski'yi de bitmiş kapitalist toplumun en dibinde savaş veren bir Don Kişot olarak görürüm...
Yazınız çok güzel ama ah bir de şu Sadri abiyi işin içine katmasaymışsınız...