"Çok eskiden rastlaşacaktık..." |
Neden içimizde bir yangın başlamış
gibi hissederiz daha bu filmin adı geçince? Türkan Şoray’ın ağzından dökülen
“Çok eskiden rastlaşacaktık” cümlesi neden bu kadar yaralar içimizi? “Vesikalı
Yarim”i bu kadar özel bir film kılan şeyler neler?
Lütfi Akad’ın melodramlar üstü
filmi “Vesikalı Yarim”in etkileyiciliği, ölümsüz çekiciliği kuşkusuz sadece
oyunculukları, samimi yazılmış senaryosu veya hatasız yönetimiyle anlatılamaz.
“Vesikalı Yarim”i bu toplumun ortak belleğine kazıyan kelime ‘imkânsızlık’
aslında. Tabi şu anki toplum hayatından giderek uzaklaşan ‘o tutkulu aşk’ın
naifliği de var...
Birincisinden başlamak gerekirse; ‘imkansız
aşk’ adına melodram denen türün en temel motiflerinden biridir. Kaderciliğin ve
kara sevda hikayelerine duyulan yoğun ilginin artık genlerine işlendiği bu
toplumda ise bir ‘vesikalı yar’e duyulan sevgiden bahsetmek az ‘tetikleyici’
değildir herhalde... Nitekim ta 1940’ta Orhan Veli “Tahattur” adlı şiirinde
bahsetmemiş mi ‘vesikalı yar’den?
“Alnımdaki bıçak yarası
Senin yüzünden;
Tabakam senin yadigarın;
‘İki elin kanda olsa gel!’
diyor,
Telgrafın;
Nasıl unuturum seni ben,
Vesikalı yarim?”
Filmin senaristi Safa Önal’ın bu
şiirden yola çıkıp çıkmadığı bilinmez. Ama bıçak yarası, tabaka ve tabi ki
‘vesikalı yar’ filmin hikayesinde de önemli işlevleri olan referanslar sanki... Türk sinemasını
inceleyen tarihçilerin ‘fahişe romantizmi’ adıyla aynı başlıkta toplama gayreti
gösterdikleri ‘imkansız aşk’ların bu en keskin halini şairane bir hale sokmak
kuşkusuz biraz da ‘doğu’lu bir bakış gerektirir.
Nitekim evli, iki çocuklu ve kendi
halinde bir manav olan Halil’in Sabiha’yı ilk kez gördüğü sahne mesela...
Arkadaşlarını daha ‘hareketli’ bir ortama uğurlayan Halil yalnız kaldığı rakı
sofrasında bir anda önünde beliren Sabiha’ya diker gözlerini... Sabiha’nın ilk
göründüğü sahne bembeyaz sigara dumanları içinde adeta bir rüya gibidir.
Pavyonun kalabalığı, sahnedeki
şarkıcının ve orkestranın sesi bir anda kısılır Halil’in kafasında. Sanki orada
sadece Halil ve Sabiha vardır. Sabiha’nın cüretkar ve yarı isterik “sigaramı
yakar mısın?” sorusu... Bir erkeğin rüyası gibi... Sonunda uyanıp kendi sakin
hayatına geri dönen bir adamın rüyası sanki...
Sabiha'nın ilk göründüğü sahne... Dumanlar içinden bir tanrıça gibi çıkar karşımıza... |
Safa Önal’ın senaryosu klasik
anlatı yapısını en düzgün haliyle takip eder. Bir adamın sakin hayatı bir
tanışmayla başka bir yöne doğru gider... Bozulan bir ‘denge’dir aslında
anlatılan. Ama melodramı melodram yapan şey, adamın yaşadığı tutkulu sevdasının
ardından, dönüp dolaşıp aynı ‘denge’ye zorunlu kalmasının trajedisidir.
Lütfi Akad’ın sinematografik başarısı ise az buz değil. Halil’in
‘denge’den çıkıp aynı ‘denge’ye dönüşü filmin başı ve sonunda kullanılan birbirine
yakın mizansenlerle desteklenmekte. Akad’ın sahnelerinde kullandığı bütün
çerçevelemeler üzerinde incelikle çalışıldığını belli etmekteler. Halil’in
manavındaki resmedilişi, Halil’in boş sokakta Sabiha’ya bakışı ve Sabiha’nın
pavyon sahnelerindeki o ince çizgi... Usta yönetmen, Sabiha ve Halil arasındaki
tutkulu aşkı büyüleyici bir iç burukluğuyla aktarırken hikayenin
‘gerçekçilik’le de bağını hiç kopartmaz. Bu nedenle Halil’in aileye dönüşünü
‘ahlakçılık’la değil ‘gerçekçilik’le açıklamak mümkünleşir. Çünkü Sabiha
Halil’den kendisini bıçakladığı zaman değil aslında, onu iki çocuğuyla ve
babasıyla manavda gördükten sonra ‘kalbini kıra kıra’ vazgeçer (O öyle bir
kadındır zaten). Hikayenin en güzel repliği de daha bir anlam kazanır böylece
bu trajedide: “Çok eskiden rastlaşacaktık” der Sabiha... Bu aşkın
imkansızlığı daha yakıcı ve daha kestirme nasıl anlatılabilirdi ki?
Önce Halil aşık olmuştur Sabiha'ya... Onun sigarasını yakar... Sonra da Sabiha aşık olur artık o Halil'in sigarasını yakıyordur...! |
Halil’in evine dönüşü ve kapıyı
yüzümüze kapatışındaki bizi ve Sabiha’yı dışarda bırakma hali ama içerde de
yüzünden okunan bedbahtlığı anne-baba, sürekli yere bakan suskun eş, artık
kalıp kalmayacağını merak eden gözlerle babalarının etrafında dönüp duran
çocuklar tarafından yıkılır, etkisizleştirilir. Sabiha’nın yapacak çok fazla
bir şeyi yoktur bu tablo karşısında. Sabiha’nın Halil’in babasıyla gözgöze geldiği
o son sahnede babanın bir adım atıp ‘buraya giremezsin’ der gibi duruşu ‘yine’ ataerkil
bir yapıya işaret eder. Film seyircisini en çok da bu aşkın ‘toplum gerçeği’ne
çarpmasıyla yaralar. Seyirci, sonunu en başından beri hissettiği bu aşkın yaşaması
umudunu bütün film boyunca kalbinde taşısa da tıpkı Sabiha ve Halil’in ilk
tartıştıkları sahnede Akad’ın bize özellikle gösterdiği boş duvar gibi bir
‘gerçeklik’e toslar...
“Vesikalı Yarim”in dillendirilmeyen,
karakterlerin ‘sessizliğiyle’ aktarılan o yoğun hüznü zaman zaman özenle
seçilmiş şarkılarla da (Şükran Ay’ın doyumsuz yorumlarıyla) süslenir ve bu
şarkılar filmin melankolik akışına hizmet ederler.
Bu trajik hikaye daha kağıt
üzerinde bile hüzünbazken Sabiha rolünde filmografisinin en incelikli
performanslarından birini veren Türkan Şoray’ın pavyondaki ‘femme fatale’den
aşık kadına; sonra da kırılmaktan korktuğu için kendisini sert olmaya zorlayan
kırılgan kadına ve oradan da aşkı için savaşan kadına dönüşmesindeki
inandırıcılık bir an bile sekteye uğramaz... İzzet Günay’ın sessiz ve derinden
oyunu da kusursuz çemberi tamamlar.
Bu nasıl bir güzelliktir! "Vesikalı Yarim" Türkan Şoray'ın en güzel göründüğü filmlerden biridir aynı zamanda... |
“Vesikalı Yarim” Türk
sinemasının en iyi 10 filminden biri olarak çoğu listedeki yerini işte en fazla
da bu nedenlerden dolayı sonuna kadar da hak etmektedir...
Not: Bu yazı Arka Pencere'nin 109. sayısında da yayımlanmıştır...
Vesikalı Yarim, Türkan Şoray'ın ençok beğendiğim filmlerinin başında geliyor. Sahici ve samimi yanı beni çeken tarafı. Birde pavyon olmasına rağmen sahnedeki şarkıcıların günümüzdekilere oranla daha sanatçı duruşları, Şükran Ay'ın o unutulmaz sesi filmle bütünleşiyor...
YanıtlaSilyorumunuzu çok geç gördüm... ne de güzel söylemişsiniz...
Sil