Eleştirmenin Not Defteri

31 Ocak 2012 Salı

TÜRKLERİN DİZİ ANLAYIŞI

Televizyonculuk Türkiye’de eskiye göre daha kolay yapılır bir iş oldu... Tabi ki bu cümle biraz “imalı”... Kuşkusuz televizyon dünyasında yer edinmiş kanalları idare etmek kolay iş değil. Bir defa dakika dakika müşteri tepkisi aldığınız, ciddi rakiplerinizin bulunduğu ve büyük paraların döndüğü dev bir alışveriş merkezi gibi bir şey yönetiyorsunuz. Üstelik patronların başarısızlığa tahammülü yok. Bir şey düşünüp, düşündüğünüze güvenip uygulamaya koyuyorsunuz.. Tutarsa ne âlâ... Ama tutmuyorsa “başarısız” etiketini yiyorsunuz. Çünkü o kadar hızlı akan bir piyasa ki bu piyasa, sizden hemen “doğru” kararı vermenizi istiyor... Tereddüt etmeden...
“Eee nesi kolay bu işin?” o zaman diye sorabilirsiniz... Kolaylığı şuradan geliyor: Televizyon kanalları en çok ne zaman izlenirler? Herkesin evde olduğu ana haber bülteni sonrası yani saat 20:00 civarları. Televizyoncular saat 20.00-23.00 arasını 1. Prime Time olarak adlandırırlar. 23.00’ten sonrası yaklaşık saat 01.00’e hatta 02.00’ye kadar olan kısım da 2. Prime Time... Dolayısıyla bir kanal yöneticisini en fazla zorlayacak şey bu saatleri iyi seyredilen çeşitli formattaki zengin programlarla donatmaktır. 


Amerikan kanalları...
Televizyonculuğu ‘gerçek’ bir meslek haline getiren ve bu işin kitabını yazan Amerikan kanalları bu zamanı birer saatlik dilimler halinde ele alır ve doldururlar yıllardır... Mesela senelerdir değişmeyen bir gelenekleri vardır çoğu büyük kanalın: Saat 20.00-20.30 arasında yarım saatlik ailece izlenebilen bir sit-com yayınlarlar. Genellikle dizi 22 dakika sürer, toplam 8 dakika da reklamı vardır. Bazen iki bölüm üstüste yayınlanır, bazen farklı iki tane 22 dakikalık sit-com birbirini takip eder, bazense 40-43 dakika arasında değişen light bir komedi o ilk bir saati doldurur. 15-20 dakikalık bir reklam kuşağı o saat için yeterli görülür.
Sonra haftanın günlerine göre bir plana geçilir. Ya bir saatlik başka bir drama ya da bir reality yarışma yayınlanır... Saat 22.00 sularında daha “adult” (yetişkin) dizilerin saati gelir. Polisiyeler, gerilim dizileri vs... 23.00’ten sonra talk şov zamanıdır. Jimmy Kimmel’i Jay Leno’su, Jimmy Fallon’u, David Letterman’ı, Conan O’Brian’ı artık hangisiyse ortalama 3 konukla programlarını yaparlar. Sunucu üç kutu enerji içeciği içmiş gibi dinamik bir sunuşla gerçekleştirdiği yayınında her bir konuğuyla en fazla 20 dakika başbaşa sohbet eder. Aradan bir de müzikal performans çıkartılır. Sohbetin yarısı konuğunun yeni albümü ya da filmiyle ilgilidir, diğer yarısı da genellikle geyik muhabbetidir. Mesela bir keresinde Jay Leno ile Harrison Ford bu 20 dakikalık sohbetin 6-7 dakikasını bir köpek kulübesinin nasıl yapıldığını konuşarak geçirmişlerdi. (Çünkü Ford oyuncu olmadan önce bir marangozdu)...
Bazılarında gece 12’den sonra bir talk şov daha vardır. Bu sefer yayına telefon bağlantılarının da alınabildiği bir sohbet programı yapılır. Bazıları bu saatlerde film yayınlar. Ama çoğunlukla haftasonu geceleri 23.00 sonrası filmlere ayrılır... Yani bir gecede 3-4 dizi yayınlayıp sonrasında bir ya da iki tane sohbet şovu sunan anaakım TV kanalları var Amerika’da...
Ancak HBO gibi paralı kanallar film prodüksiyonlarını aratmayan dizilerini 50-60 dakika aralığında çekerler. Bir de BBC yeni bir uygulama başlattı son yıllarda -eskiden bunu Amerikan televizyonları de denemişti- bazı polisiye dizileri 90 dakikalık bölümlerle sunmaktalar ama sezon başına düşen bölüm sayısı 3 ya da 6’dır ve her bölüm kendi içinde hikayesini başlatır ve bitirir!
Enteresan değil mi? “Amerikalılar kadar televizyon izleyen bir halk yoktur” denir bu arada... Bu yüzden obezlik almış başını gidiyor. Baksanıza televizyon karşısından kalkmak mümkün değil...
Peki bizim anaakım TV kanallarımızda durum nasıl? Saat 20.00 – 21.00 arası kanalın iddialı dizisinin geçen haftaki bölümünün 1 saatlik özeti başlar. Sonra saat 21.00 civarında dizinin yeni bölümüne başlanır. Dört beş kuşak reklamdan sonra dizinin yayını 23.15 gibi biter. Sonra bir dizi daha başlar. O da gece 2’ye doğru ancak biter... Yeni başlayan bir dizinin ilk bölümüyse eğer, saat 22.30 gibi aynı dizi bir daha başlar! Herhalde dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uygulama yoktur! Bütün akşam aynı diziyi iki kere yayınlayarak geceyi kurtarmış olabilirsiniz... Peki dizilerin olmadığı akşam saatleri yok mudur? Vardır. Ama onları da tek başına “Acun Medya” doldurur!
Şimdi ilk cümlede neden “kolay” dediğim biraz anlaşılmıştır herhalde...

Ve Türk dizileri...
Televizyon kanallarının en az 90 dakikalık dizi istemelerinin nedeni hem kolaycılık hem de reklam ajanslarından gelen, program başına düşen reklam kuşağı sayısının belli bir sayının altına inmemesi konusunda gösterdikleri direnç. Sistem yılalrdır böyle çalışınca kimse geri dönmek istemiyor haliyle... 

Bir ülkenin neredeyse bütün TV dizileri kimin kimi öptüğüyle ilgili olabilir mi yahu?
Hal böyle olunca zaten kısır hikayelerle yola çıkılan dizilerde şişirme sahneler ve bölümler birbiri ardına sıralanıyorlar. Böyle olunca da bir süre sonra kendi kişilik çizgilerinden sapan dizi karakterleri, inandırıcılığı zorlayan olaylar yaşamaya başlıyorlar. Senede 30 küsur bölüm çekilen ve tanesi en az 90 dakika süren bir dizinin saçmalamaması olanaksızdır!
Seçilen konular daha önce Yeşilçam’da yapılmış örnekleri bulunan filmlere ait çoğunlukla. Bazen yabancı kaynaklı dizi ve filmlerin de model alındığı oluyor. Tabi ki arada çatışması güçlü kurulmuş çizgi dışı yapımlar da olmadı değil. “İkinci Bahar” sıradan formülüne rağmen samimi bir diziydi mesela. “Bıçak Sırtı” sinema tadında çekilmiş, artistik değerleri ve duygusu yüksek bir diziydi. Bugün zamanında TRT’de yayınlanan “Yeditepe İstanbul” duyarlılığında dizilere pek rastlanmıyor... Türkiye’nin ilk lisanslı sit-com’larından “Dadı” bile -sevin ya da sevmeyin- “dozunda” bir işti...   
Dolayısıyla eskiden çok söylenen “adamlar yapıyorlar” cümlesinin arkasına sığınacak bir durumumuz kalmadı. Bütçe bir şekilde var. Maşallah bu piyasada yolunu bulan herkes dizi yönetmeni olabiliyor. İşgücü de tamam. Teknoloji konusunda da bir bahanemiz kalmadı gibi bir şey.... Ama işte yaratıcılık, özgün işler çıkarma isteği yok! Aslında gelecek de asıl orada... Ve bu piyasaya yön verenler o geleceğe ne kadar uzak olduklarının maalesef farkında değiller.  
İlk sezon işi bayağı iyi götüren “Ezel” dahil bütün dizilerin bir süre sonra saçmalamasını doğal karşılamak lazım. Sonuçta her hikayenin doğası gereği bir “işlenme ömrü” vardır. Ve dizilerin -kanallar için önemli olmasına rağmen- bütün kanalı taşıyan formatlar olarak görülmeleri sektör açısından da sağlıksız bir yapıdır. Haftada 90 dakikalık bölümler çıkartmayı taahhüt eden yapım şirketlerine ve canhıraş bir şekilde, kelle koltukta çalışan bir yığın emek işçisine de emanet etmiş oluyorsunuz kanal politikanızı... Böyle bir televizyonculuk anlayışı bize özgü bir durum olsa gerek... 
Kaderleri ratinglere mahkum olan diziler de haliyle karşımıza sağlıksız kurulmuş yapılarla çıkıyorlar. Bu yüzden tersten giden, üstü kapalı ama aslında şiddet içerikli bir erotizm hakim oluyor hikayelerde. Racon kesen karakterler el üstünde tutulduğu için toplumun “kahraman modelleri” de incelikten yoksun, arızalı adamlar oluyorlar... Karşılarına gelen dramanın niteliğinden çok yüzeyde anlattıkları ve oyuncularının güzelliğiyle ilgilenen çoğunluk izleyicinin tercihleri bütün dizi modelleri için “belirleyici” oluyor. 
Bir ara dizilerin hepsinde birden dayak yiyen, şiddet gören kadınlar vardı... Sorsanız diziciler bunları “Türkiye’nin gerçekleri bunlar... Biz de bunları anlatıyoruz” gibi klişe cümlelerle açıklarlar... Türkiye’nin başka gerçekleri de var ama onlara hiç dokunulamıyor nedense... Ama kadınların dövülmesi, kovalanması, tecavüz edilmesi filan daha estetik geliyor sanırım...! “Hayat Devam Ediyor”un çocuk gelinin gerdek gecesiyle açılan ilk bölümünden sonra aynı ratingleri görememesine ne diyorsunuz? Yapımcıları için büyük televizyonculuk başarısı!
Türkiye’nin Tina Fey’i gibi bir isme dönüşen Gülse Birsel’in en ufak oyuncusu bile bir celebrity sayılan karakter bombardımanı yeni sit-com’u “Yalan Dünya”nın ilk bölümünün iki saat sürmesi dünyada bir ilk olabilir mesela... Türkiye’nin “Lost”u diye sunulan “Son”un hikayesi öyle saçma bir karmaşayla anlatılıyor ki ilerde sırf “denedik olmadı, biz ne yapalım. Türkler akıllı dizi sevmiyor işte” demek için sanki...   
Sonuçta kimsenin geri adım atmak istemediği “yanlış” bir model üzerinde ilerleniyor. O zaman kimse bir fark yaratmanın da peşine düşemiyor. Çünkü riskli. Biraz farklı bir format denendiğinde beklenen ‘rating’in alınmaması “büyük bir başarısızlık” olarak okunuyor. Kanalların bir format yelpazesi oluşturması da neredeyse hayal oluyor.
Yani artık Ortadoğu’ya açılan yerli diziler (oralarda bile daha mantıklı bir iş yapıp bölümleri ikiye bölerek oynatıyorlar) kanallarına yeni bir kazanç kapısı daha açmalarına rağmen hâlâ yıllar boyunca kanalı besleyecek “süper kazanan” işler olabilmek için canla başla bitmek bilmeyen “90 dakikaları” tamamlamaya çalışıyorlar. Kimin nasıl etkileneceğini hangi ara düşünecekler ki?      

Atilla Dorsay bir röportajında kendisini tutamamış... :)  Ben bir dizi yapımcısı olsam çok üzülürdüm böyle bir cümle işittiğim için ve yaptığım işi sorgulardım...

1 yorum: