Eleştirmenin Not Defteri

6 Ocak 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 5

Kurtuluş Son Durak
Sinemamızda çok da fazla rastladığımız bir tür değil “kara komedi”ler... Dolayısıyla sinema yapan kafalar hiç bu yönde çalışmıyorlar... Kurtuluş Son Durak'ın giderek dağılan bir yapıya sahip olmasının başlıca sebebi bu...
Evet, ülkemizde kadınlara uygulanan şiddet giderek bu toplumun en ciddi hastalıklarından biri oldu çıktı. Televizyon dizileri ve sinemamız buna tepki veriyor çeşitli ürünlerle. Ancak bir şey hep karıştırılıyor... kadını mağdur gösteren bu eserlerin bu soruna bir çözüm getireceğine hiç inanmıyorum ben... Mesela sürekli dayak yiyen kadınların konu edildiği diziler bence tam tersine bu durumu normalleştiriyor!
Kurtuluş Son Durak bu duruma karşı oluşan bir refleks sonucunda yazılmış izlenimi veriyor ama bunu o kadar ticari hale getirip, bir o kadar da mesaj kaygısı taşıyarak yapıyor ki...
Kurtuluş semtinde bir apartmanda bir araya gelen birbirinden ayrı sınıftan beş kadının (bir de genç kız var) erkeklerle olan sorununu ister istemez genel bir direnişe doğru yönlendirmesini anlatan film, bir süre bir Pedro Almodovar inceliğinde gidiyor gitmesine. Ama sonra film bildiğimiz Türk popüler komedi filmlerinin çıkmazına düşüveriyor. Karakterler yüzeyselleşiyorlar giderek... Onları sadece onlara hak ettikleri değeri vermeyen erkeklerin üzerinden değerlendirebiliyoruz. Bu kadınların hiçbirini tam olarak tanıyamıyoruz. Mesela Demet Akbağ’ın oynadığı ermeni kadını filmden çıkarsanız hiçbir şey kaybetmezsiniz. Nihal Yalçın iyi bir performansla metres hayatı yaşayan pavyon kadınını inandırıcı ve komik oynuyor. Ama bundan ötesi de yok karakterde. Filmin en komik karakterlerinden birini yorumlayan Asuman Dabak sadece bu işlevi yerine getiriyor o da çoğunlukla oyuncunun kendi çabasıyla gerçekleşiyor. Belçim Bilgin filmin en çok tanıyabildiğimiz karakterini, Eylem’i, canlandırıyor. Bir de genç yetenek Damla Sönmez belli bir genç kız tipolojisini çıkarmayı başarıyor. Mete Horozoğlu’nun canlandırdığı sarhoş apartman sakini ise o kadar yetersiz ki... Bir silüet olarak var filmde sanki... 
Kurtuluş Son Durak başladığı gibi ilerlemeyen, mesaj vereceğim paniğiyle yazılmış zorlama bir finale doğru giderken birkaç güzel esprisiyle eğlendiren ama vermeye çalıştığı mesajı da yüzüne gözüne bulaştıran bir film olmuş. Zulüm gören kadınların bunlara sebep olan adamları birer birer ortadan kaldırmalarını mı tavsiye ediyor film? Eylem "onlardan en iyi intikamımız inadına ayakta durmak ve iyi yaşamak’la olur" derken tam tersini yapan kadınları izliyoruz film boyunca. O zaman bu filmin mesajı ne? Ve neden illa bir mesaj vermek zorundasınız ki? Ya da bunu neden bu kadar dillendirmek ihtiyacındasınız? Çünkü ben bu şiddetin sorumlulularının değil böyle apaçık mesajlardan ders alacaklarını, top atsanız duymayacaklarını düşünüyorum... 2/5


Karanlık Saat
Bu senenin kötü filmler listesine daha ilk haftadan bir tane ekledik mi ne... Karanlık Saat, Moskova’ya bir iş görüşmesi için giden iki internet girişimcisi ve iki tane de tatil için gelmiş genç kızı bir araya getiriyor önce. Bunların hepsi genç Amerikalı ve herşeye tepeden tepeden bakmaktadırlar. Zaten girişimci gençler onlardan önce davranan İsveçli bir başka girişimci tarafından kazıklanırlar. Aynı günün akşamı hepsi aynı barda bir araya gelmesinler mi? Üstelik o gece de uzaylılar tarafından büyük bir istila başlamasın mı?
Elektrik dalgalarından beslenerek görünmez olmayı başarabilen bu uzaylılara karşı Amerikalı gençler büyük bir hayatta kalma savaşı verirler.
Eskiden uzaylı istilası filmleri bir şeyler anlatırlardı. Tek derdi bu, insanlardan çok çok üstün olan uzaylıları nasıl yeneceğiz değildi... Rus ABD ortak yapımı filmin herhangi bir alt okumasını yapmak beyhude bir çaba. Çünkü bomboş! Ama Gece Nöbeti (Nightwatch),  Gündüz Nöbeti (Daywatch) ve Wanted gibi filmlerinden tanıdığımız Rus yönetmen Timur Bekmambetov’un yapımcılığından görsel yanı daha güçlü bir film beklerdik... O da yok ne yazık ki...  1/5

Tutku Günlükleri
Senelerdir çekilmeye çalışılan bir Hunter S. Thompson romanıdır The Rum Diary. Hunter S. Thompson hayatı boyunca zararlı bütün alışkanlıkları denemiş, kökeninde gazetecilik olan ama az eser üretebilmiş iyi bir yazardı. 1960’larda yazmaya başladığı ama 98’de ancak yayınlanabilen romanı The Rum Diary'de 1960’lardaki Porto Rico’nun politik karmaşasında gerçek gazetecilik yapmaya çalışan alkolik bir gazetecinin hikayesini anlatır.
1980’lerde daha aktif bir sinemacı olan Bruce Robinson’ın uyarlama filmi biraz uzun olup son çeyreğinde biraz yalpalamasının dışında iyi bir film. Porto Rico’ya gelen Paul Kemp’in turistik adalardaki değerli doğa harikası toprakları aralarında bölüşen bürokrat ve zenginlerin arasına düşmesi ve onlardan birinin güzel sevgilisine aşık olmasını izlediğimiz filmde Kemp’i canlandıran Johnny Depp’in her zamanki gibi karakterine kattığı ‘değer’, karşısında güzelliği ve yeteneğiyle yeni nesil bir Sharon Stone gibi duran Amber Heard, yan karakterlerin birinde de akılda kalıcı bir performans çıkaran Giovanni Ribisi adeta parlıyorlar... Filmde olan biten bütün dağınıklığı biraz da hoşgörmek lazım... Çünkü kafası neredeyse 24 saat iyi olan birinin elinden çıkma ve ana kahramanının da öykü boyunca çok az ayık dolaştığı bir film bu sonuçta. Terry Gilliam’ın çektiği ve Hunter S. Thompson’ın bizatihi hikayesini anlattığı Vegas’ta Korku ve Nefret’te (Fear and Loathing in Las Vegas) de bu durumun en uç halini izlemiştik ne de olsa... 3/5

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder