Eleştirmenin Not Defteri

27 Ocak 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 8


Berlin Kaplanı
Berlin’deki olaylı bir şike maçının ardından yurda dönmek zorunda kalan, ama burada da kendi özünü keşfeden Ayhan Kaplan isimli bir boksörün komik macerası o kadar çok malzeme vaat ediyor ki... Dolayısıyla en azından zayıf hikayesine rağmen oldukça güldüren bir Eyyvah Eyvah izleriz beklentisiyle oturup izliyoruz filmi. Ancak Ata  Demirer hikayesini güzel bulmuş olmasına rağmen bu hikayeyi yeterince zenginleştirip, güçlendirememiş. Evet, Eyyvah Eyvah 2'ye göre sağlam bir hikaye kurgusu var filmin (finali hariç). Ama filmin ana karakteri Ayhan Kaplan dışındaki tüm karakterler sadece “eşlik” görevi görmekteler. Espriler ve durum komedileri üzerine çok fazla kafa yorulmamış gibi... Finalin oldu bittiye gelmesi ise sanki filmin bir an önce vizyona yetiştirilmesi için apar topar paketlendiği hissini veriyor... Ayhan’ın kendi ailesiyle kurduğu ilişkinin sorunları bir anda çözülüyor... Yaşadığı aşk ilişkisi hızlı ve fazla derinleşemeden ilerliyor...
Ama Ata Demirer taklit yeteneğinden de gelen bir rahatlıkla Almanya’da büyümüş boksör bir Türk’ü çok inandırıcı oynuyor. Asım Can Gündüz Türkiye’ye geldiğinde de benzer bir enerji yayıyordu etrafa... Demirer’in tiplemesi bana biraz onu hatırlattı... Hızlı konuşuyor, samimi, Türk olmakla ilgili bir takım “pratik’leri öğrendikçe gizleyemediği şaşkınlığı onu sevimli bir kahraman yapıyor... Ama keşke bu güzel hikaye daha güzel işlenmiş daha traji-komik bir mantıkla ele alınmış olsaydı... Yeni bir Hokkabaz olurdu işte o zaman... 2/5

Artist
1920’lerin Hollywood’unda büyük bir star olan George Valentin’in  altın çağı sinemaya “ses”in gelmesiyle sekteye uğramaya başlar. Karısını, evini, tüm zenginliğini ve hatta ününü hızla kaybederken aşkla tanışacaktır...
Bu hikayeyi “farklı” nasıl anlatırsınız? Zira aynı hikayenin biraz daha farklı bir türevini Singin' in the Rain'de de en güzel bir şekilde izlemiştik... Peki o zaman bu hikayeyi tam da 1920’lerde çekilmiş gibi anlatmaya ne dersiniz? Sessiz, siyah beyaz ve hafif ‘hızlı’... Mel Brooks’un Deli Dolu'dakine (Silent Movie) benzer bir komedi tonuna, Amelie'nin yaptığı gibi “eskimiş ama bu zamanda daha da değerlenmiş bir romantizm” pazarlaması ekleyip, araya her zaman garanti olan "bir yıldız adayının yükselişi" hikayesi de koydunuz mu tamamdır...
İnsanların nostalji merakını gıdıklayıcı bir “masumiyet”i son derece şirin bir şekilde pazarlıyor Artist. Fransız yönetmen Michel Hazanavicius bunu teknik olarak da o kadar iyi beceriyor ki alkışlamamak elde olmuyor. Hollywood’dan da büyük oranda yardım almış yönetmen. Neredeyse 1920'lerin Los Angeles'ı yaratılmış, stüdyoları aynen yeniden kurulmuş. (Aslında bu Clint Eastwood'un filmi Sahtekar'da da başarıyla yapılmıştı.)
Açıkçası şurup şeker tadında bir film Artist... İyi zaman geçirtiyor, yaptığı göndermelerle, sinemayla normalin üzerinde bir ilişki kurmuş seyircisini hemen avucunun içine alıyor. Özellikle de sinemanın görüp görebileceği en yetenekli köpek oyuncusuyla da gönüllerde taht kuruyor... Karakterin adıyla ve görüntüsüyle Rudolph Valentino - Douglas Fairbanks'e benzetilen Jean Dujardin'in yaptığı işe inanarak ve özenerek çalıştığı ise çok belli...
Ama Artist'in sinema sanatına yaptığı bu taklit bakış ve pazarladığı nostalji dışında pek bir katkısının olacağını sanmıyorum... 3/5

Karanlıktan Korkma
“Diş perileri"yle ilgili bir korku filmi yapmak... Aman ne parlak fikir! Parlak olmadığı gibi 1973’te yapılmış da... Yapımcı olarak gördüğümüz, çok sevdiğimiz ve en güzel filmi Pan’ın Labirenti'ni yere göğe koyamadığımız Meksikalı yönetmen Guillermo Del Toro filmin senaryosuna da katkıda bulunmuş...
Büyük ve tarihi değeri olan bir şato-evi restore edip satmayı planlayan bir çift ve adamın boşandığı karısından olma kızı bu eve yerleşirler... Ancak çok geçmeden evdeki bazı gariplikler özellikle küçük kızı rahatsız eder... Birtakım küçük korkunç yaratıklar ona musallat olurlar... Bundan sonrasını ise izlemeden tahmin etmek hayli mümkün...
Büyük perili evlerde bu cinler, şeytanlar, periler hep yalnız çocukları rahatsız ederler... Bu çocuklar hep çok güzel ama korkutucu resimler yaparak korkularını ifade ederler en başta... Gözlerinin önünde bir sürü garip olaylar olmasına rağmen evin erkeği o kadar salağa yatar ki (!) ortada doğaüstü kötü bir şeyler olduğuna bir türlü inandırılamaz... Bu film de aynen bu klişeler yumağını sürdürüyor... Guy Pearce uzun bir süre kızına ve dolayısıyla bütün eve musallat olan cinleri bir türlü kabullenmiyor... Elbiseler parçalanmış bulunuyor, evin görevlilerinden biri saldırıya uğruyor, küçük kız sürekli bağırıyor, karısı bir sürü tuhaflık olduğunu söylüyor, çizilmiş resimler filan var ama yok kardeşim... Biraz daha abartılsa komedi filmine dönüşecek bir durum oluyor bir süre sonra bu...
Açıkçası 2008’den beri film çekmeyen Del Toro’yu böyle basit korku filmi prodüksiyonlarıyla uğraşmayıp çektiği yeni filmlerle anmayı tercih ederiz... 1/5

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder