Bugünlerde kitap raflarında sürüyle “Küçük Prens” kitapları
görmeniz mümkün. Artık herkes biliyor, kitabın telif haklarının zamanaşımından
dolayı kamusallaştığını. O artık bir "public domain". Bu yüzden bütün yayınevleri Antoine de
Saint-Exupéry’nin bu ölümsüz eserini başka çevirilerle ve farklı boyutlarda
basmakta. Zaten her daim çok satan bir kitap olan “Küçük Prens” önümüzdeki
sezonda yeni animasyon filmiyle sinemalara da gelecek ama farklı çevirileriyle
de tekrar tekrar kütüphanelere girmeye devam ediyor.
“Küçük Prens”in çok güçlü bir metni vardır. Şiirsel,
sembolik ve melankolik anlatımı her yaştan çocuğa ve yetişkine hitap eder.
Sihirli bir kitap gibidir. Özünde çocukken sahip olup da büyüdüğümüzde neleri
kaybettiğimizi anlatır. II. Dünya Savaşı zamanında orduda savaş pilotu olarak görev
almak zorunda kalan yazarı Saint-Exupéry, muhtemel bir Alman uçağı tarafından
31 Temmuz 1944 günü düşürülmüştü. Cesedinin bulunamaması manidardır doğrusu...
Sanki havaya karışıp gitmiş gibi...
Okuduklarımıza göre kendisi “Küçük Prens”i yazarken de,
yazdıktan sonra da insanlıktan ümidini çoktan kesmiş, zaten ölümü de pek kafaya
takmıyormuş. Bu yüzden bir Alman uçağı tarafından düşürülmeyip intihar etmiş
olduğu kanıtlansa kimse de şaşırmayacaktır.
Saint-Exupéry yayımlanmış bir mektubunda bezginliğini ve
ümitsiz halini şu cümlelerle ifade etmiş: “Çağımdan bütün gücümle iğreniyorum.
Bu susuzluk öldürüyor insanı. İnsanın artık hiçbir anlamı yok. Bu boşanma
çağında, herkes her şeyden kolayca ayrılabiliyor. Kadından da, dinden de,
partiden de... Hatta sadık olmamak, bağlı kalmamak diye de bir şey yok. Neye
bağlansın kişi, kime sadık kalsın? Bir insan çölü bu...”
Saint-Exupéry öldüğünde 44 yaşındaymış... 1940’larda bu
değerli adamın yaşadığı hayalkırıklığının büyüklüğüne bakar mısınız? Dünya o
zamandan beri daha iyiye gidebildi mi sizce? Kocaman bir “hayır”! Büyük dünya
savaşları yok artık belki, ama şiddet her türlüsüyle hâlâ var. Saint-Exupéry’nin
bahsettiği ‘insan çölü’nün daha da büyümediğini kim iddia edebilir?
Neye bağlanacağız zemin ayaklarımızın altından çekilip
giderken? Birçok insani değerin yavaş yavaş önümüzde eriyip gitmesini
izlerken insanlığın hangi değerlerine sarılacağız? Zaman geçiyor, hepimizin
hayatı günbe gün kısalıyor. Bir şeylere tutunmak istiyoruz... Bir sevgiliye,
güzel bir amaca, sanata, üretime, çocuğuna ya da inanacağın bir şeye...
Bazense öyle olmadık yerlerde gösterir ki kendisini bu
özlem, bu tutunabilme ihtiyacı şaşırırsınız... Yeni "Star Wars" filminin fragmanı internete sürüldüğünde de birileri tutunacak yeni bir şey bulmuştu. Yeni değildi aslında,
geçmişten gelen ve iyileştirici bir etkisi olan bir kahramandı o. Biraz yaşlanmıştı
ama aynı alaycı gülüşüyle birkaç saniye bile gözükmesi yetmişti. Evet, Han Solo
herkesi (en çok da çocukluklarını 70’li yıllarda bırakanları) bir anda çekip
aldı ekrandan, çocukluğuna geri götürdü. Hepimiz bir anda Küçük Prens olup,
B-612’ye gidivermiş gibi olduk. Ya da Star Wars evrenine giriverdik tekrar.
Evimizdeydik! O sahnede Han Solo’ya “We’re home”u boşuna mı söyletiyorlar
sanıyorsunuz? Çünkü "Star Wars" seven herkes oraya gitmek istiyor. Luke Skywalker dese olmazdı, Prenses Lea da
olsa olmazdı... Ama Han Solo söyleyince o cümleyi daha bir anlamlıydı. Çünkü biz
Luke değildik, biz Han Solo’yduk! Yerinde duramayan bir maceracı ve en önemlisi
“özgür” bireylerdik!
Fragmanda Han Solo'yu görünce bazılarımız ağladı, bazılarımız çığlık attı, bazılarımız
donakaldı... Herkes Millenium Falcon’a biniverdi ve yıldızlara çıkıverdi...
Ama seni çok özlemiştik be Han Solo... Bize eski bizi geri
getirebilir misin yeniden? Bizi çocukluğumuzun macera dolu, umut dolu günlerine
götürebilir misin? Belki o zaman baştan başlarız, bu dünyayı kötü
imparatorların ellerine bırakmamak için daha çok çalışır, çabalarız.
Farklı bir
Tatooine belki hâlâ mümkündür!
Not: Bu yazı Arka Pencere'nin 287. sayısında da yayımlanmıştır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder