FETİH 1453
Hani resmi tarih cümlesi vardır: “İstanbul’un fethi
Ortaçağ’ı kapatıp Yeniçağ’ı açmıştır” diye.. Gerçekten de öyle bir olaydır
“İstanbul’un fethi”. Avrupa’nın tarihini ve dolayısıyla dünyanın tarihini
değiştirmiştir, daha ne olsun...!
‘Türk sinemasının en pahalı filmi’, hatta ‘en uzun metrajlı’
filmi ve ‘en uzun sürede çekilen filmi’ ünvanlarını alan Fetih 1453, ‘Türk
sinemasının en çok kazanan filmleri’nin yapımcısının yönetmenliğiyle geldi
karşımıza. Ancak ne yazık ki bütün bu iddialara karşılık daha en başından
senaryoyla ve hikaye anlatımıyla ilgili sorunları var filmin...
Sultan Mehmet’in tahta geliş hikayesi daha en baştan oldukça
caziptir. 1444 yılında babası II. Murat tarafından politik bir hamle için 12
yaşında tahta çıkarılan ama iki yıl sonra yine babası tarafından tahttan
indirilen Sultan Mehmet daha bu yönüyle diğer padişahlardan ayrılır. Çünkü
1451’de babası ölünce yeniden tahta çıkar ve daha önceki indirilişinin
yarattığı küçük çaplı bir travmayla başetmek zorundadır. Daha o yaşlarda Konstantinopolis’i
almak konusunda bir takıntısı vardır. Askerlik ve politika konusunda kendisini
çok geliştirmiş, zeki, dindar, bilim ve sanata düşkün, tam bir diplomat
zekasına sahip bir komutandır. Babası II. Murat’ın tedbirliğinin aksine
inadıyla bilinir. Sultan Mehmet tahta ikinci oturuşundan itibaren gözünü ‘büyük
fetih’e çevirir.
Film bize bu bir paragraflık özeti bile doğru düzgün
veremeden başlıyor. Fatih’in tahta çıkışı ve sonrasında neredeyse bir – birbuçuk
saat boyunca Bizans İmparatoru Konstantinos ile elçiler aracılığıyla yaşadığı
politik çekişmeye saplanıyor film. Bu sahneler görsel efektlere boğulmuş,
‘green-box’ teknolojisiyle çekildiği her haliyle belli olan sahneler. Gerçek
tek bir mekana rastlamak neredeyse mümkün değil. Bütün arka planlar sonradan eklenmişler
ve harcanan onca para ve ekipmana rağmen efekt olduklarını belli edercesine
‘titriyorlar’... Kötü adam gülüşlü Bizanslılar sofralarında –tabi ki- domuz
yiyorlar ve yanlarında buldukları yarı çıplak kadınlara yumuluyorlar bir yandan
da...
Fatih’in psikolojisine çok az dalan bir anlatım var ilk
yarıda. Abartılı bir rüya sahnesiyle geçiştirecek bir durum değil halbuki bu
adamın ihtirası... Ama film kendi kahramanının psikolojisini neredeyse hiç
önemsemiyor ve kamerasını ona her çevirdiğinde onu etrafındakilere sert veciz
sözler söylerken yakalıyor. Yönetmen Aksoy hikayenin ‘duygu’sunu gerçekliği hâlâ kesin
olmasa da varlığına yoğun bir şekilde inanılan Ulubatlı Hasan ve savaşın
gidişatına yön veren Macar topçu ustası Urban’ın gerçekliğinden hiç emin
olunmayan manevi kızı Era’yla yaşadığı aşkında arıyor. Filmin hikayesine
‘parça’ gibi giren bu ‘kurgu hikaye’
filmin ritmini de zorluyor. Filmin ritmini zedeleyen bir başka tarafı da
seyircinin izlemek için pek de yanıp tutuşmadığı ama İmparator Konstantinos’un
sıkışmışlığını anlatan Ortodoks kilise ile Vatikan arasındaki sürtüşmeyi
gösteren sahneler. Hikayenin odak noktalarının doğru tespit edilememesinin
sonuçları bunlar. Ulubatlı Hasan’ı bize Malkoçoğlu gibi gösterip Hollywood’vari
bir hamleyle onu İtalya’dan takviye gelen komutan Giustiniani ile savaştıran
film hiç olmazsa hikayenin bu tarafında dramatik bir zirve yakalamayı
başarıyor.
Ama filmde sevdiğim şeyler de var... Bunları da madde madde
sıralayayım:
askerin namaz kıldığı sahneyi çok beğendim... Bu gerçek
bir olaydır ve neresinden baksanız etkileyicidir...
4 - Bazı kalabalık savaş sahnelerini beğendim...
Ama daha iyi tadı çıkarılabilecek o kadar güzel detaylar harcanmış ki,
üzüldüm...
5 - Büyük Şahin topunun ilk göründüğü ve ilk
ateşlendiği sahneyi beğendim... O heybeti veriyordu... Gemilerin taşındığı
sahneyi de beğendim ama küçük bir detaymış gibi sunuldu. Ne öncesi var ne
sonrası... Halbuki savaşın seyrini değiştiren bir olaydır... O gemilerin suya
inişini bile göremedik... 2/5
MUPPETS
Çocukluğumun en güzel TV anılarını barındıran Muppet
Show'un pek çok sinema ve video filmi yapıldı zamanında. Epey bir süredir
Muppet’larla ilgili bir ürün vermeyen Hollywood sonunda onları hatırladı...
Neyse ki projeyi kadir kıymet bilebilecek yeni nesil mizahçılara bırakmışlar.
Başrol oyuncusu Jason Segel’in yazım ekibinde olması filme çok şey kazandırıyor
belli ki. Segel’ın eski bir Muppet Show seyircisi olduğu herşeyiyle belli. Hollywood’un
şu sıralar sıkça vurguladığı ve kendisini iyiden iyiye hissettiren “eskiye
özlem” duygusu ise bu filme de yansımış. Nitekim son bir gösteri için bir araya
gelmeye çalışan Muppet’ları bir araya getirmeye çalışanlar da eski tarz bir
ilişki yaşayan saf ve çocuksu genç bir çift sonuçta... Jason Segel ve Amy Adams
da bu çifti başarıyla oynamışlar...
Filmin müzikal olması ve dans koreografileri de hep bu
bakışı yansıtmakta. Nitekim o hep özlediğimiz ve bir türlü içine düştüğü
açmazdan çıkamayan Miss Piggy – Kermit ilişkisinin geldiği nokta, soğuk espri
makinesi Ayı Fozzie’nin Muppet sonrası düştüğü acıklı hal ve tabi Gonzo’nun bir
iş adamı olarak portresi... bunlar çok güzel buluşlar ve eğlenceliler... Ve son
gösteri sırasında yapılan skeçler... özellikle de berber dörtlüsünün
Nirvana’nın “Smells Like Teen Spirit” performansı... Çılgın davulcu “Animal”ın
göründüğü her sahne... Bütün bunlar filmin çok eğlenceli sahneleri... Ama bu
kadar da değil. Jack Black, Alan Arkin, Zach Galifianakis ve Emily Blunt gibi
konuklarıyla da ilgi çeken film müzikleriyle de akılda kalıcı olmayı başarıyor.
Filmin “yeni” Muppet kahramanı Walter’ın kendini bulma hikayesi de çok anlamlı
bir mesaj sunuyor, özellikle de çocuklara... Jason Segel ile Walter’ın beraber
seslendirdiği “Man or Muppet” şarkısına bayıldım mesela... Tek negatif eleştirimse
şu: “Muppet Show”un daha bir sürü komik malzemesi vardı. Uzay domuzları,
doktorlar, İsveçli aşçı ve bilimadamıyla yardımcısı “mi mi!”... Filmde bu
malzemelerden daha da faydalanmak mümkündü...
The Muppets filmine çoluk çocuk gitmenizi ve keyifle arkanıza
yaslanıp kendinizi onların dünyasına teslim etmenizi tavsiye ederim... 3,5 / 5
İşte size "Man or Muppet" şarkısının da klibi:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder