1. Rüya Kızlar / Dreamgirls
“Rüya Kızlar”ı sevmeyenler tek bir sebep ileri sürebilirler:
Çok fazla müzik var. Ne de olsa bir
Broadway müzikalinden uyarlanmış. Bir dönem müzikal oyunların çok tutulduğu,
müzikal ya da müzikli filmlerin gişe rekorları kırdığı ülkemizde artık
müzikallere karşı duyulan ilgisizlik ve sevgisizlik ilginç doğrusu.
Sahne sanatlarını konu alan her başarılı müzikal/filmde olduğu gibi “Rüya Kızlar”ın da ana meselesi ‘kibir’ aslında. Ana karakterlerinin hepsi insanlığın en büyük zaaflarından biri olan ‘kibir’den nasipleniyorlar. Hepsi de sonra da derslerini bir bir alıyorlar.
1950’lerde şöhretinin zirvesinde olan şarkıcı James Early’nin (Eddie Murphy) arkasında vokal yaparak müzik dünyasına adım atan üç genç şarkıcı Deena, Effie ve Lorell’in yıllara yayılan müzikal öyküsü bu. Çıkış noktası efsanevi Diana Ross’un The Supremes adlı grubunun gerçek hikayesi aslında. Ama ima edilse de o hikayenin anlatıldığı söylenmiyor ne müzikalde ne de bu filmde. Film, Amerikan müzik endüstrisinin acımasız dünyasının etkili bir profilini çıkarmakla kalmayıp son derece zengin bir karakter galerisi ve soul müzik sevenler için de tam bir müzik şöleni sunuyor.
“Rüya Kızlar”da Eddie Murphy’nin kariyerindeki en iyi performansına da şahit oluyoruz. Oyuncu filmdeki şarkıları kendi sesiyle seslendiriyor. Tüm kariyerinin –şarkıcılık dahil- en başarılı performansına ev sahipliği yapıyor film. “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” Oscar’ını “Little Miss Sunshine”daki küçücük rolüyle Alan Alda’ya kaptırması bence tam bir sürpriz ve hatta haksızlık. Beyoncé de kliplerinde görmeye alıştığımız Beyoncé değil filmde. Kendisinden beklenmeyen, aksamayan bir performans seyrediyoruz. Üstelik güzelliğiyle de göründüğü sahnelerde ışıl ışıl parlıyor. Ama bizim ‘popstar’ yarışmasına kaynaklık eden ‘Amerikan Idol’ yarışmasının finalistlerinden Jennifer Hudson, Effie rolünde güçlü sesiyle resmen büyülüyor, ortalığı kasıp kavuruyor. “Rüya Kızlar” eğer müzikallere karşı özel bir antipatiniz yoksa kaçırmamanız gereken bir ses ve görüntü şöleni… Filmin Tiglon'dan çıkan DVD'si kolayca bulunabilmekte...
2. Adı Vasfiye
4. Şeytan Üçgeni / Triangle
Aksiyon ve triad (mafya) filmlerinin Hong Kong’lu üstadı Johnnie To, ne yazık ki ülkemizde kısıtlı bir kitle tarafından takip ediliyor. Oysa usta kendi türünde muhteşem filmlere imza atmıştır. İki film olarak çıkardığı ve Uzakdoğu mafyasının adeta anatomisini çıkaran “Election”lar, triad dünyasına romantik bir bakış atan “Exiled”, muhteşem plan-sekanslarla süslediği ve ‘bu sahneyi nasıl çekmiş acaba?’ sorularıyla izleyenleri hayrete düşüren “Breaking News” ve daha birçoğuyla, dopdolu ‘renkli’ bir filmografisi vardır.
To’nun 2009 filmi “İntikam Peşinde”, Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın da içinde olduğu jüriyi acaba ne hale getirdi merak etmemek mümkün değil! Çünkü To’nun bu filmi olanca stilize sahneleri ve melankolisine rağmen binlerce kez –özellikle de uzakdoğu sinemasında- izlediğimiz intikam temasına pek yeni bir şey getirmiyor. İronik ve nostaljik bir tat vermesinin dışında Fransız eski katil/yeni aşçı Costello’nun mafya tarafından katledilen kızı ve ailesinin intikamını almak için Hong Kong’a gelmesinin pek tatmin edici bir tarafı yok. Sadece Costello’nun “Kabadayı”daki Şener Şen gibi amnezi sorununun olması bazı güzel detaylara vesile oluyor. Costello’nun kendisine üç tane vicdanlı serseri bulması ve büyük bir organizasyona karşı savaş açması; ama bir süre sonra bütün bunları, hatta intikamını bile unutması olasılığı filme belli bir merak duygusu katıyor.
Sahne sanatlarını konu alan her başarılı müzikal/filmde olduğu gibi “Rüya Kızlar”ın da ana meselesi ‘kibir’ aslında. Ana karakterlerinin hepsi insanlığın en büyük zaaflarından biri olan ‘kibir’den nasipleniyorlar. Hepsi de sonra da derslerini bir bir alıyorlar.
1950’lerde şöhretinin zirvesinde olan şarkıcı James Early’nin (Eddie Murphy) arkasında vokal yaparak müzik dünyasına adım atan üç genç şarkıcı Deena, Effie ve Lorell’in yıllara yayılan müzikal öyküsü bu. Çıkış noktası efsanevi Diana Ross’un The Supremes adlı grubunun gerçek hikayesi aslında. Ama ima edilse de o hikayenin anlatıldığı söylenmiyor ne müzikalde ne de bu filmde. Film, Amerikan müzik endüstrisinin acımasız dünyasının etkili bir profilini çıkarmakla kalmayıp son derece zengin bir karakter galerisi ve soul müzik sevenler için de tam bir müzik şöleni sunuyor.
“Rüya Kızlar”da Eddie Murphy’nin kariyerindeki en iyi performansına da şahit oluyoruz. Oyuncu filmdeki şarkıları kendi sesiyle seslendiriyor. Tüm kariyerinin –şarkıcılık dahil- en başarılı performansına ev sahipliği yapıyor film. “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” Oscar’ını “Little Miss Sunshine”daki küçücük rolüyle Alan Alda’ya kaptırması bence tam bir sürpriz ve hatta haksızlık. Beyoncé de kliplerinde görmeye alıştığımız Beyoncé değil filmde. Kendisinden beklenmeyen, aksamayan bir performans seyrediyoruz. Üstelik güzelliğiyle de göründüğü sahnelerde ışıl ışıl parlıyor. Ama bizim ‘popstar’ yarışmasına kaynaklık eden ‘Amerikan Idol’ yarışmasının finalistlerinden Jennifer Hudson, Effie rolünde güçlü sesiyle resmen büyülüyor, ortalığı kasıp kavuruyor. “Rüya Kızlar” eğer müzikallere karşı özel bir antipatiniz yoksa kaçırmamanız gereken bir ses ve görüntü şöleni… Filmin Tiglon'dan çıkan DVD'si kolayca bulunabilmekte...
2. Adı Vasfiye
“Konu yok. Yazacak bir
şey bulamıyorum” diye ortalarda dolanan genç bir yazar, deneyimli bir büyüğüne
dert yanar. Büyüğü ona her tarafın konuyla dolu olduğunu ama bakmasını bilmesi
gerektiğini söyler ve yanından ayrılır. Gencin gözü duvardaki bir gazino
afişine takılır. Assolist Sevim Suna’nın afişine bakıp arkasındaki hikayeyi
düşünürken bir adam yanaşır yanına ve “onun asıl adı Vasfiye” der. Genç
delikanlının aradığı hikaye ayağına gelmiştir. Hem de ne hikaye... Genç yazar bu
çıktığı yolculukta aynı kadını dört ayrı adamdan dinler.
Atıf Yılmaz usta, “Adı Vasfiye”de
bir kadını, onu tanıyıp da farklı özellikleriyle tanımlayan dört farklı erkeğin
gözünden anlatmakla kalmayıp düş mü, gerçek mi belli olmayan bir tarzı filmine
başarıyla yedirmesini bilmişti. Atilla Dorsay’ın zamanında Cumhuriyet
gazetesine yazdığı gibi o zamanlara kadar ‘sinemamızda hiç denenmemiş bir
anlatım biçimini' deneyen Atıf Yılmaz, bu tür biçimsel denemelerden her zaman
başarıyla çıkmasını bilmişti zaten.
“Adı Vasfiye” Ömer Kavur-Atıf Yılmaz ortaklığının
en başarılı ürünlerinden biriydi. Necati Cumalı’nın “Ay Büyürken Uyuyamam” adlı
eserinden Barış Pirhasan’ın uyarladığı senaryo bugünün senaristlerine ders
niteliğini taşımakta.
Film aynı zamanda Müjde
Ar’ın da en başarılı performanslarından birini içermekte. Ar, Vasfiye
karakterinin içinde bir kadının ezilen, ezen, şuh, hüzünlü, fedakar ve zeki
yönlerini tek tek gösteriyor. Kadın kişiliğinin girinti ve çıkıntılarını
sergileyen film, erkeklerin tekdüzeliğine de küçük dokundurmalar yaparak bir
enigma yaratmayı başarıyor. Sonunda Vasfiye’nin bize anlatılan kadınlardan
hangisi olduğunu çözmek de yine bize kalıyor.
Atıf Yılmaz’ın
başyapıtlarından biri sayılan “Adı Vasfiye”nin Kanal D Home Video'dan çıkan DVD'si tek olarak da Atıf Yılmaz DVD Koleksiyonu adlı paket içinde de bulunabiliyor...
3. Zodiac
Konuya biraz merak duyanlar 1970’lerde San Fransisco körfez
bölgesindeki cinayetleriyle dehşet yaratmış Zodiac lakaplı seri katilin kimliğinin
hâlâ bilinmediğini dolayısıyla da yakalanamadığını bilmekteler. Filmin
uyarlandığı kitabın yazarı, onun kim olduğunu bulmak için yıllarını veren
Robert Graysmith, bu filmin ana karakterlerinden biri. Dolayısıyla filme
başlamadan önce şunları biliyoruz: 1- Katilin kim olduğunun ortaya çıkmadığı,
gerçek olayları anlatan bir film bu. 2- Hikayenin kahramanı sonunda hayatta
kalıp bu filmin uyarlanacağı kitabı yazmış. Ama bunları bilmemize rağmen
yönetmen David Fincher, bu 150 dakikalık filmi bize merak içinde seyrettirmeyi
başarıyor.
Zodiac’ın cinayetleri dört adamın hayatını derinden
etkiliyor. Film hem katilin izini onların sayesinde ipuçlarını takip ederek
bize sürdürüyor, hem de onların bu adama duydukları takıntıların anatomilerini
çıkarıyor. Şöhretli bir gazeteci olan Paul Avery (Downey Jr.) ve aynı gazetede
karikatürist olan Robert Graysmith (Gyllenhaal), polis dedektifi David Toschi
(Ruffalo) ve ortağı Bill Armstrong (Edwards) bu adamlar... Yüzünü göremediğimiz
Zodiac’ın eylemleri de ara ara olanca vahşetiyle gösteriliyor. Sonrasında onun
peşine düşen tüm bu adamların en inatçısı Robert çıkıyor. Robert ve
diğerlerinin duyduğu bu yakıcı merak, topluma hizmet etmek amaçlı değil aslında,
daha çok hayatlarının eksiklerini önemli bir bilgiyle doldurma ihtiyaçlarından
kaynaklanıyor ve film bunu çok iyi veriyor. “Se7en”da olduğu gibi bir kez daha
avın, peşine düşen avcıları avladığı bir durum sözkonusu.
Film bize birkaç şüpheli çıkarıyor. Aynı kitapta olduğu gibi
onların olabileceğinin sağlam kanıtlarını da sunuyor. Yine de ‘işte bu adam’
demiyor, diyemiyor. Ama yine de seyircisini tatmin eden bir finali var.
Yüzlerce kanıtın harmanlandığı, temponun hiç düşmediği, çok fazla diyalog
içerdiğinden dolayı kimi detayların arada kaynadığı bir film “Zodiac”. Ama
sinematografik olarak kusursuza çok yakın. Filmin Tiglon'dan çıkan DVD'si kolayca bulunabilir...
4. Şeytan Üçgeni / Triangle
Greg adlı genç bir adam arkadaşlarıyla bir tekne gezisine çıkmaya hazırlanırken başka bir arkadaşı Jess de (Melissa George) son dakika konuğu olarak marinaya gelir. Ancak Jess’de bir tuhaflık vardır. Oğluyla yalnız yaşayan Jess’in sıkıntılı günler geçirdiğini bilen Greg, onun da gruba katılmasına ses çıkarmaz. Ancak denize açılan grup, bir süre sonra terkedilmiş dev bir hayalet gemiyle karşılaşır. Grup gayet meraklı olarak ve içerde yardıma muhtaç birini gördüklerini düşünerek gemiye çıkar. Sonrasını asla tahmin edemezsiniz...
Bir İspanyol filmi olan ve ülkemize hiçbir festivalde dahi uğrayamayan “Timecrimes” (Los Cronocrímenes) ile akraba olan bir film var karşımızda. Tıpkı onun gibi bu film de en başta oldukça klişe sahnelerle dolu basit bir gerilim filmi izleyeceğiniz hissini veriyor size. Ancak iki filmin de bir ‘kırılma noktası’ var. Bu noktadan sonra beyninizi iyice yormanızı istiyor sizden. Zira hikayenin geçmişinde yaşanan hiçbir olay silinmiyor, yenileri yaşanırken eski yaşananlar bu yeni yaşananlarla paralel olarak sürüyor. Yani aslında bir ‘çıkışsızlık’a dönüşüyor film. Bu çıkışsızlık, İspanyol filminde seyircisini ‘zaman makinası’ kavramını da işe katarak fantastik ve trajikomik bir dünyaya çekerken; “Şeytan Üçgeni” kahramanının beyninin içinde hapsolduğu gergin bir döngüye götürüyor izleyicisini. Olaylara bir türlü engel olamayan ve yavaş yavaş çıldıran bir karakterin başlattığı, herşeyin birbirine bu çıldırışla bağlandığı sarmal bir olaylar silsilesi bu. Öyle ki finalde aldığımız bilgiyle filmi bir kere daha izleme isteği uyandırıyor meraklısına.
Bir İspanyol filmi olan ve ülkemize hiçbir festivalde dahi uğrayamayan “Timecrimes” (Los Cronocrímenes) ile akraba olan bir film var karşımızda. Tıpkı onun gibi bu film de en başta oldukça klişe sahnelerle dolu basit bir gerilim filmi izleyeceğiniz hissini veriyor size. Ancak iki filmin de bir ‘kırılma noktası’ var. Bu noktadan sonra beyninizi iyice yormanızı istiyor sizden. Zira hikayenin geçmişinde yaşanan hiçbir olay silinmiyor, yenileri yaşanırken eski yaşananlar bu yeni yaşananlarla paralel olarak sürüyor. Yani aslında bir ‘çıkışsızlık’a dönüşüyor film. Bu çıkışsızlık, İspanyol filminde seyircisini ‘zaman makinası’ kavramını da işe katarak fantastik ve trajikomik bir dünyaya çekerken; “Şeytan Üçgeni” kahramanının beyninin içinde hapsolduğu gergin bir döngüye götürüyor izleyicisini. Olaylara bir türlü engel olamayan ve yavaş yavaş çıldıran bir karakterin başlattığı, herşeyin birbirine bu çıldırışla bağlandığı sarmal bir olaylar silsilesi bu. Öyle ki finalde aldığımız bilgiyle filmi bir kere daha izleme isteği uyandırıyor meraklısına.
Filmin Bermuda Şeytan Üçgeni’yle pek bir ilgisi yok. Aslında şöyle: önce “Hayalet Gemi” (Ghost Ship) gibi başlıyor, sonra “Bugün Aslında Dündü”ye (Groundhog Day) sonunda da “Timecrimes”ın mizahsız haline dönüşüyor. Avustralyalı güzel oyuncu Melissa George’un aksamayan ve fiziksel cazibesini neredeyse hiç kullanmadığı performansını barındıran filmin İngiliz yönetmeni Christopher Smith’i daha önce korku-komedi türünde çektiği “Kanlı Mesai” (Severance) filminden hatırlıyoruz..
Bu arada filmin bir sahnesinde kahramanımıza 237 no’lu kamarada önemli bir mesaj var. Tıpkı “The Shining”de olduğu gibi...
Bu arada filmin bir sahnesinde kahramanımıza 237 no’lu kamarada önemli bir mesaj var. Tıpkı “The Shining”de olduğu gibi...
Filmin Kanal D Home Video'dan çıkan DVD'si bulunabiliyor...
5. İntikam Peşinde / Fuk Sau (Vengeance)
Aksiyon ve triad (mafya) filmlerinin Hong Kong’lu üstadı Johnnie To, ne yazık ki ülkemizde kısıtlı bir kitle tarafından takip ediliyor. Oysa usta kendi türünde muhteşem filmlere imza atmıştır. İki film olarak çıkardığı ve Uzakdoğu mafyasının adeta anatomisini çıkaran “Election”lar, triad dünyasına romantik bir bakış atan “Exiled”, muhteşem plan-sekanslarla süslediği ve ‘bu sahneyi nasıl çekmiş acaba?’ sorularıyla izleyenleri hayrete düşüren “Breaking News” ve daha birçoğuyla, dopdolu ‘renkli’ bir filmografisi vardır.
To’nun 2009 filmi “İntikam Peşinde”, Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın da içinde olduğu jüriyi acaba ne hale getirdi merak etmemek mümkün değil! Çünkü To’nun bu filmi olanca stilize sahneleri ve melankolisine rağmen binlerce kez –özellikle de uzakdoğu sinemasında- izlediğimiz intikam temasına pek yeni bir şey getirmiyor. İronik ve nostaljik bir tat vermesinin dışında Fransız eski katil/yeni aşçı Costello’nun mafya tarafından katledilen kızı ve ailesinin intikamını almak için Hong Kong’a gelmesinin pek tatmin edici bir tarafı yok. Sadece Costello’nun “Kabadayı”daki Şener Şen gibi amnezi sorununun olması bazı güzel detaylara vesile oluyor. Costello’nun kendisine üç tane vicdanlı serseri bulması ve büyük bir organizasyona karşı savaş açması; ama bir süre sonra bütün bunları, hatta intikamını bile unutması olasılığı filme belli bir merak duygusu katıyor.
Ancak en başta Alain Delon’un “Kiralık Katil” (Le Samourai) filmindeki Costello karakterine gönderme yapan intikamcı babayı yine Alain Delon’la çekmek isteyen Johnnie To bu amacına ulaşamamış. Sebebi de Delon’un senaryoya fazlaca müdahele etmek istemesi. Bunun üzerine uzun zamandır sinemada görünmeyen Fransız rock müzisyeni Johnny Hallyday filme dahil edilmiş. Hallyday’in hayli mesafeli performansı filmin melankolisini tamamlıyor. Ama Uzakdoğu filmlerine benim kadar meraklı olanlara ‘Hong Kong sinemasının Al Pacino’su diye adlandırılan Anthony Wong ve yine Hong Kong mafya filmlerinin bir nevi Christopher Walken’ı sayılabilecek Simon Yam de kadroda lezzetli performanslar sunuyorlar.
Her Johnnie To filminde olduğu gibi stilize
şiddet sahneleri, hayli kanlı... Ama kırdaki çatışma sahnesine özellikle dikkat!
Fİlmin Kanal D Home Video DVD'si kolayca bulunabiliyor...
Triangle muhteşem bir film gerçekten, yine defalarca izledim bir film, çözebilmiş değilim ama... "Time crimes" benzer bir konu ama kesinlikle aynı tadı vermiyor.
YanıtlaSil