1. Son Öpücük / L’ultimo Bacio
Eski günlerinden uzak
olan İtalyan sinemasına yeni soluklar getiren iki yönetmen oldu 2000’lerde: Ferzan
Özpetek ve Gabriele Muccino. Özpetek’in sinema anlayışının dinamikleri daha hikaye
ve karakter odaklı. Muccino ise biçime de en az içerik kadar önem veren bir
yönetmen. Bol diyaloglu filmlerini hareketli kamerasıyla, başvurmaktan
çekinmediği plan-sekanslar ve dinamik bir kurguyla sunuyor. Asıl büyük başarısı
ise bir Hollywood filminde abartıya ve yapaylığa sebep olan bu sinematografik
kararları verirken duygusallıktan hiç ödün vermemesi. Bu yüzden Hollywood’dan
teklif alıp orada bir-iki filme imza atması da kaçınılmazdı.
“Son Öpücük” ülkesinde olduğu
gibi bizde de belli kesimlerce çok beğenilen bol ödüllü bir film. Çünkü hayatın
çok içinden gelen bir hikayesi var. Birbiriyle bağlantılı sekiz ayrı karekterin
evlilik, aşk ve bağlılık konularında yaşadığı gelgitleri son derece başarılı
bir hikaye kurgusu eşliğinde anlatıyor film. Filmin merkezinde hamile olan
sevgilisi Giulia ile evlenme hazırlığı yapan otuzlarına yeni girmiş Carlo var.
Ancak Carlo bir türlü evliliğe hazır hissetmemektedir kendisini. Nitekim bir
arkadaşının düğününde tanıştığı Francesca adlı genç bir kız onda yeni
heyecanlar uyandırır. Carlo’nun evli arkadaşları da hayatlarından pek memnun
değillerdir. Bu onun kafasını daha da karıştırır...
Sonunda kenarda bir
yerden kementi yiyen her erkek artık vahşi atlar gibi oradan oraya özgürce koşturamayacaktır. Bu süreç bir bakıma
erkeğin iğdiş edilmesine de benzetilebilir. Nitekim “Son Öpücük”te de kadınlar
ne istedikleri konusunda genellikle çok ‘net’ler. Erkekler ise başka kadınlarla
olabilme ‘şans’larına veda etmek zorunda hissetmekteler. Bu da ne yazık ki
kadınların anlamakta çok zorluk çektiği bir erkek psikolojisi ve de hayli
evrensel! Muccino bu psikolojinin yarattığı pek çok durumun komedisini de
dramını da başarıyla yaratmayı biliyor bu filminde...
“Son Öpücük”ün Kanal D'den çıkan DVD'sini özellikle D&R'ın kampanya DVD'leri içinde bulabilirsiniz...
2. In Bruges
Bruges (Brüj diye
okunuyor) Belçika’da bulunan günümüze kadar korunabilmiş, Ortaçağ şehirlerinden
biri. Belçika hükümeti şehrin üzerine titriyor bozulmaması için. Ve inanılmaz
bir şey ama Avrupalı turistlerin adeta akın ettiği bu kent daha kendi sınırları
içinden en ufak bir taşma bile (hani bizdeki mantıkla ‘bir tesis de şuraya
konduralım’ girişimi) yaşanmamış.
Geçen yılın Oscar
adaylıklarında adından sıkça bahsettiren “In Bruges” (film ülkemizde vizyona girmedi,
DVD’si için de Türkçe isim konulmamış) yönetmeni Martin McDonagh için rasgele
seçilmiş bir şehir değil tabi ki. Pek yolunda gitmeyen bir işin ardından
patronları tarafından yeni işlerini beklemek üzere oraya gönderilen iki
tetikçinin hayatlarını sorguladıkları bir mekana -ya da moda deyişle 'Araf'a- dönüşüyor bu turistik ve
sürprizlerle dolu şehir. Genç ve hedonist tetikçi (Farrell) ile tecrubeli,
tarih meraklısı ortağı (Gleeson) bu bekleme sürecinde zaman zaman sıkılacak,
bazen de varoluşlarını sorgulayacaklardır. Sonunda bambaşka bir sebeple orada
tutulduklarını öğrenene kadar...
Olayın içinde biri genç
biri yaşlı iki tetikçi olduğunda aklınıza hemen Stallone-Banderas ikilisinin
kapıştığı “Suikastçılar” (Assassins) gelmesin. Richard Donner’ın filmi
hikayenin felsefesiyle pek az ilgilenip filmini ne kadar aksiyona boğduysa “In
Bruges” da bunun o kadar tersini yapıyor. McDonagh senaryosunu da kendi yazdığı
bu ilk uzun metrajlı filminde adeta zamanın donduğu bir şehirde sürgüne
gönderilmiş iki farklı kuşağı birbiriyle değil kendileriyle hesaplaştırıyor...
Ralph Fiennes’ın olaylara
katılımıyla temposu artan filmin komedi dozu da, aksiyonu da, gerilimi de çok
‘ince’ ayarlanmış. Özellikle senaryosu BAFTA dahil pek çok festivalden
ödüllendirilen bu şık filmin As Sanat'tan çıkmış DVD’si de zengin ekstra içeriğiyle ilgiyi hak
ediyor... Küçük çaplı bir aramayla hâlâ da bulunabiliyor...
3. İçimdeki Yangın / Incendies
Bir tiyatro oyununu böylesi bir sinema filmine çevirmek çok
rastlanan bir durum değil. “İçimdeki Yangın” Radiohead’in “You and Whose Army?”
adlı şarkısı eşliğinde başlar başlamaz seyircisini etki altına alıyor ve iki
saati aşkın süresine rağmen de onu bir an bile kendi başına bırakmıyor...
Annelerinin ölümünden sonra onun vasiyetini dinleyen ikiz
kardeşlerin önlerine iki zarf konur. Biri öldü sandıkları babalarına diğeri de
daha önce varlığından hiç haberdar olmadıkları ağabeylerine iletilecektir...
Kardeşler annelerinin Lübnan’daki iç savaş yıllarına uzanan gerçek hikayesine
daldıklarında şok edici bir gerçekle yüzleşeceklerinden habersizdirler.
1975’te patlak veren, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında
başlayan Lübnan İç Savaşı’nda olaylar Filistin Kurtuluş Örgütü’ne ve oradan da
İsrail’in katılımına kadar uzanmıştı. Bu süreç içinde sadece farklı dinlerden
oldukları için birbirlerinden nefret eden insanlar, insanlıktan çıkmış bir
şekilde korkunç cinayetler işlediler. İkizlerin annesi Nawal Marwan’ın bütün bu
kaosun ortasında kalışı, daha doğar doğmaz kucağından alınan oğlunu arayışı ve
15 yıldan fazla bir süre yaşadığı büyük işkence, filmde içimizde gerçekten de
bir yangın başlatacak şiddette bir sinema duygusuyla gözlerimizin önüne
seriliyor.
Kanada’lı yönetmen Denis Villeneuve filmini ağır ağır ama
etkili sahnelerle dolu, geçmişle bugünü iç içe geçiren sağlam bir senaryoyla
(bir danışman eşliğinde kendisi yazmış) çekmiş. Filme başından sonuna eşlik
eden melankolik ton, bittikten sonra da bir süre peşinizi bırakmayacaktır...
Filmin Tiglon'dan çıkan DVD'si mağazalarda bulunabiliyor...
4. Yeryüzündeki Son Aşk / Perfect Sense
Dünyanın sonuyla ilgili ne kadar çok film yapılmaya başlandı
farkında mısınız? İnsanoğlu kendi gidişatından hiç memnun değil. Belki bir toplu
temizlik istiyoruz... İçgüdüsel bir ‘sil baştan’ arzusuyla da açıklanabilir
belki bu istek... Biz bu dünyaya iyi davranmadığımız gibi birbirimize de iyi
davranamadık... Son bir – iki yılda giderek kendisine daha çok yer bulan bu karamsar
bakış bir aşk filmine dekor olunca daha çok iç burkuyor ve anlamını
güçlendiriyor doğrusu...
Ama diğer yandan bu sona yaklaştıkça şiddetlenen aşk bize
aslında sevmenin ne kadar vazgeçilemez bir dürtü olduğunu da anlatıyor. Lüks
bir restoran aşçı olan Michael ile bir bilim kadını olan Susan’ın aşkı tam da
büyük bir salgının keşfedildiği günlere denk düşüyor. İnsanlar arasında giderek
yaygınlaşan ve beş duyuyu hedef alan bu hastalık önce kendisini farklı
semptomlarla gösteriyor. Her krizden sonra duyulardan bir tanesi kayboluyor.
Mesela önce hissizleşiyor insanlar, sonra koku alma duyuları yok oluyor... Bağır
çağır bir sinir krizinin ardından duyma yetileri kayboluyor... Michael ve Susan
hastalığın bütün aşamalarını bir şekilde kendi hayatlarına adapte ederek
aşklarını yaşatmaya çalışıyorlar... Ta ki dünyanın sonuna kadar...
Yönetmen David Mackenzie filmini herhangi bir salgın filminden
farklı olarak ‘salgın’ı motif olarak kullanıp aşkın kimyasına yoğunlaşıyor en
çok. Tabi ki insanı insan yapan şeylerin kaybedilmesiyle sevginin de aynı
kaderi paylaşıp paylaşmayacağını da araştırıyor. Film insanın hayatta kalma
mücadelesi sırasında bile kalbinin sesini dinleyebileceğini anlatıyor. Mackenzie
iki güzel insanı bulmuşken onları bol bol çıplak da bırakarak hikayenin estetik
yanını da güçlendiriyor.
Ne var ki yine de ikilinin arasında doğan aşkın başlangıcı
ve ilerleyişi finaldeki aşkın gözyaşartan şiddetiyle pek uyuşmuyor... Biz
Michael ve Susan’ın birbirlerine karşı hislerinin sanki birbirleri yüzünden
değil de yalnız kalmamak için güçlendiğini hissediyoruz. Filmin tek aksayan
yönü sadece bu olmuş...
5. Kabuslar Adası / Hierro
İspanyol korku
filmlerinin belli bir çekiciliği var, artık ikna olduk... “Yetimhane” (the
Orphanege) ve iki tane “Rec” filmi önce olmak üzere oradan gözlerimize
ulaşabilen her korku-gerilim filmi belli bir seyir zevki veren filmler oldular.
“Kabuslar Adası” (Hierro) aynı yapımcıların
destekleriyle çekilmiş olmasının yanısıra hikayesiyle de az da olsa
“Yetimhane”yle benzeşiyor.
Nitekim yine esrarengiz
bir şekilde ‘yok olan’ çocuğunu arayan bir annenin izinden gidiyor film. Hierro
adasına yapılan bir feribot yolculuğu sırasında küçük oğlu Diego’yu kaybeden
Maria, altı ay sonra tarife çok uyan bir cesedi teşhis etmesi için adaya tekrar
çağrılır. İşte Maria’nın gergin hikayesi de asıl bundan sonra başlar...
Film aslında metaforlarla
dolu bir yolculuk. Maria’nın hikayesini Jung’cu bir yaklaşımla ele almak da
mümkün, İncil’den yola çıkarak yorumlamak da... Nitekim ismi Maria olan annenin
(İsa’nın annesi Meryem’e Jung’cu bir gönderme) sık sık onun babasızlığına vurgu
yaptığı oğlu Diego’nun bir nevi Hz. İsa’yı temsil ettiğini kabul etsek,
Maria’nın oğlunun ölümüne inanmayıp onu arayıp durması da İncil’deki bir
hikayeyi andırıyor. Nitekim Hz. İsa’nın ölümünden sonra Meryem’in onun mezarına
giderek onun canlanmasını beklemesi İncil’in birinci kitabı Matta’da geçen bir
hikaye... Şimdi sıkı durun; Filmde Maria, Hierro adasında oğlu sandığı başka
bir çocuğu buluyor. Onun adı da Mateo... Yani Matta’nın (Havari Matthew’un adı)
İspanyolca karşılığı...
Dolayısıyla film aslında bir
anlamda sorunlardan çıkışı din olarak görenlere karşı gizli bir eleştiri
savuruyor. Nitekim burada seyir zevkinizi bozacağı için açıklayamadığımız çarpıcı final, Maria’nın bulduğu çözümün pek
de dinle alakası olmadığını gösteriyor...
Genç yönetmen Gabe
Ibanez’in ilk uzun metrajlı filminde zaman zaman ritmin düştüğü, hikayenin
sarktığı sahnelerde devreye görüntü yönetmeni Alejandro Martinez’in olağanüstü
görüntüleri giriyor.
“Kabuslar Adası” bir
adaya hapsedilen gizemli bir atmosferi olağanüstü görüntülerle süsleyen bir ilk
film. Yönetmen Gabe Ibanez’in daha iyi filmleri olacaktır, merakla bekleyebilirsiniz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder