Eleştirmenin Not Defteri

15 Ekim 2012 Pazartesi

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 2

Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... 

1. Son Öpücük / L’ultimo Bacio














Eski günlerinden uzak olan İtalyan sinemasına yeni soluklar getiren iki yönetmen oldu 2000’lerde: Ferzan Özpetek ve Gabriele Muccino. Özpetek’in sinema anlayışının dinamikleri daha hikaye ve karakter odaklı. Muccino ise biçime de en az içerik kadar önem veren bir yönetmen. Bol diyaloglu filmlerini hareketli kamerasıyla, başvurmaktan çekinmediği plan-sekanslar ve dinamik bir kurguyla sunuyor. Asıl büyük başarısı ise bir Hollywood filminde abartıya ve yapaylığa sebep olan bu sinematografik kararları verirken duygusallıktan hiç ödün vermemesi. Bu yüzden Hollywood’dan teklif alıp orada bir-iki filme imza atması da kaçınılmazdı.
“Son Öpücük” ülkesinde olduğu gibi bizde de belli kesimlerce çok beğenilen bol ödüllü bir film. Çünkü hayatın çok içinden gelen bir hikayesi var. Birbiriyle bağlantılı sekiz ayrı karekterin evlilik, aşk ve bağlılık konularında yaşadığı gelgitleri son derece başarılı bir hikaye kurgusu eşliğinde anlatıyor film. Filmin merkezinde hamile olan sevgilisi Giulia ile evlenme hazırlığı yapan otuzlarına yeni girmiş Carlo var. Ancak Carlo bir türlü evliliğe hazır hissetmemektedir kendisini. Nitekim bir arkadaşının düğününde tanıştığı Francesca adlı genç bir kız onda yeni heyecanlar uyandırır. Carlo’nun evli arkadaşları da hayatlarından pek memnun değillerdir. Bu onun kafasını daha da karıştırır... 
Sonunda kenarda bir yerden kementi yiyen her erkek artık vahşi atlar gibi oradan oraya özgürce  koşturamayacaktır. Bu süreç bir bakıma erkeğin iğdiş edilmesine de benzetilebilir. Nitekim “Son Öpücük”te de kadınlar ne istedikleri konusunda genellikle çok ‘net’ler. Erkekler ise başka kadınlarla olabilme ‘şans’larına veda etmek zorunda hissetmekteler. Bu da ne yazık ki kadınların anlamakta çok zorluk çektiği bir erkek psikolojisi ve de hayli evrensel! Muccino bu psikolojinin yarattığı pek çok durumun komedisini de dramını da başarıyla yaratmayı biliyor bu filminde...  
“Son Öpücük”ün Kanal D'den çıkan DVD'sini özellikle D&R'ın kampanya DVD'leri içinde bulabilirsiniz...  

2. In Bruges 














Bruges (Brüj diye okunuyor) Belçika’da bulunan günümüze kadar korunabilmiş, Ortaçağ şehirlerinden biri. Belçika hükümeti şehrin üzerine titriyor bozulmaması için. Ve inanılmaz bir şey ama Avrupalı turistlerin adeta akın ettiği bu kent daha kendi sınırları içinden en ufak bir taşma bile (hani bizdeki mantıkla ‘bir tesis de şuraya konduralım’ girişimi) yaşanmamış. 
Geçen yılın Oscar adaylıklarında adından sıkça bahsettiren “In Bruges” (film ülkemizde vizyona girmedi, DVD’si için de Türkçe isim konulmamış) yönetmeni Martin McDonagh için rasgele seçilmiş bir şehir değil tabi ki. Pek yolunda gitmeyen bir işin ardından patronları tarafından yeni işlerini beklemek üzere oraya gönderilen iki tetikçinin hayatlarını sorguladıkları bir mekana -ya da moda deyişle 'Araf'a- dönüşüyor bu turistik ve sürprizlerle dolu şehir. Genç ve hedonist tetikçi (Farrell) ile tecrubeli, tarih meraklısı ortağı (Gleeson) bu bekleme sürecinde zaman zaman sıkılacak, bazen de varoluşlarını sorgulayacaklardır. Sonunda bambaşka bir sebeple orada tutulduklarını öğrenene kadar... 
Olayın içinde biri genç biri yaşlı iki tetikçi olduğunda aklınıza hemen Stallone-Banderas ikilisinin kapıştığı “Suikastçılar” (Assassins) gelmesin. Richard Donner’ın filmi hikayenin felsefesiyle pek az ilgilenip filmini ne kadar aksiyona boğduysa “In Bruges” da bunun o kadar tersini yapıyor. McDonagh senaryosunu da kendi yazdığı bu ilk uzun metrajlı filminde adeta zamanın donduğu bir şehirde sürgüne gönderilmiş iki farklı kuşağı birbiriyle değil kendileriyle hesaplaştırıyor... 
Ralph Fiennes’ın olaylara katılımıyla temposu artan filmin komedi dozu da, aksiyonu da, gerilimi de çok ‘ince’ ayarlanmış. Özellikle senaryosu BAFTA dahil pek çok festivalden ödüllendirilen bu şık filmin As Sanat'tan çıkmış DVD’si de zengin ekstra içeriğiyle ilgiyi hak ediyor... Küçük çaplı bir aramayla hâlâ da bulunabiliyor...    

3. İçimdeki Yangın / Incendies












Bir tiyatro oyununu böylesi bir sinema filmine çevirmek çok rastlanan bir durum değil. “İçimdeki Yangın” Radiohead’in “You and Whose Army?” adlı şarkısı eşliğinde başlar başlamaz seyircisini etki altına alıyor ve iki saati aşkın süresine rağmen de onu bir an bile kendi başına bırakmıyor...
Annelerinin ölümünden sonra onun vasiyetini dinleyen ikiz kardeşlerin önlerine iki zarf konur. Biri öldü sandıkları babalarına diğeri de daha önce varlığından hiç haberdar olmadıkları ağabeylerine iletilecektir... Kardeşler annelerinin Lübnan’daki iç savaş yıllarına uzanan gerçek hikayesine daldıklarında şok edici bir gerçekle yüzleşeceklerinden habersizdirler.  
1975’te patlak veren, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında başlayan Lübnan İç Savaşı’nda olaylar Filistin Kurtuluş Örgütü’ne ve oradan da İsrail’in katılımına kadar uzanmıştı. Bu süreç içinde sadece farklı dinlerden oldukları için birbirlerinden nefret eden insanlar, insanlıktan çıkmış bir şekilde korkunç cinayetler işlediler. İkizlerin annesi Nawal Marwan’ın bütün bu kaosun ortasında kalışı, daha doğar doğmaz kucağından alınan oğlunu arayışı ve 15 yıldan fazla bir süre yaşadığı büyük işkence, filmde içimizde gerçekten de bir yangın başlatacak şiddette bir sinema duygusuyla gözlerimizin önüne seriliyor.
Kanada’lı yönetmen Denis Villeneuve filmini ağır ağır ama etkili sahnelerle dolu, geçmişle bugünü iç içe geçiren sağlam bir senaryoyla (bir danışman eşliğinde kendisi yazmış) çekmiş. Filme başından sonuna eşlik eden melankolik ton, bittikten sonra da bir süre peşinizi bırakmayacaktır...   
Filmin Tiglon'dan çıkan DVD'si mağazalarda bulunabiliyor...

4. Yeryüzündeki Son Aşk / Perfect Sense

 
 











Dünyanın sonuyla ilgili ne kadar çok film yapılmaya başlandı farkında mısınız? İnsanoğlu kendi gidişatından hiç memnun değil. Belki bir toplu temizlik istiyoruz... İçgüdüsel bir ‘sil baştan’ arzusuyla da açıklanabilir belki bu istek... Biz bu dünyaya iyi davranmadığımız gibi birbirimize de iyi davranamadık... Son bir – iki yılda giderek kendisine daha çok yer bulan bu karamsar bakış bir aşk filmine dekor olunca daha çok iç burkuyor ve anlamını güçlendiriyor doğrusu...
Ama diğer yandan bu sona yaklaştıkça şiddetlenen aşk bize aslında sevmenin ne kadar vazgeçilemez bir dürtü olduğunu da anlatıyor. Lüks bir restoran aşçı olan Michael ile bir bilim kadını olan Susan’ın aşkı tam da büyük bir salgının keşfedildiği günlere denk düşüyor. İnsanlar arasında giderek yaygınlaşan ve beş duyuyu hedef alan bu hastalık önce kendisini farklı semptomlarla gösteriyor. Her krizden sonra duyulardan bir tanesi kayboluyor. Mesela önce hissizleşiyor insanlar, sonra koku alma duyuları yok oluyor... Bağır çağır bir sinir krizinin ardından duyma yetileri kayboluyor... Michael ve Susan hastalığın bütün aşamalarını bir şekilde kendi hayatlarına adapte ederek aşklarını yaşatmaya çalışıyorlar... Ta ki dünyanın sonuna kadar...
Yönetmen David Mackenzie filmini herhangi bir salgın filminden farklı olarak ‘salgın’ı motif olarak kullanıp aşkın kimyasına yoğunlaşıyor en çok. Tabi ki insanı insan yapan şeylerin kaybedilmesiyle sevginin de aynı kaderi paylaşıp paylaşmayacağını da araştırıyor. Film insanın hayatta kalma mücadelesi sırasında bile kalbinin sesini dinleyebileceğini anlatıyor. Mackenzie iki güzel insanı bulmuşken onları bol bol çıplak da bırakarak hikayenin estetik yanını da güçlendiriyor.
Ne var ki yine de ikilinin arasında doğan aşkın başlangıcı ve ilerleyişi finaldeki aşkın gözyaşartan şiddetiyle pek uyuşmuyor... Biz Michael ve Susan’ın birbirlerine karşı hislerinin sanki birbirleri yüzünden değil de yalnız kalmamak için güçlendiğini hissediyoruz. Filmin tek aksayan yönü sadece bu olmuş...  

5. Kabuslar Adası / Hierro













İspanyol korku filmlerinin belli bir çekiciliği var, artık ikna olduk... “Yetimhane” (the Orphanege) ve iki tane “Rec” filmi önce olmak üzere oradan gözlerimize ulaşabilen her korku-gerilim filmi belli bir seyir zevki veren filmler oldular.
 “Kabuslar Adası” (Hierro) aynı yapımcıların destekleriyle çekilmiş olmasının yanısıra hikayesiyle de az da olsa “Yetimhane”yle benzeşiyor.
Nitekim yine esrarengiz bir şekilde ‘yok olan’ çocuğunu arayan bir annenin izinden gidiyor film. Hierro adasına yapılan bir feribot yolculuğu sırasında küçük oğlu Diego’yu kaybeden Maria, altı ay sonra tarife çok uyan bir cesedi teşhis etmesi için adaya tekrar çağrılır. İşte Maria’nın gergin hikayesi de asıl bundan sonra başlar...
Film aslında metaforlarla dolu bir yolculuk. Maria’nın hikayesini Jung’cu bir yaklaşımla ele almak da mümkün, İncil’den yola çıkarak yorumlamak da... Nitekim ismi Maria olan annenin (İsa’nın annesi Meryem’e Jung’cu bir gönderme) sık sık onun babasızlığına vurgu yaptığı oğlu Diego’nun bir nevi Hz. İsa’yı temsil ettiğini kabul etsek, Maria’nın oğlunun ölümüne inanmayıp onu arayıp durması da İncil’deki bir hikayeyi andırıyor. Nitekim Hz. İsa’nın ölümünden sonra Meryem’in onun mezarına giderek onun canlanmasını beklemesi İncil’in birinci kitabı Matta’da geçen bir hikaye... Şimdi sıkı durun; Filmde Maria, Hierro adasında oğlu sandığı başka bir çocuğu buluyor. Onun adı da Mateo... Yani Matta’nın (Havari Matthew’un adı) İspanyolca karşılığı...
Dolayısıyla film aslında bir anlamda sorunlardan çıkışı din olarak görenlere karşı gizli bir eleştiri savuruyor. Nitekim burada seyir zevkinizi bozacağı için açıklayamadığımız  çarpıcı final, Maria’nın bulduğu çözümün pek de dinle alakası olmadığını gösteriyor...
Genç yönetmen Gabe Ibanez’in ilk uzun metrajlı filminde zaman zaman ritmin düştüğü, hikayenin sarktığı sahnelerde devreye görüntü yönetmeni Alejandro Martinez’in olağanüstü görüntüleri giriyor.
“Kabuslar Adası” bir adaya hapsedilen gizemli bir atmosferi olağanüstü görüntülerle süsleyen bir ilk film. Yönetmen Gabe Ibanez’in daha iyi filmleri olacaktır, merakla bekleyebilirsiniz...

     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder