Aslında “parlak fikir”i iyi... Akıllı, öldürmeyi sanat
olarak gören Edgar Allan Poe hayranı edebiyat profesörü bir seri katil olan Joe
Carroll, hapishanedeyken bir şekilde dışarıdan kendisine birçok mürit
edinmiş... Anlaşılan o ki sayısı belirsiz olan bu müritler ‘esas kötü’
içerdeyken, ondan aldıkları ‘uzaktan eğitimle’ dışarıda terör yaratacaklar...
Joe Carroll’u yıllar önce yakalayan, sonra da meslekten uzaklaştırılan eski FBI
ajanı Ryan Hardy de yeniden göreve çağırılır. Carroll’un peşine düşen ekibin
başına danışman olarak getirilir... Muhtemelen sonraki bölümlerde ortaya
çıkacak ki, o ekibin içinde de müritlerden bir ya da ikisi olacak, izleyici
ve hafiften biraz da 'alkolik' kahraman dedektifimiz şüpheler içinde bırakılacak... Dizinin en güzel kancası da bu zaten... Ama ilk
bölümde bu kancayı daha da cazip hale getirecek bir karakter işlenişine
rastlamadık... Oysa “Homeland” daha ilk bölümünde karakterlerini nasıl da tıkır
tıkır kuruyor ve ritmini de ayarlıyordu...
Yine de denklem güzel de, yazar hanesinde Kevin Williamson’ın
adını görmesek, bu tür Hollywood seri katil filmlerine hayran bir genç yazarın
yazdığını düşünebileceğimiz bir senaryo var ortada. (Bu numarayı yıllar önce
“Scream”de yapmış ve yemiştik biz o zaman)...
Amerikan televizyonlarındaki dizilerin şiddet görüntülerine
olan mesafesini sık sık test eden kimi olay yeri ve cinayet sahnelerinin ucunu
gösteren ilk bölüm, pek çok klişe sahne ve diyalogla dolu bir yandan da...
Mesela Ryan, üstü tarafından telefonla şöyle göreve çağrılıyor: “Büroyla
işlerin yolunda gitmediğini biliyorum. Ama Carroll'ı sen yakalamıştın. Kimse onu
senin kadar iyi tanımıyor.”
Bu klişe 'bilgi veren' diyalogları Amerikan dizileri çoktan aştı... Ryan’ın
hiçbir güçlükle karşılaşmadan sahaya anında dönüş yapabilmesi ilk 45 dakikada
olması gerektiği için gerçekleşiyor mesela... Nerede o “Breaking Bad”de
karakter değişimlerinin inandırıcı ritmi mesela?
Olayların hızlı gelişmesi değil mesele, hikayenin kendi ritminden hızlı
ilerlemesi ya da öyle olduğuna inandırma gayretindeki derme-çatmalık... (Mesela başka bir Fox dizisi olan
“24” özellikle ilk sezonlarında bunu çok iyi başarıyordu...) Bu pencereden bakınca Joe Carroll’ı, tek
başına 5 gardiyanı nasıl hakladığını göstermeden ilk 5 dakikada koca
hapishaneden kaçırtan senaryo, bütün sezonun omurgasının düğümünü 40. dakikada
atabilmek için koştur koştur ilerliyor... Böyle olunca hiçbir karakterin içine
girmemize de fırsat tanımıyor. Zaten ilk bölümde sınırlı yapılabilen bir şey bu,
kabul. Ne de olsa onların ilk bölümleri bizimkiler gibi 100 dakika filan değil!
Ama bu derece kısıtlı ve klişe olmaları da karakterleri cazip kılmıyor...
Oysa yönetmen koltuğunda oturan ve televizyon dünyasında
yabana atılmayacak bir tecrübesi bulunan Marcos Siega’nın epey bir “Dexter”
bölümü çekmişliği de var. Ama elindeki senaryoya katacağı hiçbir şey yok
maalesef..
Ryan’ın onu Kevin Bacon’ın canlandırıyor olması dışında bir
rengi yok mesela daha ilk bölümde. Sonraki bölümlerde neler tasarlandı
bilemiyoruz tabi. Ama ilk bölümde bize kancayı atan olağanüstü ayırtedici bir
özelliği yok bu kahramanın. Daha çok Thomas Harris’in Hannibal Lector’u hayatımıza
soktuğu ilk kitabı “Red Dragon”daki Will Graham adlı dedektifi andırıyor bize.
(Sinemadaki karşılığını Edward Norton oynamıştı ama kitaptakinden daha yumuşak
kalpli bir karakter çizmişti o.)
Dizinin Amerikan caddelerindeki billboardlarda böyle vahşi bir duyurusu var. "Dexter"ın kan kırmızılı grafiklerinden rahatsız olanlar bu imajlardan daha çok rahatsız olmuş olmalılar... |
Pek çok küçük rolde dikkat çekici performanslar gösterdiğine
inandığım James Purefoy’a arasıra “şöyle deli deli bak” demişler sanki...
Purefoy senaryodaki ‘yüzeyde kalma hali’ne uyum gösteriyor mecburen... Belki
son 5 dakikada Bacon’la karşı karşıya kaldığı sahnede küçük de olsa bir işaret
fişeği yakabiliyor... Ama hepsi o kadar şimdilik...
Dizinin asıl iddiası TV'deki grafik şiddeti en yüksek dizi olmaksa eğer bunu ancak daha sağlam bir olay örgüsüyle kurabilir. "The Killing"de bu şiddetin onda biri yokken bile yüksek bir gerilim vardı, "American Horror Story" bu kadar grafik olmasa bile şiddet ve korku konusunda çok daha üstün bir seviyede zaten... Kansa mesele "True Blood"ın ya da "Walking Dead"in gösterdiği kanı hiçbiri gösteremez... Dolayısıyla 'hikayenin gücü' Amerikan dizilerinde artık diğer herşeyin önüne geçmiş durumda.
Demek ki gerçekten de Kevin Williamson’ın senarist olarak en
önemli eseri sayılan “Scream”in başarısında yönetmeni Wes Craven’ın çok büyük
katkısı varmış. Williamson’ın giderek değişen, gelişen ve hatta Hollywood’un
sinema filmleriyle yarışır hale gelen suç dizilerinin genlerine yeterince hakim
olamadığını gösteriyor bize bu ilk bölüm.
Ama tabi ki yapımcı kanal, Fox’un senaryoya ne kadar dahil
olduğu, Williamson’ı bazı şeylerin ilk bölümde fazla yüzeyde ve hızlı olması
konusunda nasıl bir tavır aldığını bilmemiz mümkün değil. Ama bu kadar akıllı
ve değişik dizinin arasında, Kevin Bacon’a rağmen “The Following”in elinde
sınırları zorladığı şiddet sahneleri dışında pek bir yenilik yok gibi...
Üstelik daha ilk bölümden bu “fark”, en azından Amerikan medyasında tersine
çalışmaya başladı bile...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder