Eleştirmenin Not Defteri

24 Ocak 2013 Perşembe

Dizi eleştirisi: THE FOLLOWING



Aslında “parlak fikir”i iyi... Akıllı, öldürmeyi sanat olarak gören Edgar Allan Poe hayranı edebiyat profesörü bir seri katil olan Joe Carroll, hapishanedeyken bir şekilde dışarıdan kendisine birçok mürit edinmiş... Anlaşılan o ki sayısı belirsiz olan bu müritler ‘esas kötü’ içerdeyken, ondan aldıkları ‘uzaktan eğitimle’ dışarıda terör yaratacaklar... 
Joe Carroll’u yıllar önce yakalayan, sonra da meslekten uzaklaştırılan eski FBI ajanı Ryan Hardy de yeniden göreve çağırılır. Carroll’un peşine düşen ekibin başına danışman olarak getirilir... Muhtemelen sonraki bölümlerde ortaya çıkacak ki, o ekibin içinde de müritlerden bir ya da ikisi olacak, izleyici ve hafiften biraz da 'alkolik' kahraman dedektifimiz şüpheler içinde bırakılacak... Dizinin en güzel kancası da bu zaten... Ama ilk bölümde bu kancayı daha da cazip hale getirecek bir karakter işlenişine rastlamadık... Oysa “Homeland” daha ilk bölümünde karakterlerini nasıl da tıkır tıkır kuruyor ve ritmini de ayarlıyordu...  
Yine de denklem güzel de, yazar hanesinde Kevin Williamson’ın adını görmesek, bu tür Hollywood seri katil filmlerine hayran bir genç yazarın yazdığını düşünebileceğimiz bir senaryo var ortada. (Bu numarayı yıllar önce “Scream”de yapmış ve yemiştik biz o zaman)...
Amerikan televizyonlarındaki dizilerin şiddet görüntülerine olan mesafesini sık sık test eden kimi olay yeri ve cinayet sahnelerinin ucunu gösteren ilk bölüm, pek çok klişe sahne ve diyalogla dolu bir yandan da... Mesela Ryan, üstü tarafından telefonla şöyle göreve çağrılıyor: “Büroyla işlerin yolunda gitmediğini biliyorum. Ama Carroll'ı sen yakalamıştın. Kimse onu senin kadar iyi tanımıyor.”
Bu klişe 'bilgi veren' diyalogları Amerikan dizileri çoktan aştı... Ryan’ın hiçbir güçlükle karşılaşmadan sahaya anında dönüş yapabilmesi ilk 45 dakikada olması gerektiği için gerçekleşiyor mesela... Nerede o “Breaking Bad”de karakter değişimlerinin inandırıcı ritmi mesela?
Olayların hızlı gelişmesi değil mesele, hikayenin kendi ritminden hızlı ilerlemesi ya da öyle olduğuna inandırma gayretindeki derme-çatmalık... (Mesela başka bir Fox dizisi olan “24” özellikle ilk sezonlarında bunu çok iyi başarıyordu...) Bu pencereden bakınca Joe Carroll’ı, tek başına 5 gardiyanı nasıl hakladığını göstermeden ilk 5 dakikada koca hapishaneden kaçırtan senaryo, bütün sezonun omurgasının düğümünü 40. dakikada atabilmek için koştur koştur ilerliyor... Böyle olunca hiçbir karakterin içine girmemize de fırsat tanımıyor. Zaten ilk bölümde sınırlı yapılabilen bir şey bu, kabul. Ne de olsa onların ilk bölümleri bizimkiler gibi 100 dakika filan değil! Ama bu derece kısıtlı ve klişe olmaları da karakterleri cazip kılmıyor...
Oysa yönetmen koltuğunda oturan ve televizyon dünyasında yabana atılmayacak bir tecrübesi bulunan Marcos Siega’nın epey bir “Dexter” bölümü çekmişliği de var. Ama elindeki senaryoya katacağı hiçbir şey yok maalesef.. 
Ryan’ın onu Kevin Bacon’ın canlandırıyor olması dışında bir rengi yok mesela daha ilk bölümde. Sonraki bölümlerde neler tasarlandı bilemiyoruz tabi. Ama ilk bölümde bize kancayı atan olağanüstü ayırtedici bir özelliği yok bu kahramanın. Daha çok Thomas Harris’in Hannibal Lector’u hayatımıza soktuğu ilk kitabı “Red Dragon”daki Will Graham adlı dedektifi andırıyor bize. (Sinemadaki karşılığını Edward Norton oynamıştı ama kitaptakinden daha yumuşak kalpli bir karakter çizmişti o.)
Dizinin Amerikan caddelerindeki billboardlarda böyle vahşi bir duyurusu var. "Dexter"ın kan kırmızılı grafiklerinden rahatsız olanlar bu imajlardan daha çok rahatsız olmuş olmalılar...
Pek çok küçük rolde dikkat çekici performanslar gösterdiğine inandığım James Purefoy’a arasıra “şöyle deli deli bak” demişler sanki... Purefoy senaryodaki ‘yüzeyde kalma hali’ne uyum gösteriyor mecburen... Belki son 5 dakikada Bacon’la karşı karşıya kaldığı sahnede küçük de olsa bir işaret fişeği yakabiliyor... Ama hepsi o kadar şimdilik...     
Dizinin asıl iddiası TV'deki grafik şiddeti en yüksek dizi olmaksa eğer bunu ancak daha sağlam bir olay örgüsüyle kurabilir. "The Killing"de bu şiddetin onda biri yokken bile yüksek bir gerilim vardı, "American Horror Story" bu kadar grafik olmasa bile şiddet ve korku konusunda çok daha üstün bir seviyede zaten... Kansa mesele "True Blood"ın ya da "Walking Dead"in gösterdiği kanı hiçbiri gösteremez... Dolayısıyla 'hikayenin gücü' Amerikan dizilerinde artık diğer herşeyin önüne geçmiş durumda.    
Demek ki gerçekten de Kevin Williamson’ın senarist olarak en önemli eseri sayılan “Scream”in başarısında yönetmeni Wes Craven’ın çok büyük katkısı varmış. Williamson’ın giderek değişen, gelişen ve hatta Hollywood’un sinema filmleriyle yarışır hale gelen suç dizilerinin genlerine yeterince hakim olamadığını gösteriyor bize bu ilk bölüm.
Ama tabi ki yapımcı kanal, Fox’un senaryoya ne kadar dahil olduğu, Williamson’ı bazı şeylerin ilk bölümde fazla yüzeyde ve hızlı olması konusunda nasıl bir tavır aldığını bilmemiz mümkün değil. Ama bu kadar akıllı ve değişik dizinin arasında, Kevin Bacon’a rağmen “The Following”in elinde sınırları zorladığı şiddet sahneleri dışında pek bir yenilik yok gibi... Üstelik daha ilk bölümden bu “fark”, en azından Amerikan medyasında tersine çalışmaya başladı bile...     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder