Eleştirmenin Not Defteri

Burak Göral etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Burak Göral etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ocak 2017 Cuma

Sinematografik Paylaşımlar - 1



1.“Uzay Yolcuları” (Passengers) aslında kötü bir film değil. Güzel görüntüler, güzel oyuncular, güzel fikirler barındıran iyi bir seyirlik. Sadece hikayesi aşırı tahmin edilebilir bir Hollywood rotasında ilerliyor. Dakikalar ilerledikçe filmin tansiyonu giderek düşüyor bu tahmin edilebilirlik yüzünden. Sanki finalini de bunun farkındalarmış gibi apar topar getiriyorlar: “tamam tamam her şey aynen tahmin ettiğiniz gibi oldu, hadi kapatalım da bitsin!”  

 

2. Mafyanın kovaladığı iki arkadaş klişesinin komedi yönetmenlerimizi ve yazarlarımızı bu kadar esir almış olmasının sebebi belki de seyircimizin de kendini başından büyük belalara bulaşmış insanlar olarak görmesi ve bununla başedebilmeyi ancak mizahla çekilir bir mesele olarak görmesindendir diye düşünüyorum. “Çalgı Çengi İkimiz” ve diğer türevlerine her daim bu kadar ilgi gösteriliyor olmasına başka bir açıklama getiremiyorum şahsen. Bu filmin yaratıcılarının ise gerçek yeteneklerini sadece “İşler Güçler” TV dizisinde gösterebildiklerini düşünüyorum... Adamlar her bölümü sinema filmi uzunluğunda yapıp belli bir yenilikçi bakış yaratabilirlerken, imkanları çok daha fazla olan sinema filminde niye böyle yapıyorlar anlamak güç! Güç de değil aslında mesele tamamen duygusal sanırım!!


3. "La La Land”in olumsuz eleştirilerini de okuyorsunuzdur. Filmi çok sevsem de  senaryo ve hikaye anlamında sorunları olduğunu ilk izlediğimden beri söylüyorum. Karakterleri yüzeysel, eksik tanımlanan hayalleri de yüzeysel işlenmiş hatta.. Nitekim  bu sevimli karakterler yüzeysel hayallerine bir şekilde erişmiş olsalar da mutlulukları daim değil sonunda. Birbirlerinden ve çok daha iyi bir finalden uzakta bitiriyorlar hikayelerini. Ama ismi bile neredeyse “lay lay lom” olan bir filmde ‘çok etkili’ sosyal gerçekçi mesajlar aramak biraz fazla geliyor bana. Diğer yandan filmin o kadar boş olmadığını düşünmüyor değilim ayrıca. “La La Land”i sonu hüzünlü biten bir “Amelie” gibi okuyorum ben. “Amelie” bize hiç de gerçekçi olmayan bir Paris sunuyordu mesela. Jeunet filmin çekimleri sırasında Paris’in kendilerine hiç de yardımcı olmadığını, filmdeki gibi gösterebilmek için çok çaba sarfettiklerini söylemişti bir röportajında. “La la Land” de benmerkezciliğin başkenti (!) Los Angeles’ı etkileyici finalinde öyle gösteriyor. Herkesin daha güleryüzlü olduğu, eski müzikallerdeki gibi şenlikli, güneşli bir şehir... Böyle olsaydı keşke diyor. Ondan önce sık sık boş caddelere vurgu yapıyor, ruhsuz partileri gösteriyor, boş tiyatro salonu, boş sinema salonu, boş gözlemevi, bardaki müziği dinlemeyen restoran müşterileri, samimiyetsiz Hollywood setleri, aşık çiftin beğenmediklerini sık sık dile getirdikleri ve bize bile doğru düzgün gösterilmeyen bir LA manzarası... Bu ortam içinde hem aşkı hem de hayallerini yakalamaya çalışıyorlar, ama hepsi birden mümkün olamıyor. En çok da bu olamama kısmını anlatamıyor senaryo zaten. Daha iyi bir senaryo olabilir miydi elimizde? Evet, bu kadar lay lay lom anlatmasa, daha güçlü hikayesiyle daha ‘kalıcı’ bir film olabilirdi. Ama bu kadar sevimli ve ‘feel good’ filmi olabilir miydi o tartışılır! “La La Land”in Altın Küre çıkarmasından sonra şunu düşündüm: sattığı nostalji yüzünden muhtemelen Akademi ödüllerinde de “The Artist” gibi bir etki yaratacak. Çünkü sinemacılar bu nostaljik sinema numaralarını sever. Ve çünkü herkes zaman geçtikçe ruhsuzluğun ne kadar yaygınlaştığının farkında ama kimse “Captain Fantastic” gibi yaşamayı da göze alamıyor ya da birileri özlediği dönemlere gidip orada yaşayamıyor. Gelgelelim “Midnight in Paris”teki gibi herkes kendi döneminden şikayetçi olup “eskiden daha güzeldi” diye sızlanıyor da olabilir!!  




22 Ocak 2016 Cuma

“STARMAN” AİT OLDUĞU YERDE ŞİMDİ

90’lı yıllara çeyrek kalmış; 14-15 yaşında ergensin, kızgınsın, evde-okulda işler çok yolunda değil, öfkelisin ama çekingensin de, ne olmak istediğin konusunda hiçbir fikrin de yok, dünyanın en yalnız insanı sensin sanki, okumak/sinemaya gitmek bir yerden sonra yetmiyor, ne okulda mutlusun, ne evde, ne sokakta... Hani böyle ortada kaldığın bir dönem vardır o ergenlik zamanında, tam oradasın... David Bowie’yle tanışmak için en müsait zaman işte tam da bu zaman olsa gerek... Sonra bir kırılma noktası...
Beyoğlu’nda İstiklal Caddesinin sonunda, bahçe içinde (benim için adeta bir cennet bahçesi olan Narmanlı Han) küçücük bir plakçı dükkanında plaklardan kaset kaydı yapan gözlüklü bir ağabey var, adı Murat. (Yıllar sonra aynı gazetede, ‘Gazetepazar’da o müzik yazıları yazarken ben sinema yazacaktım...) Stüdyo İmge okumaya başlamışım ve ilk okuduğum sayıda sadece “Tonight” ve “Never Let Me Down” albümlerini bilip (en zayıf albümleri de denebilir) birkaç şarkısını sevdiğim David Bowie çıkmış karşıma. Sanırım çeviri bir Bowie yazısıydı okuduğum, soluğu plakçıda almışım. 1970 tarihli “The Man Who Sold The World” ilk kaydettirdiğim albümü oldu.
Kardeşimle paylaştığım küçücük odamda, yatağıma uzandım, kulağımda David Bowie “All The Madmen”i söylüyor. Bowie yıllar sonra intihar edecek olan şizofreni hastası üvey kardeşinin hastanedeki günlerini anlatıyor, sanki onun ağzından. Zaten kıstırılmış hissediyorsun, deliliğin sınırlarında dolaştırıyor seni: “Ben burada kalmayı tercih ederim, bütün delilerle birlikte / Üzgün adamlarla perişan olup, orada burada dolaşıp / Onlarla oynamayı tercih ederim, bütün delilerle birlikte”
Sonra “After All” geliyor... Rock müzikte hiç duymadığın vals dokunuşları ve panayır müziğinden esintiler var içinde: Kulağıma fısıldıyor şunları: “Bazı insanlar birlikte yürürler / ve bazıları yalnız ve sessizdirler / Bazıları koşarlar, küçük olanlar emekler / Ama bazıları sessizce oturur, onlar yaşlı çocuklardır, bu kadardır en nihayetinde..” Bana söylüyor sanki, sadece bana... “İnsanoğlu bir ‘engel’dir, palyaço kadar hüzünlü / Öyleyse hiçliğe tutun, o seni hiç bırakmaz”... “The Man Who Sold The World”de de tamamlıyor insanoğlunun hiçliğini: “Yalnız ölmeliydik / uzun, çok uzun zaman önce”.. Bunlar nasıl sözler? Bu nasıl bir müzik? Nasıl bir melankoli insanı sarıp sarmalayan... ‘Ben daha doğmamışken, 1970’de beni yakalamış bu adam’ hissiyatı, bir dostla kavuşmak sanki... Sonraki haftalar bütün harçlıklar Bowie plaklarından kaydedilmiş Bowie kasetlerine gitti. Hepsi defalarca dinlendi. Şarkılar ezberlendi. Röportajları okundu, onun işaret ettiği kitaplar, şarkılar, filmler bulundu. David Bowie ruhumu iyileştirdi, sakinleştirdi.
Dünyanın bir sahne olduğunu, hayatların birer film olduğunu, hepimizin de bu filmlerdeki birer oyuncu olduğumuzu şarkılarında bu kadar çok söyleyip de, bir bukalemun gibi sürekli değişen, karakterler yaratan bu komple sanatçı nasıl olur da benim neredeyse 30 yıl, onu en başından dinleyenlerin 50 yıllık bir zamandır kalbine dokunabildi? Bu kadar oyunculuğun, hikayenin içinde nasıl bu kadar ‘hakiki’ kalabildi? O farklı sesiyle, daha ingilizceye o kadar da hakim olmadan, o kadar şaşkın, o kadar tecrübesiz, yalnız ve mutsuz bir çocuğun kulağına ‘korkma yanındayım, cesur ol’ diyen bir adamdı bu adam. İnsana babası yapmıyor bu zamanda böyle bir şeyi neredeyse...
Sonraları Bowie neden uzay imgesiyle bu kadar uğraşıyor diye çok düşündüm onu dinledikçe. “Space Oddity” ile başlayan kendisini uzaya bırakan astronot Major (Binbaşı) Tom’un hikayesini “Ashes to Ashes”ta sürdürür. Dünyaya düşen bir uzaylının, Ziggy Stardust’ın sonu hazin hikayesini bir sene içinde bitirir ama Bowie’nin yıldızlararası yolculuğu kariyeri boyunca devam eder. “Starman”, “Fantastic Voyage”, “Dünyaya Düşen Adam” (The Man Who Fell The Earth) sinema filmi (sanki uyarlandığı romanı Walter Tewis onun için yazmış!), “Hello Spaceboy” ve sonunda da 2016’da “Blackstar” ile büyük uzay yolculuğunu tamamladı. Aslında meselesi, insanın içindeki uzaydı. Bizi içimizdeki uzayla tanıştırdı. Onu iyi dinleyenleri içlerindeki gizli kuytularını keşfetmeye çıkarttı.
Avrupalı dinleyecileri ise buna ek olarak Bowie’nin aynen vaadettiği gibi bir eğlenceli yolculuk yaşamıştı. Bizim gibi ülkelerde Bowie hayranlığının içinde bu kafası dumanlı eğlencenin, ‘glam rock’ın renkli dünyasının, Berlin barlarındaki gibi kalabalık eğlencelerin filan yeri pek azdır. Bizim gazeteler Bowie ile ilgili haberlerde kendisine “hötöröf” diye hitap etmektedirler hatta! Yani kibarca ‘ibne’! Bowie’nin Ziggy Stardust’ından haberleri yoktu, zaten olsa da büyüklerimizin prim vereceği bir şey değildi böyle şeyler... Anca görüntüsüne bakıp ‘ne kadın ne erkek olması’yla dalga geçilirdi.
Oysa o dünyadaki bu keşmekeşten sıkılmış, Mars’ta hayat olup olmadığını merak eden fare saçlı kızları (Life on Mars), dünyaya gelmenin büyük talihsizlik olduğunu düşünen, hep aynı arabayla kaza yapan oğlanları (Always Crashing In The Same Car) teselli eder. Bazen kendini bir uzaylı gibi hissetmenin şiirini yazar... Yalnızlığın müziğini besteler. Şarkıları kafanızda canlandırabileceğiniz dramatik imgelerle doludur.
Fantastic Voyage”da usulca şunu söyler Bowie: “Başkalarının depresyonuyla yaşamayı öğreniyoruz / Ve ben başkalarının depresyonuyla yaşamak istemiyorum”, giderek bir çığlığa dönüşen “Heroes”u dinlerken başkalarının depresyonundan bir gün kurtulacağımıza inandık fare saçlı kızlar ve hep aynı arabada kaza yapan oğlanlar olarak.
Tuhaf bir şekilde, kendisinin içinde başka ‘ben’ler taşıyıp bunlarla ne yapacağını bilemeyenlere binlerce kilometre öteden ulaşmayı başaran sanatçılardan biriydi Bowie. Bunu sadece şarkı sözleriyle değil, rock müziğe çok bağımlı kalmadan yaptığı bestelerle de gösterdi. Melankoli duygusunu sadece bildiğimiz, alıştığımız melodik yapılarda değil o yapıların arasında kalan ‘boşluk’larda da deneysel karışımlar yaparak yakaladı. Cazla, elektronik müzikle, ‘drum n bass’la, funk’la doldurdu. İnterneti en verimli kullanan oydu, tuhaf bir video oyununa müzik ve seslendirme yaptı (Omikron), çok istediği gibi bir sonuca ulaşamasa da bir rock grubu kurdu (Tin Machine), çocuklar için “Peter And The Wolf”u seslendirdiği bir plak bile yaptı... Sayısız müzisyene, yazara, şaire ve filme ilham oldu.
Ne zaman bir filmde rastlasam bir şarkısına, bir sırrım açığa çıkmış gibi olurum hâlâ yıllardır. Nasıl da yakışır bazı filmlere Bowie... Mesela “Space Oddity”, “Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı”nda hayal ettiği başka bir hayata son anda cesaretle atlamaya karar veren Walter’a eşlik eder (şu sahnede). “Seven”ı “Heart’s Filthy Lesson” ile “Amerikan Sapığı”nı da “Something In TheAir” ile kapatırız. Bu tekinsiz şarkılar iki filmin de hastalıklı hücrelerini deşifre ederek salondan ayrılmamızı sağlar. Dünyası Bowie’ye en yakın olan yönetmenler listesinin belki de başında olan David Lynch’in “Ateşle Benimle Yürür”ünde (Fire Walk With Me) iki dünya arasında kalmış bir ajan rolünde küçücük de olsa görünür ama esas Lynch’in “Kayıp Otoban”ına (Lost Highway) “I’m Deranged” ile müthiş bir karizma katar... “Francis Ha” ile sokaklarda “Modern Love” ile koşarız (bu sahnede), “Marslı”nın (The Martian) yalnız astronotuyla “Starman” eşliğinde süzülürüz Mars gezegeninde...
Sinemada da epey filmi vardır ama perdede en çok da “Dünyaya Düşen Adam” (The Man Who Fell The Earth), “İyi Noeller Mr. Lawrence” (Merry Christmas Mr. Lawrence), “Labirent” (The Labyrinth) ve “Açlık”taki (The Hunger) performanslarıyla hatırlanır...
David Bowie’nin öldüğü gün saatlerce ağladım... Michael Jackson’da da üzülmüş, bir parça ağlamıştım, ama klişe ifadeyle ‘çocukluğumdan bir parça daha gitti’ üzüntüsüydü o. Bowie’nin gidişinde hıçkıra hıçkıra ağlamamın sebebi onsuz günlerime geri dönme, yalnız kalma korkusuydu belki de. Ama şimdi elimde bir tomar CD, bir sürü kitap, filmler ve beraber onun müziklerini dinleyip kliplerini izlediğim bir oğlum var.
Bir sene önceden bildiği ölümüne hazırlık yaparken “Blackstar” ve “Lazarus” gibi son derece anlamlı sözler ve kliplerle donattığı 7 şarkılık bir albümle veda etti bize. Bana. Ruhumu temize çeken, beni sakinleştiren, bütün bu hoyratlığın ortasında insan olmayı çekilir kılan kahramanlarımdan biri olan David Bowie... Sana çok teşekkür ederim dostum, kendi Major Tom’umla beni barıştırdığın için... Ve teşekkürler son şarkında “Buraya yukarı bak, ben cennetteyim” diyorsun ya sakince, hâlâ teselli ediyorsun beni artık ait olduğun gökyüzünden...       



18 Aralık 2015 Cuma

STAR WARS: GÜÇ UYANIYOR

Üç kuşağın beklediği film! 

“Star Wars: Güç Uyanıyor” büyük bir medya bombardımanı eşliğinde geldi nihayet. Serinin fanatikleri genelde memnun. Nasıl memnun olunmasın ki, bütün eski dostlar tekrar aramızdalar...

İlk “Star Wars” filmini izlediğimde 7-8 yaşlarındaydım. Amcam beni elimden tutup Topkapı Sur sinemasına götürdüğünde olağanüstü bir şey seyredeceğimi biliyordum. Daha gazete ilanlarından belli ediyordu kendisini. Büyülenmiştim ve uzun bir süre her gece yatmadan önce yatağımda filmi baştan aşağı kendime sahne sahne hatırlatarak uyuyakalmıştım. 
1977 yapımı ilk “Yıldız Savaşları” filmi tam üç yıl sonra 1980 yılında ülkemiz salonlarında izlenebilmişti... 12 Eylül darbesine adım adım yaklaşıldığı günlerde biz çocukların dünyasına güneş gibi doğmuştu. Mitolojiden, çizgi romanlardan, western sinemasından, doğu mistizminden beslenerek yaratılmış şahane bir fantastik karışımdı ve zamane çocuklarının daha önce hiç izlemedikleri bir şeydi.
George Lucas hikayesini anlatmaya tam ortasından başlamış, 1977’de başlayıp üçer yıl arayla çektiği orijinal üçlemenin öncesini de 1999 yılında başlayıp yine üçer yıl arayla çektiği ikinci bir üçlemeyle anlatabilmişti. İkinci üçlemenin olanca ‘karton’ görünümlerine rağmen yine de iyi olduklarını düşünenlerdenim. Özellikle de Anakin’in Darth Vader’e dönüşme filmi olan  “Episode III: Revenge of the Sith”in karanlığı ve altında yatan politik zemini etkileyicidir. Bu rengarenk fantazyanın altında katılın ya da katılmayın hep bir politik zemin de vardı zaten. 
Her ne kadar “uzun zaman önce, çok çok uzak bir galakside” diye başlasa da “Star Wars” evreni o kadar da uzağımızda olmadı hiçbir zaman. Doğu dinlerinin bir karması gibi karşımıza çıkan ve jedi şövalyelerinin dillerinden düşürmedikleri “güç” (kudret) kavramı bizde tasavvufi okumalara son derece açıktır. Bütün canlıların evrene kattığı enerjinin toplamını “force” ile ifade eder. İnsan çevresindeki enerjiyi olumlu ya da olumsuz bir hale getirebilecek güçte bir varlıktır. Mesele insanın içindeki aydınlık-karanlık tarafların dengesini ne derece koruduğu ve içindeki aydınlığa ya da karanlığa kendisini bırakıp bırakmadığıdır. Orijinal üçlemenin ‘karanlık tarafı’nı soğuk savaş yıllarının popüler tabusu Sovyet Rusyası, iyi tarafını ise özgürlükçü kapitalistler olarak okumak da mümkündü. Ama sonraki üçleme kesinlikle ABD’nin Bush dönemine karşı sert bir eleştiriydi.
Yarattığı korku politikalarıyla bütün galaksiyi yönetimi altına almak isteyen imparatorluk, eski cumhuriyeti yıkıp faşist bir idare kurmayı amaçlar. Direnişçileri örgütleyen jedi şövalyeleri ise içlerinden çıkıp bütün dengeleri altüst eden Anakin Skywalker’ın katkısıyla büyük bir hezimete uğrar. Orijinal üçlemede de, karanlık tarafına yenilip Darth Vader’a dönüşmüş olan Anakin’in oğlu Luke Skywalker’ın ‘jedi’ olma sürecini izliyor ve onun öncülüğünde toparlanan asiler sayesinde imparatorluğun çöküşüne şahit oluyorduk.

Yeni ama çok da tanıdık
Yeni üçlemenin bu ilk filminde ise bu çöküşün 30 yıl sonrasına gidiyoruz. Orijinal üçlemenin senaryolarında da adını gördüğümüz Lawrence Kasdan’ın senaryosundan da anladığımız gibi, yönetmen J.J. Abrams’ın tercihi eski üçlemeye daha yakın bir film yapmakmış. Abrams yeni kuşaktan çok serinin eski fanatiklerini daha çok önemseyip onları hoş tutmayı istemiş öncelikle. Filmin yeni ‘kötü’ Kylo Ren’in girişiyle başlaması, iyi kahramanların hikayeye bir droid tarafından dahil edilişleri, bilge bir kahramanın büyük mücadeleyi başlatıp hayatını kaybetmesi, trajik bir baba-oğul hesaplaşması, Yoda gibi iri gözleri olan ufak tefek bir karakter, paralel kurguyla hem havada hem de yerde süren bir düelloyla gelen final, Finn'i baygın bir halde bırakmamız, jedi olduğunu yeni keşfeden bir ana karakter vs... Bütün bunlar orijinal üçlemeyi çok fazla hatırlatan dramatik numaralar. Abrams, bizi Han Solo, Leia, C-3PO, R2D2, Chewbacca ve Luke Skywalker’la misafir oyuncu mantığından uzak bir şekilde buluşturarak da tam tatmin sağlama peşinde. Filmin en iyi taraflarından biri de bu zaten. Yeniden çevrimlere konuk oyuncu olan eski başrol oyuncuları gibi değiller kesinlikle... Sanki o evrende yıllarca bizden uzak yaşamış o karakterler...
Bu sefer hikaye eski imparatorluğun kalıntılarından doğan ve “İlk Düzen” adlı yeni bir askeri organizasyonun yükselişiyle başlıyor. Snoke adlı kötü bir lider, tıpkı eski imparator Darth Sidious’un Anakin’i karanlık tarafa çekmesi gibi bir zamanlar Luke Skywalker’ın öğrencisi olan Kylo Ren’i yeni bir Darth Vader gibi maskeli bir kötülüğe dönüştürmüştür. Bütün dengeleri bozacağını düşündükleri, jedi soyundan gelen ve belli ki bu yeni üçlemenin Obi-Wan Kenobi’sine dönüşecek olan Luke Skywalker’ı bulup yok etme planlarını Leia ve Han Solo’nun öncülüğündeki direnişçiler bozmaya çalışırlar. İlk Düzen’in zırhlı askerlerinden biriyken vicdanının sesini dinleyerek asilere katılan Finn ile hurda satarak geçinmeye çalışan esrarengiz bir kız olan Rey de bu macerada önemli roller oynayacaklardır. Serinin fanatik izleyicilerini yeni karakterler konusunda memnun etmek çok zor ama, aralarındaki ilişki biraz ‘hızlı’ gelişiyor olsa da, Rey ve Finn bu konuda pek zorluk yaşamayacaklar gibi görünüyor. Bu arada yeni üçleme her zamankinden daha da büyük bir faşizm eleştirisi yapacak belli ki. Daha büyük bir ‘Ölüm Yıldızı’nı çok kalabalık bir asker topluluğunu ilk filmden gördük bile! Açıkçası Snoke adlı yüce liderdeki aceleye gelmişlik hissi beni rahatsız etmedi değil. Sıradan bir fantastik filmin kötü canavarı gibi görünüyor. Keşke hiç görünmeseydi, sadece esrarengiz bir ses olsaydı mesela!  
Henüz izlemeyenler için filmin sürprizlerini bozmayalım ama “A New Hope” ile olan bütün benzerliklerine rağmen kendisini baştan sona sıkmadan izleten filmde cevabı verilmeyen bir sürü de soru var... Kylo Ren’in Luke Skywalker’ın öğrencisiyken neden ondan ve ailesinden koptuğunu, Han Solo ve Leia’nın arasına neden büyük bir mesafe girdiğini, yeni kötü Snoke’un aslında kim olduğunu, Luke Skywalker’ın yerini gösteren haritanın ele geçiriliş hikayesini, Rey ve Finn’in geçmişlerini ve kim olduklarını henüz söylemiyor film. Lucas’ın 1977’de yaptığı gibi yine meselenin ortasından dalıyor anlatmaya... Muhtemelen de devam filmleriyle birlikte güzel bir bütün oluşturacak..
Sonuç olarak filmi sevip sevmemenizin ilk “Star Wars” filmi ile kurduğunuz kişisel bağla çok ilgisi var. Dört beş ay önce sosyal medyada yaptığım bir yorumda, ben olsam senaryoyu dört bir yana dağılmış ana karakterlerin tekrar bir araya toplanma filmi olarak tasarlardım ve ana karakterden birini de trajik bir şekilde öldürürdüm demiştim. Luke Skywalker’ın da filmde nasıl görüneceğini az buçuk tahmin etmiştim. “A New Hope”la yapılan, evet kimi zaman dozu biraz da kaçan bu 'aşinalık duygusu'na bozulan ve daha yeni bir şey bekledikleri için hayal kırıklığı yaşayan insanları da anlıyorum. Ama ne yapılırsa yapılsın 8-10 yaşlarında perdede izlediğimiz o ilk “Star Wars” deneyimini artık aynen yakalayabilmemiz mümkün değil maalesef! Hem bizim yaşanmışlıklarımız hem de sinemanın bugün geldiği nokta bize o deneyimi bir daha asla yaşatamayacak çünkü...
Diğer yandan genç seyirciler benim yaşımdakilerden farklı değerlendireceklerdir filmi illa ki. Bazı sahnelerinde, hayatımın en mutlu günlerinden biri olan ilk “Star Wars” filmini izlediğim o günü bana hatırlatan heyecanı ve bugünkü hüznümü hissedemeyecekler belki ama eminim filmden yine de zevk alacaklar... 4/5

Star Wars: The Force Awakens
Yönetmen: J.J. Abrams
Oyuncular: Harrison Ford, Carrie Fisher, Mark Hamill, Daisy Ridley, John Boyega, Adam Driver, Oscar Isaac, Lupita Nyong'o, Andy Serkis, Domhnall Gleeson, Anthony Daniels, Max Von Sydow
135 dakika






STAR WARS EVRENİNİN YENİ KAHRAMANLARI


REY (Daisy Ridley)
Hiçbir “Star Wars” filminde görmediğimiz güçte bir kadın karakter olmuş Rey. Hem Luke Skywalker hem de Han Solo’nun en iyi özelliklerini üzerinde taşıyan adeta bir Mad Max karakteri ya da bir çöl savaşçısı gibi... Biraz Keira Knightley’i andırsa da ondan güzel olan İngiliz genç oyuncu Daisy Ridley yeni üçlemenin kilit karakterlerinden birine hayat veriyor..












FINN (John Boyega)
Bir İlk Düzen askeriyken, bütün bir köy halkının katledilişine tanık olduktan sonra önce canını kurtarmak için kaçan sonra da direnişçilere katılan Finn, “Star Wars” evreninin en baskın siyahi kahramanı oldu şimdiden. Orijinal üçlemede tanıdığımız Lando karakterinin oğlu olmasından şüphelensek de film henüz bu konuda bir fikir vermiyor.












KYLO REN (Adam Driver)
Filmi henüz izlemeyenlerin tadını kaçırmayalım şimdi ama asıl adı Ben olan Kylo Ren’in anne-babasını çok iyi tanıyoruz.... Ama Darth Vader’a olan hayranlığı ve kalıtımsal benzerliği yeni üçlemenin en tehlikeli karakteri haline getiriyor onu. Kylo Ren’in henüz eğitimi tamamlamamış olması ve içindeki baba nefreti onu çok ilginç ve sürprizlere gebe bir karanlık karakter haline getiriyor...   












POE DAMERON (Oscar Isaac)
Direnişçilerin en usta pilotu... Luke Skywalker’ın bulunduğu yeri gösteren haritanın eksik parçasını bulan önemli bir karakter. Sonraki filmlerde daha etkili bir rolü olacak, hatta sonraki filmlerin Han Solo işlevini görecek belli ki...  












BB-8
Yeni droidimiz şahane bir tasarıma sahip. Bu kez daha duygusal bir droid olması tasarlanmış. Bu anlamda biraz “Wall-E”yi andırıyor ve sadık bir köpek yavrusu gibi aynı zamanda. Eski droid kahramanlarımız C-3PO ve R2D2 da var filmde ama BB-8 resmen rol çalmaya başladı daha ilk filmden...

27 Nisan 2015 Pazartesi

HAN SOLO’YU BEKLEYEN KÜÇÜK PRENSLER

Bugünlerde kitap raflarında sürüyle “Küçük Prens” kitapları görmeniz mümkün. Artık herkes biliyor, kitabın telif haklarının zamanaşımından dolayı kamusallaştığını. O artık bir "public domain". Bu yüzden bütün yayınevleri Antoine de Saint-Exupéry’nin bu ölümsüz eserini başka çevirilerle ve farklı boyutlarda basmakta. Zaten her daim çok satan bir kitap olan “Küçük Prens” önümüzdeki sezonda yeni animasyon filmiyle sinemalara da gelecek ama farklı çevirileriyle de tekrar tekrar kütüphanelere girmeye devam ediyor.

“Küçük Prens”in çok güçlü bir metni vardır. Şiirsel, sembolik ve melankolik anlatımı her yaştan çocuğa ve yetişkine hitap eder. Sihirli bir kitap gibidir. Özünde çocukken sahip olup da büyüdüğümüzde neleri kaybettiğimizi anlatır. II. Dünya Savaşı zamanında orduda savaş pilotu olarak görev almak zorunda kalan yazarı Saint-Exupéry, muhtemel bir Alman uçağı tarafından 31 Temmuz 1944 günü düşürülmüştü. Cesedinin bulunamaması manidardır doğrusu... Sanki havaya karışıp gitmiş gibi...  

Okuduklarımıza göre kendisi “Küçük Prens”i yazarken de, yazdıktan sonra da insanlıktan ümidini çoktan kesmiş, zaten ölümü de pek kafaya takmıyormuş. Bu yüzden bir Alman uçağı tarafından düşürülmeyip intihar etmiş olduğu kanıtlansa kimse de şaşırmayacaktır.
Saint-Exupéry yayımlanmış bir mektubunda bezginliğini ve ümitsiz halini şu cümlelerle ifade etmiş: “Çağımdan bütün gücümle iğreniyorum. Bu susuzluk öldürüyor insanı. İnsanın artık hiçbir anlamı yok. Bu boşanma çağında, herkes her şeyden kolayca ayrılabiliyor. Kadından da, dinden de, partiden de... Hatta sadık olmamak, bağlı kalmamak diye de bir şey yok. Neye bağlansın kişi, kime sadık kalsın? Bir insan çölü bu...”

Saint-Exupéry öldüğünde 44 yaşındaymış... 1940’larda bu değerli adamın yaşadığı hayalkırıklığının büyüklüğüne bakar mısınız? Dünya o zamandan beri daha iyiye gidebildi mi sizce? Kocaman bir “hayır”! Büyük dünya savaşları yok artık belki, ama şiddet her türlüsüyle hâlâ var. Saint-Exupéry’nin bahsettiği ‘insan çölü’nün daha da büyümediğini kim iddia edebilir?

Neye bağlanacağız zemin ayaklarımızın altından çekilip giderken? Birçok insani değerin yavaş yavaş önümüzde eriyip gitmesini izlerken insanlığın hangi değerlerine sarılacağız? Zaman geçiyor, hepimizin hayatı günbe gün kısalıyor. Bir şeylere tutunmak istiyoruz... Bir sevgiliye, güzel bir amaca, sanata, üretime, çocuğuna ya da inanacağın bir şeye...

Bazense öyle olmadık yerlerde gösterir ki kendisini bu özlem, bu tutunabilme ihtiyacı şaşırırsınız... Yeni "Star Wars" filminin fragmanı internete sürüldüğünde de birileri tutunacak yeni bir şey bulmuştu. Yeni değildi aslında, geçmişten gelen ve iyileştirici bir etkisi olan bir kahramandı o. Biraz yaşlanmıştı ama aynı alaycı gülüşüyle birkaç saniye bile gözükmesi yetmişti. Evet, Han Solo herkesi (en çok da çocukluklarını 70’li yıllarda bırakanları) bir anda çekip aldı ekrandan, çocukluğuna geri götürdü. Hepimiz bir anda Küçük Prens olup, B-612’ye gidivermiş gibi olduk. Ya da Star Wars evrenine giriverdik tekrar. Evimizdeydik! O sahnede Han Solo’ya “We’re home”u boşuna mı söyletiyorlar sanıyorsunuz? Çünkü "Star Wars" seven herkes oraya gitmek istiyor.  Luke Skywalker dese olmazdı, Prenses Lea da olsa olmazdı... Ama Han Solo söyleyince o cümleyi daha bir anlamlıydı. Çünkü biz Luke değildik, biz Han Solo’yduk! Yerinde duramayan bir maceracı ve en önemlisi “özgür” bireylerdik! 

Fragmanda Han Solo'yu görünce bazılarımız ağladı, bazılarımız çığlık attı, bazılarımız donakaldı... Herkes Millenium Falcon’a biniverdi ve yıldızlara çıkıverdi...

Ama seni çok özlemiştik be Han Solo... Bize eski bizi geri getirebilir misin yeniden? Bizi çocukluğumuzun macera dolu, umut dolu günlerine götürebilir misin? Belki o zaman baştan başlarız, bu dünyayı kötü imparatorların ellerine bırakmamak için daha çok çalışır, çabalarız. 
Farklı bir Tatooine belki hâlâ mümkündür!

























Not: Bu yazı Arka Pencere'nin 287. sayısında da yayımlanmıştır...   

13 Kasım 2012 Salı

"BENİ UNUTMA" HAKKINDA...





“Beni Unutma” geçen yıl Kasım ayında vizyona girmişti. Film çeşitli sebeplerden dolayı beklediğimiz oranda izlenemedi. Filmi vizyonda kaçıran DVD’de, Türkmax’da, THY uçaklarında ve internette izleyen ve bağrına basan pek çok izleyiciden hâlâ çok güzel mektuplar ve mesajlar alıyorum... Filmi seven, sahiplenen herkese çok teşekkür ederim... Bu bir yıl içinde filmin sadece You Tube’da (evet yasal değil!) yaklaşık 700 bin izleyicisi oldu. Giderek de artıyor... Filmin Facebook sayfasının abone sayısı da hiç azalmayan bir hızla sürekli artıyor...
Bana ulaşan pek çok izleyici ve tekrar tekrar izleyen filmin “sevgili” izleyicilerinin sorduğu kimi sorulara buradan yanıt vermek istedim... İşte genelde gelen sorulardan bazıları ve onlara yazdığım cevaplar...  

“Beni Unutma”nın  çıkış noktası neydi? Gerçekten yaşanmış şeyler var mı içinde?

“Beni Unutma”nın hikayesi birkaç şeyin bir araya gelmesiyle oluştu... 2005 yapımı “Yerinde Olsam” (In Her Shoes) filminde Cameron Diaz’ın okuduğu Elizabeth Bishop adlı Amerikalı şairin “One Art” adlı şiirini çok sevmiştim. O şiirde bir hikayenin gizli olduğunu düşünüyordum. Kendisine ait ne varsa yavaş yavaş kaybeden ama en kötüsü de buna giderek alışan bir kadının hüznünü görüyordum o şiirde.
“Love Story”i de çok severim ve hep o tonda, insanları hüzünlendirecek, aşkın kıymetini hatırlatacak bir senaryo yazmak istemiştim. Çok eski bir tanıdığım ve çocukluğumda, ilk gençlik çağımda bana çok destek olan bir “büyükanne” vardı mahallemizde... Onu bir demans hastalığıyla kaybetmiştim. Hayatının son günlerinde bir çocuktan farksız olmuştu. Hatta giderek bebekliğine dönerek vefat etti bile diyebilirim... Şiiri ve onu düşününce genç bir çiftin başına böyle bir şey gelse ne olur diye düşündüm ve “Beni Unutma”yı yazmaya karar verdim...
Açelya Devrim Yılhan Türk sinemasında farklı bir yüz olarak dikkat çekti... Yazarken düşündüğüm kadından fiziki olarak çok farklıydı ama Yılhan beni bu anlamda hayal kırıklığına uğratmadı hiç...
Bir eleştirmen olarak baktığınızda ortaya çıkan filmden memnun kaldınız mı?   

Hem üreten hem de eleştiren tarafta olmak çok zor. Bunun zorluklarını ilk senaryomda da yaşamıştım. “Gece 11.45”te de tam memnun olamamıştım ve hatta oturup filmin eleştirisini de yazmıştım. Ama “Beni Unutma”ya bir şey yazamadım vizyondayken. Çünkü daha duygusal bir bağım vardı. Senaryonun içinde kendi hayatımdan, tanıdıklarımdan, yaşadıklarımdan izler vardı. Eşime yazdığım şiir bile içindeydi. Çok hüzünlenerek, bazen (bana hatırlattıkları yüzünden) acı çekerek de yazdım bazı sahnelerini. Mesela son sahneyi, Olcay’ın geride bıraktığı video kaydını yazarken hüngür hüngür ağladım (Son yazdığım sahneydi gerçekten)...  Böyle bağlarım vardı filmle... Bu yüzden filmin bazı sorunları olduğunu düşünsem de yazamadım...

Peki film olarak ne kusurları vardı sizce?

Film 160 dakika civarında çıktı çekilince. 110 dakikayı geçmemesini istiyorduk. Mecburen 50 dakikaya yakın sahneyi kesmek zorundaydık. Öyle olunca bazı sevdiğim sahneler dışarıda kaldı. O sahneleri blogumda yazılı bir şekilde yayınlıyor olsam da izlenmesini isterdim. Çünkü Hakan rolünde Kenan Ece’nin Ebru rolünde de Tuba Ünsal’ın kendi kariyerlerindeki en iyi performanslarını çıkardıklarını düşünüyorum...
O sahneleri filmin yönetmeni Özer Kızıltan ile birlikte sete girmeden birlikte senaryoya yedirmeliydik...
Filmin iki erkek oyuncusu Mert Fırat ve Kenan Ece de hikayeye büyük bir sevdayla bağlandılar. Bu sevdaları filme de yansıdı...
“Beni Unutma”nın “Evim Sensin” filmine benzetilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
O kadar benzeseydi “Evim Sensin”i yapımcısından yönetmenine ve oyuncusuna bu kadar çalışıp, emek verip çekmezlerdi diye düşünüyorum öncelikle... Bir de o film bir Kore filmi olan “A Moment to Remember”dan uyarlanmış... Ama doğrusu sonu ve bir iki noktası biraz değiştirilmiş olduğu için “Beni Unutma”yı da çağrıştırmakta. “A Moment to Remember”ın sonunda başkadın karakter ölmüyor ve daha umutlu bir finalle sonlanıyor mesela...
Açıkçası benim de çok geç haberim oldu o Kore filminden. “Beni Unutma”nın set hazırlıklarının sürdüğü sırada, hatta sete birkaç hafta kala biri bu filmden bahsetti. Ben de buldum ve izledim... Dünyanın diğer bir tarafında başka bir adam benzer bir aşk hikayesi düşünmüş. Ama tabi ne bir karakter benziyor, ne bir sahne, ne bir diyalog... Zaten “Beni Unutma” sinemalarda oynayıp kalktıktan sonra bir de “Aşk Yemini” (The Vow) diye 2012 yapımı bir film girdi vizyona. Onun da hikayesinde bir kaza sonucunda hafızasını yitiren bir genç kadın vardı. Yani aslında dünyanın her yerinde o kadar çok film çekiliyor ki hâlâ anlatılmamış olanı bulmak neredeyse imkansız. Ona bakarsanız “Not Defteri” (The Notebook) diye bir film de var... Bir de “Away With Her” diye bir film vardı. Yaşlı bir karı-kocanın hikayesi. Kadın Alzheimer’a yakalanıyor ve hastalığı çok ilerleyince bir bakımevine yerleştiriliyor. Ama kadıncağız orada başka bir adamla tanışıyor ve onu çok seven kocasını unutuveriyor... Acıklı bir filmdi. Bütün bu filmler hep aynı yerlerde dolaşıp farklı sözler söylemeyi amaçlıyorlar. Tabi ki bu tip hikayelerin hepsinin altında esas olarak “Love Story” vardır. “Love Story” bu filmlerin atasıdır ve formül de ilk oradan çıkmıştır zaten... 
Filmin en sevdiğim sahnelerinden biri Olcay'ın oyuncakçıda yaşadığı ilk büyük krizin hemen ertesinde otoparktaki o ilk şok sahnesi... İkisi de orada ne olduğunu anlayamıyorlar...
“Beni Unutma”nın senaryosunda içinizde ukte kalan ya da senaryodan son anda çıkardığınız bir sahne/sahneler var mı?

Sinan’ın Olcay’ı iyileşmiş gördüğü rüya sahnesine (bir nevi Olcay’ın Sinan’a veda ettiği sahnedir) alternatif bir sahne yazmıştım. O sahnenin de çekilmiş halini görmek isterdim doğrusu. Sinan rüyasında kendisini Ebru’yla evlenmiş çok başka bir hayat yaşadığını görüyordu. Hatta rüyasında Olcay’la yaşadıklarını da rüyasında gördüğünü düşünüyordu... Sonra uyanıp yeniden Olcay’ı yanında uyurken görünce ona sarılıyordu... Uçuk bir sahneydi doğrusu ve riskliydi... Ama bu fikir benim dışımda kimseyi o kadar heyecanlandırmamıştı...

Filmin müzikleri için ne düşünüyorsunuz?

Anjelika Akbar'ın yaptığı müziklere bayılıyorum... Olcay'ın hikayesi piyanoyla anlatılmalıydı. Akbar vals ezgileri taşıyan tema müzikleriyle filmin duygusunu çok yükseltti...
Ama filmde birkaç güzel aşk şarkısı da olsun isterdim... Mesela bir tanesi buydu: Tim Hardin - How Can We Hang on to a Dream? (Nasıl tutunabiliriz bir rüyaya?)
... Bir de tabi Fikret Kızılok'un "Bu Kalp Seni Unutur mu?" şarkısını da filme çok yakıştırmıştım... İkisi de çeşitli nedenlerden dolayı olmadı... Ama filmi yıllar sonra bile hatırlatacak yepyeni bir aşk şarkısı da yapılmalıydı diye düşünmeden de edemiyorum...
 
“Beni Unutma”nın devamı olabilir mi?

Aslında her hikayenin bir “sonrası” vardır bence... “Beni Unutma”nın da devamını yazacak olsaydım bir baba-oğul hikayesi olurdu bu sefer... Sinan ve oğlunun o büyük yıkımdan kurtulma çabası, ayakta kalma ve yeniden devam edebilme mücadelesini anlatırdım sanırım. Sinan daha çok genç yaşta aşık olduğu karısını yitiriyor. Yine karşısına çok iyi bir kadın çıkarırdım herhalde ve neler olacağını hep beraber görürdük...