Eleştirmenin Not Defteri

eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ocak 2017 Cuma

Sinematografik Paylaşımlar - 1



1.“Uzay Yolcuları” (Passengers) aslında kötü bir film değil. Güzel görüntüler, güzel oyuncular, güzel fikirler barındıran iyi bir seyirlik. Sadece hikayesi aşırı tahmin edilebilir bir Hollywood rotasında ilerliyor. Dakikalar ilerledikçe filmin tansiyonu giderek düşüyor bu tahmin edilebilirlik yüzünden. Sanki finalini de bunun farkındalarmış gibi apar topar getiriyorlar: “tamam tamam her şey aynen tahmin ettiğiniz gibi oldu, hadi kapatalım da bitsin!”  

 

2. Mafyanın kovaladığı iki arkadaş klişesinin komedi yönetmenlerimizi ve yazarlarımızı bu kadar esir almış olmasının sebebi belki de seyircimizin de kendini başından büyük belalara bulaşmış insanlar olarak görmesi ve bununla başedebilmeyi ancak mizahla çekilir bir mesele olarak görmesindendir diye düşünüyorum. “Çalgı Çengi İkimiz” ve diğer türevlerine her daim bu kadar ilgi gösteriliyor olmasına başka bir açıklama getiremiyorum şahsen. Bu filmin yaratıcılarının ise gerçek yeteneklerini sadece “İşler Güçler” TV dizisinde gösterebildiklerini düşünüyorum... Adamlar her bölümü sinema filmi uzunluğunda yapıp belli bir yenilikçi bakış yaratabilirlerken, imkanları çok daha fazla olan sinema filminde niye böyle yapıyorlar anlamak güç! Güç de değil aslında mesele tamamen duygusal sanırım!!


3. "La La Land”in olumsuz eleştirilerini de okuyorsunuzdur. Filmi çok sevsem de  senaryo ve hikaye anlamında sorunları olduğunu ilk izlediğimden beri söylüyorum. Karakterleri yüzeysel, eksik tanımlanan hayalleri de yüzeysel işlenmiş hatta.. Nitekim  bu sevimli karakterler yüzeysel hayallerine bir şekilde erişmiş olsalar da mutlulukları daim değil sonunda. Birbirlerinden ve çok daha iyi bir finalden uzakta bitiriyorlar hikayelerini. Ama ismi bile neredeyse “lay lay lom” olan bir filmde ‘çok etkili’ sosyal gerçekçi mesajlar aramak biraz fazla geliyor bana. Diğer yandan filmin o kadar boş olmadığını düşünmüyor değilim ayrıca. “La La Land”i sonu hüzünlü biten bir “Amelie” gibi okuyorum ben. “Amelie” bize hiç de gerçekçi olmayan bir Paris sunuyordu mesela. Jeunet filmin çekimleri sırasında Paris’in kendilerine hiç de yardımcı olmadığını, filmdeki gibi gösterebilmek için çok çaba sarfettiklerini söylemişti bir röportajında. “La la Land” de benmerkezciliğin başkenti (!) Los Angeles’ı etkileyici finalinde öyle gösteriyor. Herkesin daha güleryüzlü olduğu, eski müzikallerdeki gibi şenlikli, güneşli bir şehir... Böyle olsaydı keşke diyor. Ondan önce sık sık boş caddelere vurgu yapıyor, ruhsuz partileri gösteriyor, boş tiyatro salonu, boş sinema salonu, boş gözlemevi, bardaki müziği dinlemeyen restoran müşterileri, samimiyetsiz Hollywood setleri, aşık çiftin beğenmediklerini sık sık dile getirdikleri ve bize bile doğru düzgün gösterilmeyen bir LA manzarası... Bu ortam içinde hem aşkı hem de hayallerini yakalamaya çalışıyorlar, ama hepsi birden mümkün olamıyor. En çok da bu olamama kısmını anlatamıyor senaryo zaten. Daha iyi bir senaryo olabilir miydi elimizde? Evet, bu kadar lay lay lom anlatmasa, daha güçlü hikayesiyle daha ‘kalıcı’ bir film olabilirdi. Ama bu kadar sevimli ve ‘feel good’ filmi olabilir miydi o tartışılır! “La La Land”in Altın Küre çıkarmasından sonra şunu düşündüm: sattığı nostalji yüzünden muhtemelen Akademi ödüllerinde de “The Artist” gibi bir etki yaratacak. Çünkü sinemacılar bu nostaljik sinema numaralarını sever. Ve çünkü herkes zaman geçtikçe ruhsuzluğun ne kadar yaygınlaştığının farkında ama kimse “Captain Fantastic” gibi yaşamayı da göze alamıyor ya da birileri özlediği dönemlere gidip orada yaşayamıyor. Gelgelelim “Midnight in Paris”teki gibi herkes kendi döneminden şikayetçi olup “eskiden daha güzeldi” diye sızlanıyor da olabilir!!  




8 Ocak 2016 Cuma

THE HATEFUL EIGHT

Bu hikayenin bir kahramanı yok!
Quentin Tarantino’nun 8. sinema filmine kötü denilemez ama, ünlü yönetmenin eski  filmlerini de aratıyor.
Amerikan İç Savaşı bitmiş, ‘vahşi batı’nın da son demleridir. Çok sert geçen bir kış mevsiminde, ödül avcısı John Ruth, bir posta arabasıyla, yeni yakaladığı, başına ödül konmuş Daisy Domergue adlı bir kadını asılması için Red Rock kasabasına götürüyordur. Fırtına yüzünden yolda kalmış başka bir ödül avcısı olan, eski asker Warren’ı ve sonrasında rastladıkları ve Red Rock’ın yeni şerifi olduğunu iddia eden Mannix’i de arabaya almak zorunda kalır. Bu uyumsuz dörtlünün yolculuğu giderek artan kar fırtınası yüzünden sekteye uğrayacak ve Minnie’nin Yeri adlı bir konaklama yerine sığınacaklardır. Minnie’nin yerinde de onları bekleyen Bob, Mobray, Joe Gage ve emekli general Sandy Smithers vardır. İçerde şiddet dozu giderek artan bir sürü şey yaşanacaktır!
Filmin ilk yarısı, bütün karakterleri yavaş yavaş bir araya getirmeye çalışıyor ve eski Tarantino diyaloglarını özleten bol bol gevezelik içeriyor. Bariz bir sıkıntı iyice kendisini göstermeye başladığı anda Tarantino, filmin ortasına anlatıcı gibi girip kendi sesiyle aslında öykünün göründüğü gibi olmadığını bize söyleyip, çıkıyor! Sonrası korku filmlerine taş çıkartan bir kan ve dehşet senfonisi... Filmin merkezinde yer alan ve yer yer tekinsiz bir korku filmi canavarı gibi gösterilen Daisy’nin sürekli ve yerli yersiz hırpalandığı filmin, kadın düşmanlığı yaptığını da söylemek mümkün. Çünkü bu sahneleri eğlenceli bir vodvil duygusuyla sunuyor Tarantino. Aslında kendisi "Kill Bill" ve "Jackie Brown" gibi güçlü kadın kahramanlı filmler çekmiş bir insan, "Soysuzlar Çetesi"nde (Inglorious Basterds) bile kadınlara güçlü roller yazmış bir senarist. Buradaysa sanırım rayından çıkan egosantrik bir durum da var. Zaten takip ettiğimiz kadarıyla Quentin Tarantino ve Daisy'i canlandıran Jennifer Jason Leigh'in bugünleri filmin mizojinik olmadığını anlatmakla geçmekte...   
Diğer yandan filmin kafası da karışık. Film bize Amerikan ırkçılığıyla ilgili bir şeyler anlatmaya çalışıyor hatta belki de bu konudaki gidişata karşı umutsuz bir eleştiri de getiriyor denebilir. Ama sonuçta yine de bir netliğe kavuşmak çok da mümkün olmuyor. Ortada dolaşan ve Abraham Lincoln tarafından yazıldığı söylenen bir mektubun hikayesi var ama istenen yere bağlanamıyor bir türlü. Kuşkusuz filmin lezzet veren kimi nitelikleri de yok değil. Çünkü bu yine de bir Tarantino filmi! 
Ennio Morricone’nin müziği, kamera pek fazla dışarı çıkamasa da 70mm formatın verdiği büyük genişlik hissi, birbirinden iyi oyuncuları ve sürprizli sahneleri belli bir ilgiyle izletiyor filmi. Ama Tarantino’nun “Ucuz Roman” (Pulp Fiction) günleri çok çok gerilerde kalmış anlaşılan... 2,5/5

The Hateful Eight
Yönetmen: Quentin Tarantino
Oyuncular: Kurt Russel, Jennifer Jason Leigh, Samuel L. Jackson, Walton Goggins, Demian Bichir, Tim Roth, Michael Madsen, Bruce Dern, James Parks
167 dakika


CREED: EFSANENİN DOĞUŞU

Eski dostla duygusal buluşma...
Eski kahramanlar öyle ya da böyle teker teker dönüyorlar. Rocky Balboa da kendi hikayesinin yan karakteri olarak dönüyor “Creed: Efsanenin Doğuşu”nda... 

1976 yapımı ilk “Rocky” filmi ülkemizde ikincisinden de sonra, 1982 yılında vizyona girmişti. Yaşı tutanlar bilirler, eskiden filmler bize birkaç yıl sonra gelirdi. Dolayısıyla Türk seyircisi Rocky’nin hikayesini, yaşadığı zorlukları çoğunlukla aştığı yerden itibaren izlemeye başladı. Aslında ilk filmin senaryosu ders olarak okutulabilecek kadar düzgün ve iyidir. Kaybetmeye mahkum gibi görünen bir adamın, azimle ve çalışmayla tırmanışını, kendi hayatını kazanmasını anlatır. Hikayenin Philadelphia’da geçmesinin sebebi 4 Temmuz 1776’da Büyük Britanya Krallığı’na karşı ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin bu şehirde imzalanmış olmasıdır. Bu bildirgede şöyle bir madde vardır: “bütün insanlar eşit yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı kendilerine vazgeçilemez bazı haklar vermiştir. Bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve refahını arama hakları yer alır.” Bu bilginin ışığında bakınca Rocky’nin hikayesi daha da anlam kazanır.
Serinin sonraki filmlerinin dertleri başkadır elbette. Ama ilk film, ‘ezilen’ Rocky’nin ağır sıklet boks şampiyonu Apollo Creed’in karşısına çıkabilme çabası, yani bir eşitlik ve onur mücadelesidir. 'Senaryoda karakter yaratımı' konusunda örnek bir filmdir.    
Yıllar sonra seriye katılan bu taze film, “Creed”in ana kahramanı ise Rocky’nin ilk rakibi sonra da kadim dostu olan Apollo Creed’in dul karısı tarafından yetimhaneden çıkarılıp zenginlik içinde ve bir finansçı olarak (!) büyütülen oğlu Adonis. Adonis’in meselesi ise babasının soyadıyla değil kendi adıyla boks ringlerinde başarı kazanmak... Hiç tanımadığı babasının isminden ve hayaletinden kaçıyor ama bir yandan da onun mirasına sahip çıkmaya çalışıyor bu genç arkadaş! Bu önemli ayrıntıya takılmazsanız film büyük bir zevkle izletiyor kendini. Çünkü yönetmen Ryan Coogler, bu sıralarda yıllar sonra devam ettirilen diğer serilerde olduğu gibi model olarak kendisine ilk filmi almış. 
Yine Philadelphia’da geçen filmde, bu sefer Adonis’in yükseliş hikayesinde Rocky’i bir yan karakter, yaşlı bilge antrenör olarak izliyoruz. Senaryo ve film Rocky’i çok güzel konumlandırıyor bu hikaye içinde. Adonis, özgüveni tavan yapmış İngiliz rakibi Ricky Conlan’la yapacağı maç için hazırlanırken, amcam dediği hocası Rocky’yle omuz omuza bir ayakta kalma mücadelesi içine giriyor. Rakibin İngiliz olması da Amerikan tarihine bir gönderme gibi sanki. Adonis'in İngiliz zorbasına karşı direnişi!  
Film, her ne kadar Adonis ve Rocky farklı sınıf ve dertleri temsil ediyor olsa da, geçmişle bugün arasında güzel ve duygusal bir köprü kuruyor sık sık. İlk “Rocky” filmini izlediğiniz zamanki duygularınızı hatırlatıyor size. Zaten gücünü de en çok bundan alıyor. Sonra da Coogler’ın bazı uzun ve ihtişamlı tek planları (Adonis'in ringe çıkışında Rocky'nin onun omuzuna yasladığı eli), filme çok iyi yerleştirilmiş müzikler ve ilk filme saygı duruşu yapan finaliyle filmden alınan lezzeti iyice tamamlıyor.
Sylvester Stallone abartısız ve omuzları düşük performansıyla izleyenlerin sevgisini kolayca kazanıyor hemen. Michael B. Jordan ise Creed rolünde antipatik değil belki ama karakterin senaryodaki defosundan da zarar görmüyor değil. 3,5/5

Creed: Efsanenin Doğuşu
Yönetmen: Ryan Coogler
Oyuncular: Michael B. Jordan, Sylvester Stallone, Tessa Thompson, Phylicia Rashad, Andre Ward, Tony Bellew, Ritchie Coster
133 dakika

1 Ocak 2016 Cuma

KOCAN KADAR KONUŞ: DİRİLİŞ

Her şey evlilik aşkına!
Evliliğe odaklı yetiştirilen Türk kızlarının medarı iftiharı Efsun, “Kocan Kadar Konuş: Diriliş”te eleştirdiği ne varsa bir bir yapıyor evlenebilmek için...

Romantik komedi türüne ait filmler tabi ki evliliği özendirici, tek eşliliği savunan ve daha çok kadın seyirciyi hedefleyen filmlerdir. Türk sineması 1960-70’lerde bu türden iyi komediler üretebilmiş bir sinemaydı. Sonra uzun süre kimse bulaşmadı böyle hikayelere, çünkü başta Hollywood’dan olmak üzere iyi yabancı örnekler birbiri ardına geliyordu sinemalarımıza.
Son dört beş yılda televizyon ve sinemamız rom-kom türünü yeniden keşfetti adeta. Şimdi birbiri ardına gelen ve çoğunluğu çıkışını yabancı bir filmden, diziden alan yapımlar sardı ortalığı. Çoğunluğu da düğünle bitmekte. Geçen yıl izlediğimiz “Kocan Kadar Konuş” bu yapımların içinde diğerlerinden farklı bir yapıda kendine yer açabilmişti. Filmin uyarlandığı popüler romanın yazarı Şebnem Burcuoğlu yeni bir şey anlatmıyordu aslında ama yönetmen Kıvanç Baruönü ile birlikte ayakları yere basan sağlam bir ana karakter inşa etmişlerdi. Her ne kadar Hollywood formüllerini (edebiyatta da Bridget Jones ekolünü) takip etse de, Ezgi Mola’nın enerjik ve parlak performansıyla 30 yaşında henüz evlenmemiş Efsun adlı Türk kızının peşine takılıp gittik. Zeki, nüktedan ve edebiyat tutkunu Efsun’un zaman zaman kameraya dönüp seyirciyle konuşması bile kitlesi tarafından pek yadırganmadı. Bizim dizi ve filmlerde pek sevilmez öyle şeyler, bilirsiniz.
Efsun Türk kızlarının doğar doğmaz evliliğe odaklı yetiştirilmelerinden, ‘evde kalma’ korkusuyla geçen yıllarından, ruh eşini bulma aktivitelerinden gayet sıkılmış ve bu sıkıntısını son derece samimi ve esprili diyaloglarla da bizimle paylaşan bir film kahramanı. İlk filmde yaşanan sorun, Efsun’un bütün direncinin lise aşkı Sinan’la yıllar sonra karşılaşmasının ardından birer birer kırılıyor olmasıydı. Tabi ki hikaye gereği böylesi bir kırılma yaşanmalı, sonuçta “Kocan Kadar Konuş” da bir romantik komedi ve olaylar bir şekilde evliliğe bağlanmalı! Ama eleştirdiği noktada bu kadar güçlü durabilen bir kadının sonunda istemediği bir sürü şey yaşıyor olması ve tüm bunları ne kadar dalga geçiyor olsa da birer birer yerine getiriyor olması onun karizmasını bir parça bozuyor doğrusu. Nitekim ikinci film tümüyle bunun üzerine kurulu.
Efsun ilk filmin sonunda öyle bir noktaya gelmiştir ki Sinan’a evlenme teklif etmiştir! Şimdi de düğün hazırlıkları vardır ve Efsun’un hep eleştirdiği ama geçilmesi gereken her türlü safha ona rağmen gerçekleşir. Buradan da komik sahneler ve olaylar birbirini takip eder. Hikayenin bu bölümünde Sinan’ın rolü ilkinden daha da aşağı çekilmiş. Damadın evlilikle ilgili söz hakkı, tıpkı kız babası gibi, neredeyse hiç yok. Büyük şehirlerdeki evlenme işleri tümüyle kadınların fetiş bir olayı olup, onlar tarafından yürütülen bir ritüel. 
Serinin ikinci filmi yine benzer Hollywood modellerini düzgün bir yönetmenlikle ve çok da aksamayan bir senaryoyla takip ediyor. Ama şüphesiz önceki filmde olduğu gibi bu da Ezgi Mola’nın yüksek enerjisine çok şey borçlu. Oyuncu göründüğü her an, küçük bir jestiyle ya da tek bir bakışıyla o sahneyi daha sıcak kılmayı başarıyor. Sinan’ın babaannesi rolünde kadroya katılan Hümeyra ve Efsun’un anneannesi olarak ikinci kez izlediğimiz Nevra Serezli’nin karşı karşıya geldiği atışma sahneleri de filmin lezzetini arttırıyor. Çekingen de olsalar küçük cinsel imalarla süslü birkaç espri de ihmal edilmemiş. Keşke daha cesur olunabilse, ama cesur olmak bu Türkiye ortamında maalesef giderek zorlaşan bir durum.
Birbirinden cıvık komedilerle dolu filmlerimiz arasında “Kocan Kadar Konuş: Diriliş” farklı ve nitelikli kalabilmeyi başarıyor. 2,5/5

Kocan Kadar Konuş: Diriliş
Yönetmen: Kıvanç Baruönü
Oyuncular: Ezgi Mola, Murat Yıldırım, Hümeyra, Nevra Serezli, Eda Ece, Muhammet Uzuner

107 dakika

BASKIN: KARABASAN

Nihayet cinsiz bir korku filmi...
“Rezervuar Köpekleri”nin başında bir masa etrafında oturmuş, bir soygun için biraraya gelmiş adamların kahve sohbetini izleriz. Tek bir cümlede bile “soygun” kelimesi geçmez ama filmle alakasız konularda konuşan karakterleri ilk 10 dakikada büyük oranda çözeriz. Korku filmi fanatiklerinin merakla beklediği yerli korku filmi “Baskın”a, sonradan büyük bir belaya bulaşacak beş polisi bir yemek masasında izleyerek başlıyoruz. Son derece kaba ve cinsiyetçi olmaları, şişirilmiş egolar ve şovenist tavırları hepsinin ortak paydaları. Belli ki rozet ve silahın gücüne sığınmış, ‘iktidarsız’ tipler. İçlerinden bir nebze öne çıkan genç polis Arda’nın rüyalarına giren çocukluk anısı da bizi pek bir yerlere götüremiyor. Freudyen bir gözlükle bakınca, baba ve aile kurumunun, otoritenin birey üzerindeki etkisinden yürüyünce bir şeylerin ucu görünüyor...  Ama buradan girilecekse, bu meseleye daha çok odaklanan bir metin üzerinden gidilmeliydi sanki. Diğer karakterlerin ise birbirlerinden ayırt edici hiçbir özellikleri yok. Bunlar araçlarına doluşup bir polis çağrısına cevap verirler ve vardıkları yerde (Osmanlı karakoluymuş) onları büyük işkenceler beklemektedir.
“Baskın”ın görsel dünyasının çok başarılı olduğunu en baştan söylemek lazım. Üstelik nihayet cinli islami korku filmlerinin ötesinde farklı bir yerde duran bir tavırla gerçekleştirilmiş. Ama sinema ne kadar görsel bir sanat olsa da bir hikaye anlatma sanatıdır. Bu yüzden filmin olanca güzel kadrajlarına, iyi tasarlanmış müziklerine ve makyaj başarılarına rağmen senaryosundaki sorunları gözardı edemiyorum. Genç yönetmen Can Evrenol’un ilk başlarda doğru bir hikayeyle yola çıktığını ama sonrasında korku türüne ait çok sevdiği filmlerden bir karışıma yöneldiğini düşündüm izlerken. Clive Barker’dan girip John Carpenter’dan çıkan, “Sessiz Tepe” (Silent Hill), “Teksas Katliamı” (Texas Chain Saw Massacre), “Ufuk Faciası” (Event Horizon), “Hellraiser”, “Rec”, “Sınır(da)” [Frontier(s)] gibi ait oldukları alt türlerin en akılda kalan yapımlarını hatırlatan sahneler ve imajlar yaratan Evrenol, karakterlerini ve hikayesini derinleştirmeyi bırakıp kurduğu görsel dünyanın peşine takılıp kayboluyor. Yavuz adlı karakterin işkencecisine “ben devletim” diye bağırması devletçilik eleştirisi yaptığına işaret ediyorken tarikatın lideri “Baba”yla, Arda’nın küçükken anne-babasının yatak odasında duyduğu seslerden ulaştığımız kendi (muhtemelen polis olan) babasına kurulan köprü de kaba bir Freud okumasına pencere açıyor. Arda’nın annesiyle yatan babasının intikamını, ona yıllarca babalık yapan amcasından edindiği bir silahla cehennemin ‘baba’sından alıyor olması da altından çok kalkılabilen olgun bir fikre dönüşememiş.   
Yavuz’un onun anlattıklarına gülen garson çocuğu dövmesi “Sıkı Dostlar”ı (Goodfellas), sık sık görünen ve şamanizmde temizlik bilgisini simgeleyen kurbağa imajları da “Manolya”yı (Magnolia) hatırlatmıyor değil bu arada. Polislerden en zayıf karakterli olanının bir sabunlukta kurbağa görmesiyle başlayıp yer yer görünmeye devam eden bu kurbağa imajları bu pis polislerin karakolda kendilerini bekleyen vahşiler tarafından ‘temizlenecek’lerini ima etmekte sanki. Bazı sahnelerde küçük lekeler gibi görünen Türk bayrağı (mesela silah kabzasında), Fatih Sultan Mehmet, Atatürk görselleri milliyetçilik, ulusalcılık, Osmanlıcılık eleştirilerini mi işaret etmekte acaba? (Osmanlı karakolu da şimdiki cumhuriyetin babası mı mesela?)  Bütün bu işkenceler genç polis Arda’nın gördüğü bir kabustan mı ibaret? (Filmin adına bu yüzden mi “Karabasan” kelimesi eklendi acaba?) Bu kötü polisler (erkekler) ilahi bir güç tarafından cezalandırılıyorlar mı? Bir tarikatın kurbanı mı oluyorlar? Film polis ve devlet faşizmini mi eleştiriyor ya da babalarının gölgesinde büyüyen erkek çocuklarının babalarından kurtuluşunu mu anlatıyor? Sarmal bir yapıya işaret eden 'final twist'i ise bütün hikayeyi kucaklamıyor sanki... 
Ama Can Evrenol’un yönetmenliği kesinlikle umut veriyor. Yepyeni hikayelerde çok daha iyi filmlerin geleceğini işaret ediyor bize... Bu da bu zaman ve sinema ortamında az bir şey değil doğrusu... 2,5/5

Baskın: Karabasan
Yönetmen: Can Evrenol
Oyuncular: Ergun Kuyucu, Görkem Kasal, Muharrem Bayrak, Fatih Dokgöz, Mehmet Cerrahoğlu
97 dakika

7 Kasım 2015 Cumartesi

HAFTANIN FİLMLERİ (6 Kasım)

"SPECTRE": James Bond bildiğiniz gibi... 

1962’den (Dr. No) beri çekilen James Bond filmleri kuşaklar boyunca süren ve hep ilgiyle izlenen filmler oldular. Resmi olarak 24. Bond filmi olan “Spectre”, belki de en çok bu yüzden Meksika’daki Ölüler Bayramı’nda başlıyor.

Evet, “Spectre” ilginç başlıyor doğrusu... Ölüler Günü, meksikalıların ölen yakınlarını farklı bir şekilde andıkları bir bayram. Herkes sokaklarda şen şakrak eğleniyor, iskelet kostümleri giyiliyor, her taraf ölümü çağrıştıran simgelerle dolu. Müzik, alkol, dans gırla gidiyor. Bu bayramı kutlayan insanlar aslında ölümü de içine alan yaşamı kutsamaktalar. Ölen akraba ve yakınlarını ağlayarak değil gülümseyerek anıyorlar. Çünkü asıl ölüm unutulunca gerçekleşir...
Müziğiyle, tasarımıyla, plan-sekansıyla şahane bir açılış!
Sinema tarihinin bu en pahalı Bond filmi olan “Spectre”, her Bond filminde olduğu gibi iddialı bir aksiyon sekansıyla açılıyor. Meksika sokaklarındaki Ölüler Günü kutlamalarında yüzlerce kişinin içinde Bond’la birlikte yürüyen kamera onun heyecanlı suikastını nefes kesen bir gerilim ve tempoyla aktarıyor bize. 50 yılı aşkın bir zamandır Bond’a duyulan ilgi ve sevginin hiç eksilmemesine bir nazire sanki bu ölüler günü sekansı. Bu muhteşem açılışın ardından kapkaranlık sahnelerle yürüyen gelişmeler, Bond’un giderek yaklaştığı gizli bir teşkilatı işaret ediyor. “Spectre” adlı bu gizli organizasyonun başında ise Bond’un geçmişinden gelen bir ‘tanıdığı’, Franz Oberhauser adlı bir adam vardır. Spectre’nin eski bir üyesinin kızı olan Madeleine Swann’ı koruması altına alan Bond, onunla beraber tüm dünya istihbaratını ele geçirmeye çalışan bu karanlık örgütü çökertmek için harekete geçer.
Film o kadar muhteşem bir açılış yapıyor ki sonrası aynı iddiayı ve beklentiyi sürdüremediği için ufak ufak eriyor sanki. Bond’un Meksika’da başlayan macerası, İtalya’ya, Avusturya,  Fas ve sonunda da Londra sokaklarına kadar ulaşıyor. Gittiği her yerde büyük ve heyecanlı aksiyon sahneleri var. Ancak yine de senaryosunda dikiş tutmayan bazı yerlere takılmamak elde değil.

Mesela Daniel Craig’li önceki Bond filmlerinin bütün kötü adamlarının da üyesi olduklarının anlaşıldığı Spectre adlı bu örgütün tehlikesi ve hacmi yeterince güçlü çizilemiyor. Yüzlerce katilden ve uluslararası boyutları olan devasa maddi gücünden bahsedilen bu örgüt, bir süre sonra Oberhauser ve 15-20 adamına indirgeniyor. Hiç konuşmayan ve iri yarı olmasının dışında bir işlevi olmayan tetikçisi de eski Bond filmlerinden bildiğimiz başka bir kötü karakteri anımsatması dışında bir işlev taşımıyor. Üstelik aynı filmde iki kez ‘kötü adamın kaçması için son anda yetişen helikopter’ klişesi kullanılmasa iyi olurmuş. Ama hikayenin tek sorunu bunlar değil. Bond’un “Casino Royale”de Vesper Lynd ile yaşadığı tutkulu aşk ne kadar gerçekçi ve duygusalsa bu filmde Madeleine ile yaşadığı ilişki o kadar hızlı ve zorlama... Gelgelelim özellikle ilk bir saat, yani hikayenin derdi tam olarak ortaya serilmeden önce film o kadar ‘yakışıklı’ ilerliyor ki, her karesi bir sanat eseri sanki. Ancak sonra özellikle de Madeleine’in hikayeye girişinin ardından bildiğimiz Bond klişelerine geri dönülüyor... 148 dakikalık bu en uzun Bond filmi süresine rağmen sıkmıyor ama sürpriz bir final beklentisini de boşa çıkarıyor.. 

Franz Oberhauser yani nam-ı diğer Blofeld’i özellikle “Soysuzlar Çetesi”ndeki şahane performansından sonra çok sevdiğimiz Christoph Waltz’un oynayacağını duyduğumuzda sevinmiş ve beklentimiz artmıştı. Waltz filmin ilk yarısında gölgeler içinde esrarengiz bir çıkış yapıyor yapmasına ama görünür olduğunda aynı karizmayı sürdüremiyor. Çünkü senaryoda psikopat olması dışında herhangi bir detayla zenginleştirilememiş! Bond kızı Léa Seydoux’nun (Mavi En Sıcak Renktir) farklı güzelliği göz dolduruyor ama senaryo onun karakteri için de fazla cömert yazılmamış. Beyazperdenin en cazip kadınlarından biri olan Monica Bellucci ise hiç de iz bırakmayacak bir rolle, beş dakikalık bir sahnede James Bond’a meze edilmiş adeta, yazık olmuş!
“Spectre”nin Daniel Craig’in son Bond filmi olma ihtimali var. Açıkçası ilk duyurulduğunda ben dahil pek çok kişi yanlış bir seçim olabileceğini düşünmüştü. Ancak Craig şanslıymış, iyi yönetmenlerle ve senaristlerle çalıştı. Onun rol aldığı dört film de (özellikle ‘Casino Royale’) dramatik yanları eskilerine göre daha güçlü, karakterli filmler oldular. 3/5

Spectre
Yönetmen: Sam Mendes
Oyuncular: Daniel Craig, Christoph Waltz, Léa Seydoux, Ralph Fiennes, Ben Whishaw, Monica Bellucci
148 dakika








"GİZLİ DOSYA" (TRUTH): Can yakan “gerçek”ler...

Dünya yakın tarihine icraatlarıyla pek de hoş olmayan izler bırakan George W. Bush, hayli şaibeli bir seçimin ardından 2001 yılında başkan oldu. Bu şaibenin hikayesini anlatan “Oyun” (Recount) adlı filmi, Bush’un özellikle politik kariyerine odaklanan “W. Bush” adlı Oliver Stone filmini ve başkanlık döneminde yaptığı icraatlarının sonuçlarını anlatan Michael  Moore’un “Fahrenheit 9/11” belgeselini izlemenizi tavsiye ederim...
Ancak bu filmlerin hiçbiri Bush’un ikinci kez başka seçildiği dönemi anlatmaz. Orada da değişik olaylar yaşanmış aslında. “Gizli Dosya” işte bunun hikayesini anlatıyor. Amerikan televizyonlarının köklü haber programı “60 Dakika”nın yapımcısı tecrübeli gazeteci Mary Mapes’ın tutkusu her doğru gazetecide olduğu gibi ‘soru sormak’tır. Kurduğu becerikli ekiple Bush’un gençken 1972’de pilot olarak yaptığı askeri hizmetin detaylarını araştırmaktadır. Bu araştırmalarının sonucunda elde ettikleri belgeler, Bush’un ikinci seçim kampanyasında kullanılan ifadelerle uyuşmuyordur. Mapes programın emektar gazetecisi Dan Rather’la birlikte bu haberi patlatır. Ancak küçücük, şüpheli bir durum haberin özünün dikkatlerden kaçırılmasına sebep olur. Başkanın bürokratları ve yandaş medya, ödüllü ve saygın gazeteciler olan Mapes ve Rather’a itibar suikastleri düzenlemeye başlarlar. Bu hikayenin sonu ülkemizde de sık sık tanık olduğumuz şekilde bitecektir maalesef...

Sistemin ne kadar hileli olduğu çok açık. Demokrasinin bu topraklardan çok daha iyi işlediğini iddia eden ABD’de bile sistem hile üzerine kurulu. Bazen ne yaparsan yap ‘gerçek’in toplum ve sistem üzerinde yaratması gereken etki, onu canı pahasına arayıp bulanların düşündükleri kadar olamıyor. Halkın ‘gerçeği’ öğrenmesi için varolan medya, bazen gerçeğin çürütülmesi için gayret gösteren bir aygıt olarak da kullanılabiliyor, sistem ve hakim iktidarlar tarafından. “Gizli Dosya” bunun ve Mary Mapes ve Dan Rather gibi dürüst gazetecilerin filmi. Onlar kaybetmiş gibi görünseler de ‘gerçek’in peşinde koşmuş, cesur ve doğru insanlar...
Hollywood’un sol kanadından gelmiş bir film bu. Aynı ekolden bir “Şebeke” (Network) ya da daha yakın tarihli “Köstebek” (Insider) gibi klasik Amerikan filmleri kadar güçlü bir sineması yok belki “Gizli Dosya”nın. Ama meselesi çok gerçek ve toplumların neden basın özgürlüğünün üzerine titremesi gerektiğini anlatması açısından da çok önemli. Çünkü her zaman birileri gerçeklerin bilinmesine engel olmak isteyecektir!

Genç senarist James Vanderbilt’in senaryosu iyi ve incelikli. Ancak yönetmen olarak bu ilk filminde güçlü bir performans gösterememiş kendisi. Filmin görsel bir ağırlığı yok maalesef. Aklımızda kalan bir sahne, tansiyonu yükselten bir mizansen ya da estetik duygularımıza hitap eden sahneleri yok filmin. Ama yine olağanüstü bir Cate Blanchett’i var. Oyuncu güçlü, inatçı ama aynı zamanda kırılgan Mary Mapes’i ‘Oscarlık’ bir performansla canlandırıyor. Çok yaşlanmış olmasına rağmen hâlâ son derece aktif bir oyuncu olan Robert Redford da keyif veriyor...   
Özellikle Türk medyasında çalışan herkesin mutlaka görmesi gereken, cesur bir film “Gizli Dosya”. Keşke bizde de yapılabilse benzer filmler... 3,5 /5

Gizli Dosya
Truth
Yönetmen: James Vanderbilt
Oyuncular: Cate Blanchett, Robert Redford, Dennis Quaid, Topher Grace, Elisabeth Moss, Bruce Greenwood, Stacy Keach 
121 dakika







"ABLUKA": Türkiye’nin cinnet hali


İlk filmi “Tepenin Ardı” ile dikkat çekici bir çıkış yakalayan ve küçük bir taşra hikayesi anlatıyormuş gibi yapıp bir Türkiye alegorisi çıkartmayı başaran genç yönetmen Emin Alper, yeni filmi “Abluka”da da aslında bugünün Türkiye’sinin hatta tam da 1 Kasım öncesi cinnet halinin fotoğrafını çekiyor sanki, o günlerden çok önce çekilmiş olmasına rağmen...  
Film tam belirtilmeyen bir zamanda, polisin içerde terörist aramak için abluka altına aldığı, İstanbul’un bir semtinde geçiyor. Birbirlerinden yıllardır kopmuş olan üç erkek kardeşin yolu bu semtte aynı günlerde kesişiyor aslında. Kardeşlerden en büyüğü Kadir 20 yıldır yattığı hapishaneden çıkıp küçük kardeşi Ahmet’in yanına geliyor. Ancak semte girmeden önce istihbarat tarafından içerden bilgi toplaması için görevlendiriliyor. Ahmet belediye için sokak köpeklerini öldüren bir ekibin başındadır. Bir gün öldüremeyip de yaraladığı bir köpeğe merhamet edip onu evine almaya karar verir. Kadir de terörist olduğundan emin olduğu genç bir kadına yardım etmek konusunda tereddüt içindedir. Ortanca kardeş ise kayıptır, istihbarat onun teröristler arasında etkili biri olduğunu düşünmektedir...
Bu üç kardeşin hali maalesef bu toplumda her biri bir yana dağılmış ve ayrıştırılmış halkları simgeliyor. Kadir de Ahmet de kendi paranoyaları içinde kaybolmaya giden, devlet tarafından abluka içinde bırakılmış karakterler. Senarist/yönetmenin çok derinlerine inmediği ama genel hatlarıyla iyi düşünerek oluşturduğu bu karakterleri ortasına bıraktığı mahalle ise Türk sinemasında örneği çok görülmeyen müthiş bir görsel çalışmanın ürünü şüphesiz. Filmin atmosferi, ses ve görüntü tasarımı bu kimlikte bir film için kusursuz denebilecek düzeyde. “Abluka” kimi zaman bir politik gerilime kimi zaman da daha bireysel, paranoyak bir psikolojik gerilim hikayeye dönüşüyor. Sinemamızda çok fazla denenmeyen türde olan film, Cronenberg ya da Polanski gibi yabancı usta yönetmenlerin filmlerini de andırıyor.
Filmin ana karakterlerini canlandıran Mehmet Özgür (Kadir), Berkay Ateş (Ahmet) ve Meral rolünde Tülin Özer etkili oyunculuk performanslarıyla filmi daha da yükseltiyorlar.
“Abluka”nın en büyük dezavantajı sinema seyircisine fazla mesafeli bir film oluşu. Halbuki anlatılan tümüyle bizim ‘gerçek’ hikayemiz. Keşke Alper, seyirciye hikayesini bu kadar sembolik anlatıma boğmadan, bu kadar da ‘örtük’ anlatmasaymış. Daha çok seyirci gelse, daha çok izlense ve konuşulsa... 3,5 / 5


Abluka  
Yönetmen: Emin Alper
Oyuncular: Mehmet Özgür, Berkay Ateş, Tülin Özer
119 dakika


25 Eylül 2015 Cuma

"45 YIL" ve "YOK ARTIK!"

Sonra "45 Yıl" gibi filmleri seviyoruz diye biz suçlu oluyoruz! 

Evliliklerinin 45. yılını özel bir partiyle kutlamaya hazırlanan, İngiltere kırsalında rahat ve huzurlu bir yaşantıları olan bir çifttir Kate ve Geoff. Partiye yaklaşık bir hafta kala Geoff’a bir mektup gelir. Mektupta Katya adlı bir kadın cesedinin İsviçre’de buzulların içinde bulunduğu haberi vardır. Katya Geoff’un evlenmeden önceki sevgilisidir ve İsviçre’deki dağ yürüyüşleri sırasında bir buzul çukura düşüp ölmüştür. Cesedi 50 yıldan fazla orada kalmış ve hiç bozulmamıştır. Kate, Katya’yı biliyordur bilmesine ama Geoff’un bunca yıl sonra gelen bu haberle uyanan duygularını elinde olmadan çok kıskanacaktır. Aslında acı olan, Katya’nın hatırası 45 yıldır onlarla birlikte yaşıyordur ve Kate bunu yeni öğrenir.
Seyircilerinin kalbine dokunmayı başarabilen "45 Yıl", iki müthiş oyuncusu Charlotte Rampling ve Tom Courtenay’ın da büyük katkısıyla, zarif senaryosu üzerinden öyle güzel bir sinemasal haz veriyor ki sinematografisiyle etkilenmemek, hikayesinin ruhuyla da duygulanmamak elde değil. Küçük detayların büyük önem kazandığı sahnelerde 45 yılını birlikte geçirmiş bir çiftin içlerinde kopan küçük fırtınalar sarsıcı etkiler yaratmakta. İnsan yaşlandıkça her şeyi değişiyor, bazı fikirleri, bedeni, konuşma tarzı, bazı alışkanlıkları ama kalbi hep aynı kalıyor işte. Katya’nın hâlâ genç olan ölüsü kuşkusuz Geoff’un gençliğine duyduğu özlemle de birleşiyor. Geoff’un Katya’sını hatırlaması, bunca yıl sonra onun yasını tutması ve hatırladıkça özlem duyması Kate’i de yaralıyor giderek. Bir yandan bütün kasabanın, arkadaşlarının davetli olacağı partiyi hazırlamaya çalışırken, diğer yandan kocasının eski aşkıyla mücadele ediyor adeta. 45 yılını verdiği bu evliliğin samimiyetini sorguluyor sessizce Kate.
Yönetmen Andrew Haigh, o kadar zarif bir sinemayla anlatıyor ki bu güzelim hikayeyi insan denen varlığın ne kadar kırılgan ve gizemli mahluklar olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz. Sinemamızda pek sık göremediğimiz insan ruhunun derinliklerine dalabilen zariflikte bir film “45 Yıl”. 4/5

45 Yıl
(45 Years)
Yönetmen: Andrew Haigh
Oyuncular: Charlotte Rampling, Tom Courtenay, Geraldine James
95 dakika     








Eksik kalmış bir çaba..

Her hafta sulu sepken esprilerle dolu yerli yapımların arasında “Yok Artık!” yine de farklı bir amaçla yola çıkıyor. Birbirlerine organik olarak bağlı olmayan komik hikayeleri birbirinden yetenekli oyuncular eşliğinde bir ana çatı altında sunmaya girişiyor. Skeç mantığıyla yazılmış ama öyle değil gibi gözüken samimiyetsiz komedilerden farklı olarak skeç mantığını temel amaç olarak kuran dürüst bir film. Ancak bu sefer de başka bir handikapa fena halde takılınmış: Aynı elden (karikatürist Serkan Altuniğne) çıkmasına rağmen hikayeler arasındaki dengesizlik. Geveze bir taksi şoförünün giderek meddahlaşarak sağda solda anlattığı, inanması zor gibi gözüken tesadüflerin ve durumların oluşturduğu komik hikayelerden oluşuyor film. İlk hikaye gereğinden fazla uzatılmış bir bant karikatür esprisi. Bindiği takside şoföre almanca bildiğini söyleyen adam, şoför Alman bir kıza çarpınca uyduruk almancasıyla zor bir durumda kalıveriyor. İkinci hikaye kızının kaçırıldığı haberini alan bir adamın fidye parasıyla İstanbul trafiğinde cebelleşmesini anlatıyor ki bu da fazla bariz ve demode esprilerle dolu. Ehliyet sınavı sırasında geçen bağrış çağrışlı ve saman alevi gibi olan bölüm filmin en zayıf hikayesi olarak tam ortasında yer alıyor. En güzel hikaye ise açık arayla “Ayrılık” adını taşıyan dördüncü hikaye. Başka bir kadınla birlikte olmak için sevgilisinden ayrılmaya çalışan bir adamın başına gelenler Serkan Keskin ve Algı Eke’nin samimi performanslarının da katkısıyla yükseliyor ve nitelikli bir mizaha ulaşabiliyor. Üstelik bu hikayenin hayli ‘yama gibi’ duran son sahnesine rağmen diğerlerinden daha iyi yazılmış olduğu da bariz ortada. Son hikaye ise sevgilisinin köpek taklidi yüzünden hafızasını kaybeden zavallı bir adamın hikayesini anlatıyor ki ‘çok daha komik olabilirdi’ duygusuyla izlediğimiz bu hikaye de filmin yine de ikinci başarılı bölümünü oluşturuyor.
İster istemez aklımız geçen aylarda izlediğimiz Arjantin filmi “Asabiyim Ben”e (Wild Tales) gidiyor. Komik ama dertleri olan hikayeler, sonunda bir ana damara bağlanmıyordu o filmde. Ama yine de tematik olarak ortak bir paydaya sahiplerdi; öfkesinden taşan bir toplumun tasvirini yapıyordu bütününde. “Yok Artık!”da ise birbirinden farklı temalardan oluşan hikayeler sonunda bir yere bağlanıyor bağlanmasına ama ‘keşke bağlanmasaydı’ diye düşündüren ve ‘bütün bunlara ne gerek vardı’ dedirten bir final bu. Açıkçası her biri kendisini ispatlamış oyunculardan oluşan kadrosu, çalışkan prodüksiyonu ve genç oyuncu/yönetmen Caner Özyurtlu’nun temiz işçiliği daha güçlü ve komik hikayeleri hakediyormuş. 2/5

Yok Artık!
Yönetmen: Caner Özyurtlu
Oyuncular: Erkan Kolçak Köstendil, Serkan Keskin, Algı Eke, Demet Evgar, Çağlar Çorumlu, Murat Akkoyunlu, Şebnem Bozoklu, Necip Memili
90 dakika

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Haftanın filmlerinden seçmeler (17 Temmuz)

Sıra dışı bir süper kahraman 

Çizgi roman yayıncılığının dev markası Marvel, Iron Man, Hulk, Kaptan Amerika, Thor gibi karakterlerini dergi sayfalarından sinemaya aynı taktikle taşımaya devam ediyor. Bu süper kahramanlar önce kendilerine ait maceralar içeren filmlerle sonra da bir araya geldikleri “Yenilmezler” filmleriyle Hollywood’u büyük bir krize girmekten kurtardı adeta. Marvel’in çizgi roman uyarlamalarının getirdiği hareketlilik aslında bütün stüdyoların işine yaradı. Her ne kadar gişe filmlerinde bir çeşitlilik tıkanmasına yol açmış olsa da...
1939’dan beri faaliyette olan şirketin süper kahraman sandığında daha onlarca filmlik malzeme sırasını beklemekte. 2009’dan beri Disney’e ait olan Marvel şirketi, “Yenilmezler” (The Avengers) ekibinin dışında kalan “Fantastik Dörtlü”, “Örümcek Adam” ve “X-Men” filmleriyle, televizyonda da türlü türlü dizileriyle eğlence sektörüne yön vermeye devam ediyor.  
Orijinal “Yenilmezler” ekibinin eksikleri de yeni filmlerle kapatılmaya devam ediyor. İlk kez 1962 yılında çizgi roman sayfalarında kendisine yer açan “Ant-Man” nihayet karşımızda... “Yenilmezler” ekibine The Wasp adlı başka bir küçük ölçekli süper kahramanla birlikte katılan “Ant-Man”in macerası, Hank Pym adlı bir bilim adamının küçülebilir ve içindekini de küçültebilir bir üniforma icat etmesiyle başlar. Pym üniformayı ilk önce kendisi giyer, kız arkadaşı Janet da benzer bir üniformayla “The Wasp” olur. Ancak Janet’ın ölümünün ardından Pym, Ant-Man olmayı bırakır. Yıllar sonra üniformayı giymesi için usta bir hırsız olan Scott Lang’i bulur. Scott suç işlerini bırakıp ayrıldığı karısından olan kızına en azından iyi bir baba olmaya çalışmaktadır. Ancak suçlu geçmişi peşini bir türlü bırakmaz. Eski öğrencisi Cross’un aynı icadı kötü amaçlar için kullanmasına engel olmak isteyen Pym, iş bulmakta zorlanan Scott’ı ikna eder ve macera başlar.
“Ant-Man” diğer Marvel karakterlerinden farklı olarak komedi yanı daha ağır basan bir karakter. Zaten bu yüzden onu daha çok komedi filmlerinden tanıdığımız bir aktöre emanet etmişler. Paul Rudd filmin sevimli yüzünü hem senaryoya verdiği katkıyla hem de performansıyla güçlendiriyor. Nitekim hem Scott’ı bize tanıtan girizgahıyla hem de oyuncak trenlerin arasındaki final kapışmasıyla hayli eğlenceli sahneler izliyoruz. Ama filmin ikinci perdesi, yani orta kısmı her süper kahraman serisinin ilk filminde karşımıza çıkan kimi klişeleri barındırması sebebiyle biraz aksıyor. Scott’ın Pym ve çekici kızı Hope tarafından eğitildiği sahneler uzuyor ve her ne kadar eğlenceli hale getirilmeye çalışılsa da tempoyu bir miktar düşürüyor. Scott’ın kızıyla olan duygusal sahneleri tipik bir aile filmi klişesine saplanıyor. Tabi ki mantığın yüzde yüz devreye girmesini beklemiyoruz böyle bir filmde ama yine de Scott’ın karıncalarla birlikte bir ordu lideri gibi hareket etmesi bir süper kahraman karakter için bile bir handikap. Bu konuda Paul Rudd pozitif enerjisiyle elinden geleni de yapıyor. Zaten komediye vurmazsanız “Ant-Man”i seyirciye sevdirebilmek biraz zor.  
Beyazperdede daha önce de küçülen kahramanlı filmler izlemiştik. “Ant-Man” bu anlamda birkaç sahneyle yeni bir şeyler deniyor. Scott’ın elbiseyi ilk giydiği sahne ve bütün o komik final sahnesi sınıfı geçiyor. Dr. Pym rolündeki Michael Douglas’ın filmin hemen başında bilgisayar teknolojisi sayesinde gençleştirilmesi ve “Temel İçgüdü”deki (Basic Instinct) haline getirilmesi ise ‘vay canına’ dedirtiyor doğrusu...      
Filmin son yazılarının en sonunda ise muhtemelen yeni “Kaptan Amerika” filmine bir köprü kuruluyor. Meraklılarına salonu hemen terketmemelerini de öğütlemek lazım... (3/5)

Ant-Man
Yönetmen:  Peyton Reed
Oyuncular: Paul Rudd, Evangeline Lilly, Michael Douglas, Corey Stall, Bobby Cannavale, Judy Greer, Michael Pena

117 dakika







Amerikan rüyasının sonu!

Orijinal ismi “Göçmen” olsa da bizde daha akıllıca bir türkçe isim konulmuş bu filme. “Bir Zamanlar New York”da Avrupa’daki I. Dünya Savaşı’ndan Amerika’ya kaçan göçmenlerin sefaletlerine odaklanıyoruz. Binbir zorluk içinde geçen bir gemi yolculuğuyla New York’a varan göçmenler Ellis adasında karşılanmakta, çalışamayacak kadar hasta olanlar ve kalacak bir adres gösteremeyenler adada karantinaya alınıp geri gönderilmekteler. Polonya’dan kız kardeşiyle birlikte göç eden Ewa da anne babasını gözleri önünde cinayete kurban vermiş acılı bir genç kadındır. Kız kardeşi hasta olduğu için adadaki hastaneye yatırılır, kendisi de teyzesinin adresini yetkililere doğrulatamadığı için sınır dışı edilmek üzere kenara ayrılır. Ama adada tanıştığı Bruno adlı bir adam ona yardım eder ve beraber New York’a gelirler. Bruno Ellis adasında genç kadınları seçip uyduruk bir tiyatro grubu görüntüsünde onlara konsomasyon yaptırarak iş buluyordur. Ewa en başta buna dirense de sonunda kız kardeşini hastaneden çıkartacak rüşvet parasını toparlayabilmek için kabul etmek zorunda kalır. Zaten eniştesi de adı çıktığı için onu evine almayı reddetmiştir.
Zaman geçtikçe Bruno’nun kendisine olan hastalıklı tutkusundan bunalan Ewa tek teselliyi Bruno’nun kuzeni Emil’de bulur. Emil sihirbazlık yaparak geçinen sempatik bir genç adamdır. Ama Bruno’yla daha önceden de yaşanan bir kız meselesi yüzünden sürekli didişmektedir. Hikaye giderek trajik bir sona doğru sürüklenen klasik bir aşk üçgenine dönüşür.
“Bir Zamanlar New York”un en büyük avantajı rol aldığı her filme ekstra bir değer katan Marion Cotillard. Ewa rolünde izlediğimiz güzel Fransız oyuncu, sessiz sinemanın güzel kadınlarını andırıyor sık sık. Yönetmen Gray birçok sahnede onun anlamlı, güzel yüzüne yaklaşarak bu avantajı sonuna kadar kullanıyor. Açıkçası ‘kötü yola düşen göçmen kızın melodramı’ hikayesi çok yeni bir hikaye olmamasına rağmen film kendini bir şekilde izletiyor. Amerikan rüyasının nasıl bir aldatmaca olduğunu, Amerika’nın her gelene kucak açan bir ülke olmadığını, binlerce kez izlemişiz sonuçta. Ama filmin bize sık sık “Baba” (The Godfather) ya da “Bir Zamanlar Amerika”nın (Once Upon A Time in America) atmosferini hatırlatan puslu, kahverengi tonlarındaki görüntü çalışması birinci sınıf.. Bruno rolünde elindeki kısıtlı malzemeye rağmen harika bir performans çıkaran Joaquin Phoenix de çok iyi. Ama film fazla kasvetli, yer yer ikna sorunları olan bir senaryoya sahip yine de. Özellikle de malum aşk üçgeninin son kenarını tamamlayan Emil karakteriyle ilgili ciddi sorunları var senaryonun... (3/5)

Bir Zamanlar New York
The Immigrant
Yönetmen: James Gray
Oyuncular: Marion Cotillard, Joaquin Phoenix, Jeremy Renner, Dagmara Dominczyk 
120 dakika 






Kayıp çocuklar ve tatminsiz büyükleri...

Avustralya yapımı film gergin bir kayıp hikayesi ama aynı zamanda bir taşra kasabasında sıkışmış, dişiliğini kaybetmiş/arayan iki kadının, bir anne-kızın da hikayesi.
Çöl ortasında küçük bir kasabada yaşayan Parker’ların bir erkek bir de ergen bir kız çocukları vardır. Oğlanın bazı geceler sıkıntıdan dışarı çıkıp etrafta dolaşma huyu varken, kız bütün sıkıntısını kasabalı erkeklerle birlikte olarak atmaya çalışmaktadır. Bir gece evden çıkarlar ve artık ‘kayıp’tırlar.
Anneleri Catherine de uzun zamandır kocasından cinsel bir ilgi görmemenin sıkıntısını taşıyordur. Bu sıkıntıya bir de çocuklarının kaybolması eklenir. Kocanın ise sıkıntısının ne olduğu tam olarak anlaşılamamakta. Catherine rolünde izlediğimiz Nicole Kidman’ın bu projeyi seçerken, bir oyuncu olarak ilgisini neyin çektiğini anlamak mümkün. Çünkü Catherine bir sürü ihtiyaç içinde, bir insan (özellikle de erkek) yakınlığına hasret bir taşra kadınını çok iyi oynuyor. Ancak iyi başlayan hikaye bir süre sonra garip bir kafa karışıklığına uğruyor. Anne-kızın depresyondan kaçışı birbirlerinden habersiz olarak cinsellikte aramaları, hoş bir paralellik sunuyor sunmasına ama oğlanın kayboluşu, ergen kızın birlikte olduğu erkeklerin durumları, çocukları arayan kasaba şerifinin tutarsız karakteri, Catherine’in kocasının ruh halindeki muğlaklık filmin asıl derdinin de havada kalmasına sebep oluyor. Erkek karakterlerle ne yapacağını bilememiş sanki yönetmen...
Aslında “Fırtınanın Ortasında” hem güçlü oyunculara hem de sinema için şahane bir mekana ve ekibe sahip bir film, ama ne yazık ki yörüngesinden çıkınca seyircisini aynı Catherine gibi yarı-tatmin bir şekilde uğurluyor salondan. (2,5/5)   

Fırtınanın Ortasında
Strangerland
Yönetmen: Kim Farrant
Oyuncular: Nicole Kidman, Hugo Weaving, Joseph Fiennes, Maddison Brown, Nicholas Hamilton
112 dakika

20 Nisan 2015 Pazartesi

TEK AŞKIM (The One I Love)

Hep "yeni"sini istemek...

Kadın-erkek ilişkilerine değinen enteresan filmler kervanına fantastik bir bakış açısıyla yazılmış zeki senaryosuyla “Tek Aşkım” da katılıyor. Ama...

Ethan ve Sophie eski aşık günlerinden uzak evli bir çifttir. Başvurdukları evlilik danışmanı aralarındaki ‘uyum’u kaybettiklerini düşünür ve onları bir hafta sonlarını geçirmeleri için şehir dışında lüks sayılabilecek bir eve gönderir. Ethan ve Sophie’yi orada bir sürpriz beklemektedir. Ana evin yanındaki misafir evinde Ethan’ın daha anlayışlı, daha aktif bir versiyonu ve Sophie’nin de daha geyşa ruhlu, sevecen bir versiyonu vardır. Aslında ikisi de evliliklerini sorgulayabilecekleri bir düzeneğin içine düşürülmüşlerdir. Terapistlerinin onlar için hazırladığı bir sürpriz gibi görünüyor bu. Ancak bu düzenek daha önceki çiftlerde olduğu gibi pek de güzel çalışmaz bu çiftte. Çünkü Ethan karısını diğer versiyonundan kıskanmaya başlar ve bir türlü rahat duramaz.
Açıkçası senaryonun ‘parlak fikri’ çok cazip, zekice bir buluş. Aynı insanla yıllarca birlikte yaşamanız, onu ne kadar severseniz sevin, kimi renklerinizi solduruyor. Yenilik ihtiyacı ister istemez sizi dürtüyor. Ethan ve Sophie de birbirlerini hâlâ seviyorlar ama birbirlerine tahammülleri azalmış, heyecanları da eksilmiş. Kendilerinin daha idealize görüntüleri yani biraz 'yeni' hallerinin çekiciliğine kapılıyorlar. Ama peki onca yaşanmışlık ne olacak?
Film bu hikayenin psikolojik boyutlarının az çok tadını çıkarırken kara mizah ve fantezi tarafına pek takılmıyor. Hikayedeki terapist etkisi açıklanmıyor hiç mesela. Durumun komedisi de, belki de bildik komedi film kalıplarına düşmemek için, 'bağımsız film' sularından da çok kopmamak adına fazla işlenmiyor. Filmin asıl meselesi de aslında; "eşiniz kafanızdaki ‘ideal eş’e ulaşmış olsa dahi şimdikinden ne kadar farklı bir evliliğiniz olabilir miydi acaba?" sorusuna cevap aramak. Bu anlamda filmin finali biraz karamsar doğrusu. Belki 'gerçekçi' demek de mümkün. Kendimize itiraf edemesek de sürekli 'yeni'nin peşinde koşan bir 'tüketim toplumu' içindeki yeni çağın evlilikleri de bu koşturmacadan nasibini alıyor ister istemez...   
Yine de "Tek Aşkım"ı izlerken daha iyi bir film olabilirdi duygusundan pek kopamıyoruz. Daha iyi bir senaryoyla bu meselelere daha derinden dalabilir, hem de daha eğlenceli olabilirdi. Bir ‘Alacakaranlık Kuşağı’ hikayesi gibi yürümeyi tercih etmeyip biraz da romantik komedi kalıplardan ödünç alabilseymiş bir şeyler, daha ilgi çekici olabilirdi. Bu üt bir yapının ustaca yapılmışı "Sil Baştan"ı (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) hatırlayın... 
Ethan ve Sophie arasındaki diyaloglar çok daha canlı olabilecekken biraz renksiz kalıp Ethan ve Sophie’yi de sevimli bir çift olarak sunamıyor film. Ama yine de Sophie’yi oynayan Elizabeth Moss, partneri Mark Duplass’tan bir adım önde bir performans gösteriyor kanımca... 3/5

Tek Aşkım 
The One I Love
Yönetmen: Charlie McDowell
Oyuncular: Mark Duplass, Elisabeth Moss, Ted Danson
91 dakika


18 Nisan 2015 Cumartesi

AL PACINO’YU İZLEMEK

“Dönüm Noktası”, bir erkeğin hayatının sonbaharına, hem Woody Allen’vari bir mizahla hem de hüzünle bakmayı başarıyor...

“Dönüm Noktası”nun yaratıcı kadrosunu Hollywood’un yaşlı kurtları oluşturuyor. 80 yaşının üstündeki emektar senarist Buck Henry (Aşk Mevsimi), “Yağmur Adam”, “Günaydın Vietnam” gibi filmlerinden de tanıdığımız 70’li yaşlarındaki yönetmen Barry Levinson ve haftaya bugün 75. yaşgününü kutlayacak olan büyük aktör Al Pacino... Bu üçlü bir araya gelip yaşlı bir aktörün hayata yeniden tutunma çabalarını anlatan aynı adlı Philip Roth romanını beyazperdeye taşımışlar.
Artık 70’lerine merdiven dayayan Simon Axler’ın sahnede Shakespeare’in “Nasıl Hoşunuza Giderse”sinin yaşlı Dük’ünü oynarken bir anda her şey ona anlamsız gelir ve kendisini sahneden aşağı yere bırakır. Aslında bir nevi “tükenmişlik sendromu” yaşamaya başlar Simon. Mesela artık neyin oyun neyin gerçek olduğunu karıştırır. Hiç rol yapmak istemiyordur... Ne tiyatroda, ne de filmde. Çok dostu ya da akrabası da yoktur... Bir intihar girişiminin ardından kısa bir süre bir rehabilitasyon merkezine yatar sonra da şehir dışındaki evinde inzivaya çekilir. Ama orada da pek yalnız kalamaz. Kocasını öldürmesi için onu kiralamaya çalışan şizofren kadından kurtulmaya çalışırken, çok eski bir arkadaşının kızı Pegeen onu ziyaret eder ve yıllardır ona aşık olduğunu itiraf eder. Simon kendisini düzeltmeye çalışırken bir de genç bir sevgili edinmiştir durup dururken... 
Filmin ritmini kaybettiği yerleri olsa da kimi zaman bir Woody Allen mizahına yaklaşan sahneleri de var. Bu sahneler belki kahkaha attırmıyorlar ama Simon’ın tuhaf bir döngü içerisinde bocalamasını keyifle izliyoruz. Ancak “Dönüm Noktası” içinde komik öğeler barındırsa da bir komedi film değil tam olarak. Simon’ın yaşlanmasının getirdiği performans düşüklüğü, onu hayatının her meşgalesinde sınırlamaya başlıyor. Hafızası, yeteneği ve tabi erkekliğini sınırlayan bir sürecin içindedir sonuçta. Bu gerçekle yüzleşmesinden doğan bir hüznü de var Simon’ın. Yaşlanmanın kaçınılmaz doğası işte.. Filmin "Nasıl Hoşunuza Giderse" ile başlayıp “Kral Lear” ile bitmesi de içten içe bir Shakespeare trajedisi izlediğimiz hissiyatını vermiyor değil. Shakespeare trajedilerinde yaşlı adamlar pişmanlık ve nedamet duygularının temsilcileri olurlar hep... Simon'ın daha güçlü bir senaryoyla anlatılması gereken kendi hayalkırıklıklarının hikayesi aslında "Dönüm Noktası".  
Bazı genç yazarların "Birdman" filminde yaptıkları hata gibi hikayeyi sadece yaşlı ve gözden düşmüş bir oyuncunun bunalımı olarak algılamaları ise gerçekten düşündürücü. Gençliklerine vermek lazım! 
Tabi ki hikayenin hem mizah, hem de hüzün damarlarında ‘efsane’ Al Pacino’nun üst düzey performansı tam olarak karşılık buluyor. Filmi daha da izlenir kılıyor usta aktörün varlığı. 3/5

Dönüm Noktası
Yönetmen: Barry Levinson
Oyuncular: Al Pacino, Greta Gerwig, Dianne Wiest, Charles Grodin, Kyra Sedgwick, Dylan Baker, Dan Hedaya, Li Jun Li 
112 dakika