Eleştirmenin Not Defteri

David Bowie etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
David Bowie etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2016 Cuma

“STARMAN” AİT OLDUĞU YERDE ŞİMDİ

90’lı yıllara çeyrek kalmış; 14-15 yaşında ergensin, kızgınsın, evde-okulda işler çok yolunda değil, öfkelisin ama çekingensin de, ne olmak istediğin konusunda hiçbir fikrin de yok, dünyanın en yalnız insanı sensin sanki, okumak/sinemaya gitmek bir yerden sonra yetmiyor, ne okulda mutlusun, ne evde, ne sokakta... Hani böyle ortada kaldığın bir dönem vardır o ergenlik zamanında, tam oradasın... David Bowie’yle tanışmak için en müsait zaman işte tam da bu zaman olsa gerek... Sonra bir kırılma noktası...
Beyoğlu’nda İstiklal Caddesinin sonunda, bahçe içinde (benim için adeta bir cennet bahçesi olan Narmanlı Han) küçücük bir plakçı dükkanında plaklardan kaset kaydı yapan gözlüklü bir ağabey var, adı Murat. (Yıllar sonra aynı gazetede, ‘Gazetepazar’da o müzik yazıları yazarken ben sinema yazacaktım...) Stüdyo İmge okumaya başlamışım ve ilk okuduğum sayıda sadece “Tonight” ve “Never Let Me Down” albümlerini bilip (en zayıf albümleri de denebilir) birkaç şarkısını sevdiğim David Bowie çıkmış karşıma. Sanırım çeviri bir Bowie yazısıydı okuduğum, soluğu plakçıda almışım. 1970 tarihli “The Man Who Sold The World” ilk kaydettirdiğim albümü oldu.
Kardeşimle paylaştığım küçücük odamda, yatağıma uzandım, kulağımda David Bowie “All The Madmen”i söylüyor. Bowie yıllar sonra intihar edecek olan şizofreni hastası üvey kardeşinin hastanedeki günlerini anlatıyor, sanki onun ağzından. Zaten kıstırılmış hissediyorsun, deliliğin sınırlarında dolaştırıyor seni: “Ben burada kalmayı tercih ederim, bütün delilerle birlikte / Üzgün adamlarla perişan olup, orada burada dolaşıp / Onlarla oynamayı tercih ederim, bütün delilerle birlikte”
Sonra “After All” geliyor... Rock müzikte hiç duymadığın vals dokunuşları ve panayır müziğinden esintiler var içinde: Kulağıma fısıldıyor şunları: “Bazı insanlar birlikte yürürler / ve bazıları yalnız ve sessizdirler / Bazıları koşarlar, küçük olanlar emekler / Ama bazıları sessizce oturur, onlar yaşlı çocuklardır, bu kadardır en nihayetinde..” Bana söylüyor sanki, sadece bana... “İnsanoğlu bir ‘engel’dir, palyaço kadar hüzünlü / Öyleyse hiçliğe tutun, o seni hiç bırakmaz”... “The Man Who Sold The World”de de tamamlıyor insanoğlunun hiçliğini: “Yalnız ölmeliydik / uzun, çok uzun zaman önce”.. Bunlar nasıl sözler? Bu nasıl bir müzik? Nasıl bir melankoli insanı sarıp sarmalayan... ‘Ben daha doğmamışken, 1970’de beni yakalamış bu adam’ hissiyatı, bir dostla kavuşmak sanki... Sonraki haftalar bütün harçlıklar Bowie plaklarından kaydedilmiş Bowie kasetlerine gitti. Hepsi defalarca dinlendi. Şarkılar ezberlendi. Röportajları okundu, onun işaret ettiği kitaplar, şarkılar, filmler bulundu. David Bowie ruhumu iyileştirdi, sakinleştirdi.
Dünyanın bir sahne olduğunu, hayatların birer film olduğunu, hepimizin de bu filmlerdeki birer oyuncu olduğumuzu şarkılarında bu kadar çok söyleyip de, bir bukalemun gibi sürekli değişen, karakterler yaratan bu komple sanatçı nasıl olur da benim neredeyse 30 yıl, onu en başından dinleyenlerin 50 yıllık bir zamandır kalbine dokunabildi? Bu kadar oyunculuğun, hikayenin içinde nasıl bu kadar ‘hakiki’ kalabildi? O farklı sesiyle, daha ingilizceye o kadar da hakim olmadan, o kadar şaşkın, o kadar tecrübesiz, yalnız ve mutsuz bir çocuğun kulağına ‘korkma yanındayım, cesur ol’ diyen bir adamdı bu adam. İnsana babası yapmıyor bu zamanda böyle bir şeyi neredeyse...
Sonraları Bowie neden uzay imgesiyle bu kadar uğraşıyor diye çok düşündüm onu dinledikçe. “Space Oddity” ile başlayan kendisini uzaya bırakan astronot Major (Binbaşı) Tom’un hikayesini “Ashes to Ashes”ta sürdürür. Dünyaya düşen bir uzaylının, Ziggy Stardust’ın sonu hazin hikayesini bir sene içinde bitirir ama Bowie’nin yıldızlararası yolculuğu kariyeri boyunca devam eder. “Starman”, “Fantastic Voyage”, “Dünyaya Düşen Adam” (The Man Who Fell The Earth) sinema filmi (sanki uyarlandığı romanı Walter Tewis onun için yazmış!), “Hello Spaceboy” ve sonunda da 2016’da “Blackstar” ile büyük uzay yolculuğunu tamamladı. Aslında meselesi, insanın içindeki uzaydı. Bizi içimizdeki uzayla tanıştırdı. Onu iyi dinleyenleri içlerindeki gizli kuytularını keşfetmeye çıkarttı.
Avrupalı dinleyecileri ise buna ek olarak Bowie’nin aynen vaadettiği gibi bir eğlenceli yolculuk yaşamıştı. Bizim gibi ülkelerde Bowie hayranlığının içinde bu kafası dumanlı eğlencenin, ‘glam rock’ın renkli dünyasının, Berlin barlarındaki gibi kalabalık eğlencelerin filan yeri pek azdır. Bizim gazeteler Bowie ile ilgili haberlerde kendisine “hötöröf” diye hitap etmektedirler hatta! Yani kibarca ‘ibne’! Bowie’nin Ziggy Stardust’ından haberleri yoktu, zaten olsa da büyüklerimizin prim vereceği bir şey değildi böyle şeyler... Anca görüntüsüne bakıp ‘ne kadın ne erkek olması’yla dalga geçilirdi.
Oysa o dünyadaki bu keşmekeşten sıkılmış, Mars’ta hayat olup olmadığını merak eden fare saçlı kızları (Life on Mars), dünyaya gelmenin büyük talihsizlik olduğunu düşünen, hep aynı arabayla kaza yapan oğlanları (Always Crashing In The Same Car) teselli eder. Bazen kendini bir uzaylı gibi hissetmenin şiirini yazar... Yalnızlığın müziğini besteler. Şarkıları kafanızda canlandırabileceğiniz dramatik imgelerle doludur.
Fantastic Voyage”da usulca şunu söyler Bowie: “Başkalarının depresyonuyla yaşamayı öğreniyoruz / Ve ben başkalarının depresyonuyla yaşamak istemiyorum”, giderek bir çığlığa dönüşen “Heroes”u dinlerken başkalarının depresyonundan bir gün kurtulacağımıza inandık fare saçlı kızlar ve hep aynı arabada kaza yapan oğlanlar olarak.
Tuhaf bir şekilde, kendisinin içinde başka ‘ben’ler taşıyıp bunlarla ne yapacağını bilemeyenlere binlerce kilometre öteden ulaşmayı başaran sanatçılardan biriydi Bowie. Bunu sadece şarkı sözleriyle değil, rock müziğe çok bağımlı kalmadan yaptığı bestelerle de gösterdi. Melankoli duygusunu sadece bildiğimiz, alıştığımız melodik yapılarda değil o yapıların arasında kalan ‘boşluk’larda da deneysel karışımlar yaparak yakaladı. Cazla, elektronik müzikle, ‘drum n bass’la, funk’la doldurdu. İnterneti en verimli kullanan oydu, tuhaf bir video oyununa müzik ve seslendirme yaptı (Omikron), çok istediği gibi bir sonuca ulaşamasa da bir rock grubu kurdu (Tin Machine), çocuklar için “Peter And The Wolf”u seslendirdiği bir plak bile yaptı... Sayısız müzisyene, yazara, şaire ve filme ilham oldu.
Ne zaman bir filmde rastlasam bir şarkısına, bir sırrım açığa çıkmış gibi olurum hâlâ yıllardır. Nasıl da yakışır bazı filmlere Bowie... Mesela “Space Oddity”, “Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı”nda hayal ettiği başka bir hayata son anda cesaretle atlamaya karar veren Walter’a eşlik eder (şu sahnede). “Seven”ı “Heart’s Filthy Lesson” ile “Amerikan Sapığı”nı da “Something In TheAir” ile kapatırız. Bu tekinsiz şarkılar iki filmin de hastalıklı hücrelerini deşifre ederek salondan ayrılmamızı sağlar. Dünyası Bowie’ye en yakın olan yönetmenler listesinin belki de başında olan David Lynch’in “Ateşle Benimle Yürür”ünde (Fire Walk With Me) iki dünya arasında kalmış bir ajan rolünde küçücük de olsa görünür ama esas Lynch’in “Kayıp Otoban”ına (Lost Highway) “I’m Deranged” ile müthiş bir karizma katar... “Francis Ha” ile sokaklarda “Modern Love” ile koşarız (bu sahnede), “Marslı”nın (The Martian) yalnız astronotuyla “Starman” eşliğinde süzülürüz Mars gezegeninde...
Sinemada da epey filmi vardır ama perdede en çok da “Dünyaya Düşen Adam” (The Man Who Fell The Earth), “İyi Noeller Mr. Lawrence” (Merry Christmas Mr. Lawrence), “Labirent” (The Labyrinth) ve “Açlık”taki (The Hunger) performanslarıyla hatırlanır...
David Bowie’nin öldüğü gün saatlerce ağladım... Michael Jackson’da da üzülmüş, bir parça ağlamıştım, ama klişe ifadeyle ‘çocukluğumdan bir parça daha gitti’ üzüntüsüydü o. Bowie’nin gidişinde hıçkıra hıçkıra ağlamamın sebebi onsuz günlerime geri dönme, yalnız kalma korkusuydu belki de. Ama şimdi elimde bir tomar CD, bir sürü kitap, filmler ve beraber onun müziklerini dinleyip kliplerini izlediğim bir oğlum var.
Bir sene önceden bildiği ölümüne hazırlık yaparken “Blackstar” ve “Lazarus” gibi son derece anlamlı sözler ve kliplerle donattığı 7 şarkılık bir albümle veda etti bize. Bana. Ruhumu temize çeken, beni sakinleştiren, bütün bu hoyratlığın ortasında insan olmayı çekilir kılan kahramanlarımdan biri olan David Bowie... Sana çok teşekkür ederim dostum, kendi Major Tom’umla beni barıştırdığın için... Ve teşekkürler son şarkında “Buraya yukarı bak, ben cennetteyim” diyorsun ya sakince, hâlâ teselli ediyorsun beni artık ait olduğun gökyüzünden...       



24 Aralık 2012 Pazartesi

GÜZEL BAŞLANGIÇLAR - 1


Jenerik deyip de geçmemek lazım, bazı filmlerin açılış jenerikleri o kadar güzel yapılıyor ve filmlerle o kadar iyi bütünleniyor ki; filmin dışında da tek başına bir değer olarak kabul görebiliyorlar... Sadece jenerikler için yapılan siteler var mesela.. Bazılarını fırsat buldukça "Dolu Hayat"ta bir araya getirmek istiyorum... Hatta arasıra hepsini topluca bir arada tekrar tekrar izlemek için bile bunu yapabilirim... Ama meraklıları için de güzel bir seçki hazırlamış olacağım diye düşünüyorum... 
Şimdilik 6 tanesiyle başlıyorum, devamı gelecek... 

KAYIP OTOBAN / Lost Highway
David Bowie'nin "Outside" albümünün en karanlık şarkısı "I'm Deranged", David Lynch'in muhteşem psikolojik gerilim filmi "Lost Highway"in açılışını yapar... Karanlıkta yolu son derece kısıtlı bir şekilde aydınlatan bir çift far, karanlık bir beyinin içinde yapılan tekinsiz bir yolculuk gibidir...  

DÜŞÜŞ / The Fall
Tarsem Singh'in şairane filmi "Düşüş"ün açılışı siyah beyaz, ağır çekim görüntülerden oluşur ve Beethoven'ın "7. Senfonisi"nin 'allegretto'suyla tamamlanır. Filmin hikayesinin en başlangıcını müthiş bir görsel şölenle sunar...

 YEDİ / SE7EN
David Fincher'ın filmlerinin jenerikleri hikayelerinin atmosferi ve temasıyla bütünlük sağlar. Her seferinde de özel bir ihtimamla hazırlanırlar. "Se7en", psikopat bir beynin içinde dolaşan bu jenerikle açılır. Jeneriğin mimarı ise konunun uzmanlarından Kyle Cooper...

CASINO ROYALE
James Bond'un Daniel Craig'li geri dönüşünün ilk filmi, bence bu son üç Bond filminin hâlâ en iyisi... Chris Cornell'in şarkısının eşlik ettiği jenerik, filmin kumarhane temasını sürdüren bir mantıkla hazırlanmış. Eski Bond filmleri gibi sadece erotizme sırtını dayamamış...  
 
EJDERHA DÖVMELİ KIZ / The Girl With The Dragon Tattoo
David Fincher'ın uyarlaması ilk uyarlamasından daha iyi değildi ama jeneriğe laf yok! Led Zeppelin'in anarşist şarkısı "The Immigrant Song"un Trent Reznor cover'ı bu 'metalik kabus' klibine yakışmış ve bizi tehlikeli, karanlık bir hikayeye hazırlamıştı...   

SIKIYSA YAKALA / Catch Me If You Can
Steven Spielberg'in filmi, bütün hikayeyi özetleyen bir animasyonla açılıyordu. Ama animasyondaki retro bakış, 1960'ların bazı Hollywood filmlerinin açılışlarını andırıyordu. John Williams'ın caz tınılarıyla süslediği müziği ile uyumlu, filmin kimyasına çok uygun alaycı bir kısa filmdi adeta... 

24 Kasım 2012 Cumartesi

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 3



Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... 

1. Wanda Adında Bir Balık / A Fish Called Wanda

Komedi tarihinin en iyi skeçlerine ve filmlerinden bazılarına imza atan Monty Python ekibinden iki kişi; John Cleese ve Michael Palin’in varlığı “Wanda Adında Bir Balık”ı belki bir “Holy Grail” ya da “Life of Brian” seviyesinde kült haline getirmiyor. Nitekim o filmler içerdikleri müthiş zeki mizahıyla, tabularla ustaca oynayarak cesur söylemler geliştirmişti. Ama bu son derece dinamik senaryosuyla ve müthiş oyuncu performanslarıyla dikkat çeken, bir ‘insan insanın kurdudur’ hikayesini bir an bile sekteye uğratmadan anlatan “Wanda Adında Bir Balık”, zihinlerde her daim taze kalabilen bir filmdir.
Londra’da gerçekleştirilen bir mücevher soygununda ortaklar soygun sonrası birbirlerini haklama yarışı içine girerler. Ekibin lideri son anda polise yakalanınca işin içine bir de mahkeme faslı girer. Onu savunmak da İngiltere’nin en meşhur avukatlarından, saygın bir aile babası, aristokrat Archie Leach’e kalır. Oysa canhıraş bir şekilde ‘ganimet’i bulmaya çalışan Wanda (Jamie Lee Curtis) ve asabi sevgilisi Otto (Kevin Kline) Archie’nin hayatını hem çok zorlaştıracak hem de çok renklendirecektir... Ha, bu arada bir de kekeme Ken’in (Machael Palin) endişe verici suikast denemeleri vardır!
John Cleese’in yazdığı senaryo boş bir komik soygun hikayesi değil kuşkusuz. Bir defa ‘İngiliz olmak’ konusunda ciddi eleştiriler savuruyor. Ama bunu yaparken karşısına ilk başta sanıldığı gibi ‘Amerikalı olmak’ı koymuyor. Onu da yerden yere vuruyor. Kendi canlandırdığı Archie karakterinin esaret/aristokrat hayatından kaçıp özgürleşme çabası filmin tam merkezini oluşturuyor aslında.
Film İngiltere ve ABD’de çok beğenilmiş, hatta 3 dalda (Yönetmen, Senaryo, yardımcı Erkek Oyuncu) Oscar’a aday gösterilmişti. Kevin Kline muhteşem performansıyla bu ödülü hak etmeyi bilmişti. 
Tiglon etiketli DVD mağazalarda bulunabiliyor...


2. Siyah Orfe / Orfeo Negro
Orpheus oldukça iyi bilinen bir efsanedir. Yunan mitolojisine göre, Orpheus, çok yetenekli bir ozan ve müzisyendi. Şarkıları ve kibiri, dikkatini karısı Eurydice'den uzaklaştırmasına neden oldu. Ve ölüm karısını ondan alıp götürdü. O da aşağı, ölüler diyarına inip, dünyaya Eurydice ile beraber dönme iznini almak için cazibesini kullandı. Bir şartla kendisine izin verildi; asla karısına bakmayacaktı, sadece onun sesini duymakla yetinmesi gerekiyordu. Ama Orpheus bununla yetinmedi, onu görmek ve ona sarılmak da istedi. Bunun üzerine tanrılar Eurydice’i ondan aldılar.
Fransız sinemacı Jean Cocteau 1949’da zamanının hayli önünde, enteresan efektler denediği filmi “Orphée”de başkahramanı ‘şair’ Orfe’yi ve Ölüm Meleği’ni birbirine aşık eder. Sonra Orfe ortadan kaybolan karısını ihmal ettiğini anlayıp ‘araf’tan geçerek ölüm diyarına gider ve onu alıp tekrar yaşayanların arasına getirir.
1959’da yine bir Fransız yönetmen Marcel Camus ise henüz ikinci filmi olan “Siyah Orfe” (Orfeu Negro) ile Altın Küre ve Akademi Ödülleri’nde ‘Yabancı Film’ ödüllerini kazanmanın yanısıra Cannes’dan da Altın Palmiye’yi alarak üçte üç yapmıştı. Camus adı üstünde bu kez siyahi bir Orfe’nin bildik hikayesini bu defa Brezilya’ya, Rio Karnavalı ortamına taşımıştı.
Camus karnavala bir gün kala nişanlanan yakışıklı tramvay kondüktörü Orfe ile, kendisine musallat olan yabancı bir adamdan korktuğu için köyünden kaçan taşralı Eurydice’in yolunu kesiştirir. Eurydice’in peşindeki adam maskelidir ve karnavalda pek çok kişi maskeli olduğu için kalabalıklara çabucak kaynar. Bu esrarengiz maskeli takipçi aslında “ölüm”ün ta kendisidir… 
Yakışıklı, güleryüzlü, güneşin her sabah doğmasına sebep olacak kadar güzel sesi ve yeteneği olan müzisyen Orfe kendisine göz açtırmayan ve her daim kanı kaynayan nişanlısı Mira’ya rağmen, beyazlar içerisinde bir melek gibi karşısına çıkan Eurydice’ye aşık olur. Üstelik aşkına da çabucak karşılık bulur. Eurydice hüzünlü duruşundan kurtulur ve şehirdeki genel havaya uyup dansetmeye başlar.
Filmin başından beri durmayan ve bir süre tüm sahnelere eşlik eden müzik, görünen neredeyse tüm yan karakterler ve figürasyonun dans ediyor oluşu filmi yer yer müzikal havasına soksa da (Brezilyalılar bütün gün hep dansettiklerini düşündürdüğü için bu sahnelere tepki göstermişler zamanında) bunun bir amacı olduğunu Eurydice’nin trajik sonu geldiğinde anlıyorsunuz…
Bitmeyen bir şenlik gibi süregiden hayat, bir trajediyle birlikte bir kabusa dönüşüveriyor çünkü. Filmin başından beri durmayan müzik kesiliveriyor ya da çok uzaklardan belli belirsiz duyuluyor. Görüntülerin mantığı da değişiyor. Kimi sahnelerde kırmızı ışıklar belirginleşiyor, karanlık hakim oluyor. Orfe, Eurydice’yi bulabilmek için şenliğin karanlık yüzüne dalmak zorunda kalıyor.  
Mitoloji ile yoğun ilişkisi olan filmler zaten çok zengin okumalara müsait olurlar. Camus’nün filmi de çözmesi zevkli bir film. Tabi filmin özellikle ilk yarım saatinde resmen kulaklarınıza akın akın gelen ve hiç durmayan samba müzikler sizi çok rahatsız etmezse.
Filmin As Sanat’tan çıkan DVD’si bulunabiliyor...  

3. İki Dil Bir Bavul
Denizli’den Urfa-Siverek’in Demirci Köyü’ne gelen şehirli genç öğretmen Emre Aydın’ın yaşadıkları kurgusal bir hikaye eşliğinde de anlatılabilirdi aslında. Ancak o zaman film, yapmayı amaçladığı şeyi (yani durum tespitini) belki daha etkileyici ama biraz  da sahtekarca yapmış olacaktı.
Neredeyse tek kelime Türkçe bilmeyen küçücük kürt çocuklarına ilköğretim eğitimi vermeye çalışan Emre’nin zaman zaman sabrının taşıp, sesinin ayarının kaçması önlenecekti mesela. Robin Williams'ı hatırlatan ya da Şener Şen gibi ‘şeker’ bir öğretmen olacaktı Emre’nin yerinde. Herşey daha hesaplı kitaplı yapılacaktı. Seyrettikten sonra da herkes evlerine dağılacak ve ‘güzel bir film izlemiş olma’ hissinden öte kazanılan bir şey olmayacaktı.   
Oysa bu haliyle “İki Dil Bir Bavul”un yönetmenleri kameralarıyla birlikte köyün içine saklanmayı amaçlıyorlar. 75 günlük çekim süresi de bu yüzden. Normal bir filmin dört haftada bitirildiğini düşünürsek ekibin kendilerini ve kamerayı köy ahalisine unutturmalarının ne kadar güç gerçekleştiğini de anlayabiliyoruz.
Eğitimsizlik yüzünden tahrik ettirilen, devlet tarafından da sahiplenilmeyen ‘taş atan çocuklar’dan ibaret değil kürt çocukları. İçlerinde okumak isteyen, ailelerinin okumalarını istedikleri gül gibi çocuklar var. Zülküf’ler var, Rojda’lar var... Ve işin enteresan tarafı, bu gül gibi çocuklar anladıkları dilde eğitim alamıyorlar. Yabancı bir ülkede yaşıyormuş gibi önce onlar için ‘yabancı bir dil’i öğrenmek zorunda kalıyorlar. 2010 yılının Türkiye’sinde yaşanan soruna bakın! Sadece Türkiye’ye has bir sorun olmasa da çözümünün yıllar önce düşünülüp temellerinin çoktan atılmış olması lazımdı. Aslında sorunun çözümü de basit de birtakım kafalar bunu yıllarca görmezden geliyorlar. Zaten eğitim sistemimizin de neresi doğru ki kürt çocuklarının eğitimine sıra gelsin... "Şu öğrenciler olmasa Milli Eğitim Bakanlığı çok kolay idare edilirdi" diyen Milli Eğitim Bakanı gördü bu ülke!   
Bir de Demirci Köyü’nde yokluk içinde yaşanan hayatlar var ama ‘yokluğun’ altı hiç çizilmiyor filmde. Zaten orada yaşayanlar da yoksulluğu ya da yokluğu pek o kadar dert etmiyorlar. Dolayısıyla film bir tuzaktan daha yırtıyor bu şekilde... Batılıların doğu deyince ilk aklına gelen o meşhur ‘vurgu’yu, yoksulluk edebiyatını yapmıyor.  
Bir yandan bakınca kusursuz bir film de değil aslında. Bunun nedeni ‘zaman zaman belgeselmiş gibi rol yapıyor’ diye düşünmemizi sağlayan kimi sahneleri... Özellikle de öğretmen Emre’nin annesiyle yaptığı telefon konuşmaları. Bunlar seyirci duysun diye yapılmış konuşmalar olduğu için ‘doğallık’ hissini biraz olsun zedeliyor. Bunun dışında filme başka bir kusur bulmak zor. 
Filmin Kanal D'den çıkan DVD'si güç de olsa bulunabiliyor... 
 
4. Barbara
Soğuk savaşın dört nala sürdüğü yıllarda, Doğu-Batı Almanya dekorunda geçen hikayelere hasret kalmıştık gerçekten de... 1980’lerin Doğu Almanya’sında biraz gergin ama kısık ateşte pişen bir hikayesi var “Barbara”nın.
Otorite tarafından ‘fişlenmiş’ ve sonunda taşrada bir kasabaya doktor olarak ‘yollanmış’ Barbara kasabaya gelir gelmez daha en baştan bütün planını Batı’ya kaçmak üzerine kurmaya başlar. Kendisini izole edilmiş hisseden Barbara, kasabanın yerel kliniğinde etliye sütlüye bulaşmadan vakit geçirip, kendisini düzenli aralıklarla kontrol eden devlet yetkililerininin aşağılayıcı tavırlarına sabrederek kaçışını sağlayacak ‘Batılı’ yatak arkadaşının işaretini bekleyerek gün saymaktadır adeta... Ama kısa bir süre sonra klinikte çalışan meslektaşı Andre’nin samimi ilgisi ve onun tıbbi bilgisine ihtiyaç duyan iki hastası sayesinde bir ikileme düşer. “Barbara” tam da bu ikilemin filmi işte: yıllardır özlemini kurduğun başka bir hayata doğru ‘kaçmak’ mı; ya da içinde bulunduğun hayatın belki de yeni keşfettiğin değerlerine sahip çıkarak ‘kalmak’ mı?    
Barbara’nın, otoriter bir düzen içinde de olsa kendi mutluluğunu yaptığı işin sorumluluğu ve  küçük yaşam zevkleriyle bulan Andre’nin samimi ilgisine kendisini yavaşça bırakması (hatta bir süre direnmesi) yönetmen Petzold’un hiç de zorlanmadan, ustalıkla atlatabildiği bir tuzak. Petzold’un kamerası olayların tahmin edilebilir bir noktaya gelmiş olduğu zamanlarda bile serinkanlılığını bozmuyor ve kahramanlarının psikolojilerinden en ufak bir uzaklaşma eğilimi göstermiyor. Barbara’nın özgürlük arayışını aslında güvenilir bir adam (ya da insan) olarak açıklayan finaline kadar yavaş bir tempoyla ilerleyen film en çok da Nina Hoss’un inandırcı performansından güç alıyor. Andre rolündeki Ronald Zehrfeld de samimiyetiyle seyircide haklı bir sempati duygusu yaratmayı başarıyor...  Filmin DVD’si bir ay önce Tiglon’dan çıktı...

5. Labirent – Labyrinth
Hâlâ her rastladığımızda kolayca gözümüzün takılabileceği “The Muppet Show”un yaratıcısı Jim Henson sinemalarda Muppet’lardan bağımsız olarak iki film yaptı. 1986 yapımı bu filminde Henson, Hollandalı grafik sanatçısı M. C. Escher’in Relativity (Görecelik) adlı eserinden büyük ölçüde ilham aldığı fantastik bir hikaye anlatır. Yerçekim kurallarının olmadığı, merdivenlerle, kapı ve pencerelerle dolu paradoksal ve yüzeysel bir bütünlüğün olmadığı bir mekanın tarifini yapan bu eserden büyük ölçüde yararlanan “Labirent”in öyküsü aslında “Alice Harikalar Diyarında”yı ve hatta “Oz Büyücüsü”nü fazlasıyla hatırlatmaktadır. Aşağı yukarı her çocuk masalı gibi büyülü bir yolculuğa çıkan ve Cinler kralı Jareth (David Bowie’den uygunu olamazdı) tarafından kaçırılan küçük kardeşini arayan Sarah adlı genç kızın (gencecik ve pırıl pırıl Jennifer Connelly), yolculuk sonunda hayata dair bir şeyler öğrenmesiyle de sonuçlanır. 
Escher’in “Görecelik” tablosunu daha filmin en başında Sarah’nın odasının duvarına yerleştiren Henson, film boyunca bu grafikten yola çıkarak labirent kavramını fantastik dokunuşlar eşliğinde sıkça kullanır. Sarah kapı gibi görünmeyen kapılardan geçer, iyi gibi görünen kimi kılavuzlardan kötülük görür, çok çirkin ve korkutucu bir karakterden de iyilik gördüğü gibi… Üstelik final sahneleri tam da Escher’in tablosundaki gibi bir merdiven topluluğu içinde geçer. David Bowie’nin Arif Mardin’le çalıştığı şarkıları da bu rüya gibi filme eşlik etmekte. Özellikle de “As The World Falls On” Bowie’nin diskografisi içinde sevilen bir aşk şarkısıdır...


12 Aralık 2011 Pazartesi

“YENİ HAYAT”IN PEŞİNDE

 
Acaba hayatımız bir trendir de, biz bazı istasyonlarda durup da bir yolcu aldığımızda birşeyler gerçekten değişiyor mu?
"...Oysa tren kompartımanları iğrenç kokar. Ama bir süre sonra kokuya alışmaya başlarsın. En kötüsü de nedir biliyor musun? Yolun uzun olduğunu bilirsin. Çok uzundur.
Ne hikmetse bizde Amerikalılar adıyla oynayan Glengary Glen Ross'da Al Pacino ağzı laf yapan bir emlakçıdır ve kafalamaya çalıştığı müşterisine böyle bir hayat tanımı yapar. Sadri Alışık ise Şakayla Karışık filminde hayatı başka bir şeye benzetiyor: “Hayat da bir futbol oyunu değil mi be! Biz oyuncularıyız işte bu oyunun. Ortadaki top da gururumuz, şerefimiz değil mi? 
Bir de hayat filmlerden öğrenilmez derler. Oysa her film bize değişik hayatlar göstermez mi? Bu filmlerde tanıdık birtakım hayatlara ya da özlemle beklenen “yeni hayat”lara rastlamaz mıyız hiç?

Hayatından memnun olmayanlarımızın ya da memnun olup da yine de başka bir hayatı yaşama isteğini içinde duyanlarımızın hayatıdır bu “yeni hayat”. Tıpkı cennet ve cehennemin gerçekte olup olmadığı kadar muğlaktır yeni hayatın da varlığı. Oysa bu meseleye Gerard Depardieu güzel bir anlam katmıştı daha önce bir filmde: “Cennet de cehennem de dünyevi olabilir. Onları gittiğimiz her yere götürürüz.”(1492 Cennetin Keşfi). Ama yeni hayat için pek kafa yorulmuyor genellikle. Neler tartışılabilir oysa: Acaba herkese yetecek kadar yeni hayat var mıdır bu dünyada? Herkesin “yeni hayat”ı farklı mıdır? İlla aşık olunca mı ‘yeni bir hayat’a başlarız? Dante’nin Beatrice’e aşık olması gibi...

Peki eski hayattan ne haber ?
Yeni olan bir hayattan bahsedildiğine göre eski bir hayatın da varlığı sözkonusu değil midir? O zaman bu ‘eski hayat’ da nedir?

denizlerimiz var, güneş içinde
ağaçlarımız var, yaprak içinde
sabah akşam gider gider geliriz
denizlerimizle ağaçlarımız arasında
yokluk içinde.


Varlık içinde yokluk çektiğimiz, otomatiğe bağlayarak yaşadığımız bu hayatı tarif etmiş bu şiirinde acaba Orhan Veli?
Gülmek, sevinmek; ağlamak, üzülmek; bakmak, görmek ve dokunmak... “Hayat böyle anlardan ibarettir. Kimimiz daha hayatının başındadır. Kimimizse sonuna yaklaşmıştır. Ne olursa olsun en önemli şey yaşadığımız anlardır. Hastalanmak mı ?İflas etmek mi? Ölmek mi? Ya da sevdiğin birini kaybetmek mi? Bunlar herkesin başına gelen şeylerdir. Hayatın birer parçasıdır. Bunu bildiğimiz halde biz neden üzülüyoruz ?”(yine Al Pacino, yine Glengary Glen Ross)
Belki Al Pacino da bir eski hayat tanımı yapıyordur bu sözleriyle. Yaşanarak değil, kaygılanarak eskitilen bir hayat!
Neden yeni bir hayatın peşındeyizdir çoğu zaman? Eski olduğuna inandığımız hayat neden eskimiştir ki? Kimse için kolay değildir ki hayat... Peki yine de nedir bu isyan?
Aslında David Bowie’nin de bir şarkısında dediği gibi “Biz başkalarının depresyonlarıyla yaşamayı öğreniyoruz. Ama ben başkalarının depresyonuyla yaşamak istemiyorum.”(Fantastic Voyage). Çünkü bir insan birisiyle yaşlanmalıdır gerçekte. Birisi yüzünden değil….
Oysa öyle değil midir bu ülkede genelikle? Karımız, çocuğumuz, annemiz, babamız için yaşamıyor muyuz çoğu zaman? Neden hep takdir edilmeyi bekliyoruz ya da neden hep sevilmek, beğenilmek ihtiyacı duyarız? Çünkü zaman geçip giderken bizim yaptığımız tek şey birilerine birşeyler kanıtlamaya çalışmak. Karımıza veya sevgilimize onu sevdiğimizi kanıtlamak, patronumuza iyi bir çalışan olduğumuzu kanıtlamak, anne ve babamıza da iyi evlat olduğumuzu kanıtlamak. “Başkaları için yaşamaktır kimilerinin kaderi.” (Hülya Koçyiğit, Düğün)
Niye böyle şeylere muhtacız ve kim bizi bunların mecburiyetinden kurtaracak? Grace Kelly, Arka Pencere’de (Rear Window) “Bir erkeğin başı derde girdi mi onu sadece bir kadın kurtarır” demişti. Kim? Kadınlar mı bizi kurtaracak? Ama bakın Charles Bukowski ne diyor bu konuda ?
Kadınlar... giysilerinin rengi, konuşma tarzları, bazılarının yüzündeki acımasızlık ifadesi yada saf neredeyse büyüleyici kadınsı güzellik daima etkilemiştir beni. Bizden üstünlükleri vardır: Her şeyi daha iyi planlarlar ve organize ederler. Erkekler bir futbol maçı izler, bira içer ya da bowling oynarken; kadınlar bizi düşünüyorlar. Bizi kabul edip etmeme, atıp atmama, öldürüp öldürmeme, ya da sadece terkedip terketmeme konusunda enine boyuna düşünüp karar veriyorlardır. Sonu pek önemli değil, ne yaparlarsa yapsınlar sonunda biz yalnız kalıp kafayı yiyoruz.
Bazen bazılarımız için kadınlar bir yeni hayatın anahtarıdırlar, doğru. Nitekim Kadın Kokusu'nda (Scent of a Woman) Al Pacino’ nun da dediği gibi: “Beni bunca sene ne ayakta tuttu biliyor musun? Sadece bir günün olabileceğini düşünmek. Bir sabah uyanıp o kadının hâlâ yanımda olduğunu bilmek. Onun kokusunu hissetmek...
Ama burası dünyanın doğusu. Bizim kadınlar atmaca gibidirler.” (Kadir İnanır, Med Cezir Manzaraları)

Çıkış var mı peki ?
Yoksa yalnızlık mı bizi ‘eski hayat’tan kurtulma isteğimize iyi gelecek olan şey? Bazılarımızın başvurduğu en kolay yoldur bu. Özlenen bu yeni hayatı kendi içinde aramak. Dışardaki hayatla pek ilgilenmemek. Ama yalnızlığın iki mevsimi vardır. Yaz mevsimi iyidir yalnızlığın. Rahatsınızdır ve dünya sanki sizindir. Fakat “Yalnızlığımızın kışı çok sert geçer. Ne bir yaprak, ne bir ses...”(Robert Redford, Three Days of Condor)
Böyle yalnız durumlarda oturup şunu sorarız kendimize bazen, diğer mutlu insanlara bakaraktan: Niye “bazıları yerden alır elmayı, bazıları dalından koparır”? (Kadir İnanır, Bir Yudum Sevgi).
Ya da teslim olup da birkaç güzel gün aşkına eski hayatla yeniden uyuşmalı mıyız acaba? Eski hayatı yeniden yaşanabilir yapabilir miyiz alabildiğine? Yoksa “dünya böyle deyip yürüyeceksin ve hiç arkana bakmayacaksın” mı? (İlyas Salman, Sarı Mersedes)
Ya da eski hayatın yine de giderek özlenen eski güzel günlerine ağıtlar yakıp kafamızı bir yerlere mi vuracağız hep?
neydi aydınlığa rağmen parlayan?
artık hiçbirşeyi geri getiremeyiz.
ne otlardaki o parıltıyı
ne çiçeklerdeki o gösteriyi
yas tutamayız artık
elimizde kalanlarla yetinmeliyiz.” (Natalie Wood, Splendor in the Grass)

Belki de boşu boşuna bir hayalin peşinden koşmuşuzdur biz yeni bir hayat isteyenler. “Yeni hayat” yoktur aslında. Sadece bir hayat vardır gerçekte ve biz de onu yaşayarak eskitmekteyizdir günbe gün.
Belki de o eski şarkıda da dendiği gibi; "bu yüzden her gece ben, her gece üzülmüşüm... O yüzden her gece ben aşkın diline düşmüşüm..."

Not: Bu yazı 1997’de Yeni Yüzyıl gazetesinin Café Pazar ilavesinde yayınlanmış olan yazının kısaltılmış halidir…