Eleştirmenin Not Defteri

#Gereğinden Az Tavsiye Edilen 5 Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#Gereğinden Az Tavsiye Edilen 5 Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Şubat 2013 Perşembe

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 6

Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... Herbiri de farklı lezzetler barındırmakta... 

1. Rüya Kızlar / Dreamgirls


“Rüya Kızlar”ı sevmeyenler tek bir sebep ileri sürebilirler: Çok fazla müzik var. Ne de olsa  bir Broadway müzikalinden uyarlanmış. Bir dönem müzikal oyunların çok tutulduğu, müzikal ya da müzikli filmlerin gişe rekorları kırdığı ülkemizde artık müzikallere karşı duyulan ilgisizlik ve sevgisizlik ilginç doğrusu. 
Sahne sanatlarını konu alan her başarılı müzikal/filmde olduğu gibi “Rüya Kızlar”ın da ana meselesi ‘kibir’ aslında. Ana karakterlerinin hepsi insanlığın en büyük zaaflarından biri olan ‘kibir’den nasipleniyorlar. Hepsi de sonra da derslerini bir bir alıyorlar.
1950’lerde şöhretinin zirvesinde olan şarkıcı James Early’nin (Eddie Murphy) arkasında vokal yaparak müzik dünyasına adım atan üç genç şarkıcı Deena, Effie ve Lorell’in yıllara yayılan müzikal öyküsü bu. Çıkış noktası efsanevi Diana Ross’un The Supremes adlı grubunun gerçek hikayesi aslında. Ama ima edilse de o hikayenin anlatıldığı söylenmiyor ne müzikalde ne de bu filmde. Film, Amerikan müzik endüstrisinin acımasız dünyasının etkili bir profilini çıkarmakla kalmayıp son derece zengin bir karakter galerisi ve soul müzik sevenler için de tam bir müzik şöleni sunuyor. 
“Rüya Kızlar”da Eddie Murphy’nin kariyerindeki en iyi performansına da şahit oluyoruz. Oyuncu filmdeki şarkıları kendi sesiyle seslendiriyor. Tüm kariyerinin –şarkıcılık dahil- en başarılı performansına ev sahipliği yapıyor film. “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” Oscar’ını “Little Miss Sunshine”daki küçücük rolüyle Alan Alda’ya kaptırması bence tam bir sürpriz ve hatta haksızlık. Beyoncé de kliplerinde görmeye alıştığımız Beyoncé değil filmde. Kendisinden beklenmeyen, aksamayan bir performans seyrediyoruz. Üstelik güzelliğiyle de göründüğü sahnelerde ışıl ışıl parlıyor. Ama bizim ‘popstar’ yarışmasına kaynaklık eden ‘Amerikan Idol’ yarışmasının finalistlerinden Jennifer Hudson, Effie rolünde güçlü sesiyle resmen büyülüyor, ortalığı kasıp kavuruyor. “Rüya Kızlar” eğer müzikallere karşı özel bir antipatiniz yoksa kaçırmamanız gereken bir ses ve görüntü şöleni… Filmin Tiglon'dan çıkan DVD'si kolayca bulunabilmekte...

2. Adı Vasfiye


“Konu yok. Yazacak bir şey bulamıyorum” diye ortalarda dolanan genç bir yazar, deneyimli bir büyüğüne dert yanar. Büyüğü ona her tarafın konuyla dolu olduğunu ama bakmasını bilmesi gerektiğini söyler ve yanından ayrılır. Gencin gözü duvardaki bir gazino afişine takılır. Assolist Sevim Suna’nın afişine bakıp arkasındaki hikayeyi düşünürken bir adam yanaşır yanına ve “onun asıl adı Vasfiye” der. Genç delikanlının aradığı hikaye ayağına gelmiştir. Hem de ne hikaye... Genç yazar bu çıktığı yolculukta aynı kadını dört ayrı adamdan dinler.   
Atıf Yılmaz usta, “Adı Vasfiye”de bir kadını, onu tanıyıp da farklı özellikleriyle tanımlayan dört farklı erkeğin gözünden anlatmakla kalmayıp düş mü, gerçek mi belli olmayan bir tarzı filmine başarıyla yedirmesini bilmişti. Atilla Dorsay’ın zamanında Cumhuriyet gazetesine yazdığı gibi o zamanlara kadar ‘sinemamızda hiç denenmemiş bir anlatım biçimini' deneyen Atıf Yılmaz, bu tür biçimsel denemelerden her zaman başarıyla çıkmasını bilmişti zaten. 
“Adı Vasfiye” Ömer Kavur-Atıf Yılmaz ortaklığının en başarılı ürünlerinden biriydi. Necati Cumalı’nın “Ay Büyürken Uyuyamam” adlı eserinden Barış Pirhasan’ın uyarladığı senaryo bugünün senaristlerine ders niteliğini taşımakta.
Film aynı zamanda Müjde Ar’ın da en başarılı performanslarından birini içermekte. Ar, Vasfiye karakterinin içinde bir kadının ezilen, ezen, şuh, hüzünlü, fedakar ve zeki yönlerini tek tek gösteriyor. Kadın kişiliğinin girinti ve çıkıntılarını sergileyen film, erkeklerin tekdüzeliğine de küçük dokundurmalar yaparak bir enigma yaratmayı başarıyor. Sonunda Vasfiye’nin bize anlatılan kadınlardan hangisi olduğunu çözmek de yine bize kalıyor.  
Atıf Yılmaz’ın başyapıtlarından biri sayılan “Adı Vasfiye”nin Kanal D Home Video'dan çıkan DVD'si tek olarak da Atıf Yılmaz DVD Koleksiyonu adlı paket içinde de bulunabiliyor...

3. Zodiac


Konuya biraz merak duyanlar 1970’lerde San Fransisco körfez bölgesindeki cinayetleriyle dehşet yaratmış Zodiac lakaplı seri katilin kimliğinin hâlâ bilinmediğini dolayısıyla da yakalanamadığını bilmekteler. Filmin uyarlandığı kitabın yazarı, onun kim olduğunu bulmak için yıllarını veren Robert Graysmith, bu filmin ana karakterlerinden biri. Dolayısıyla filme başlamadan önce şunları biliyoruz: 1- Katilin kim olduğunun ortaya çıkmadığı, gerçek olayları anlatan bir film bu. 2- Hikayenin kahramanı sonunda hayatta kalıp bu filmin uyarlanacağı kitabı yazmış. Ama bunları bilmemize rağmen yönetmen David Fincher, bu 150 dakikalık filmi bize merak içinde seyrettirmeyi başarıyor.
Zodiac’ın cinayetleri dört adamın hayatını derinden etkiliyor. Film hem katilin izini onların sayesinde ipuçlarını takip ederek bize sürdürüyor, hem de onların bu adama duydukları takıntıların anatomilerini çıkarıyor. Şöhretli bir gazeteci olan Paul Avery (Downey Jr.) ve aynı gazetede karikatürist olan Robert Graysmith (Gyllenhaal), polis dedektifi David Toschi (Ruffalo) ve ortağı Bill Armstrong (Edwards) bu adamlar... Yüzünü göremediğimiz Zodiac’ın eylemleri de ara ara olanca vahşetiyle gösteriliyor. Sonrasında onun peşine düşen tüm bu adamların en inatçısı Robert çıkıyor. Robert ve diğerlerinin duyduğu bu yakıcı merak, topluma hizmet etmek amaçlı değil aslında, daha çok hayatlarının eksiklerini önemli bir bilgiyle doldurma ihtiyaçlarından kaynaklanıyor ve film bunu çok iyi veriyor. “Se7en”da olduğu gibi bir kez daha avın, peşine düşen avcıları avladığı bir durum sözkonusu.
Film bize birkaç şüpheli çıkarıyor. Aynı kitapta olduğu gibi onların olabileceğinin sağlam kanıtlarını da sunuyor. Yine de ‘işte bu adam’ demiyor, diyemiyor. Ama yine de seyircisini tatmin eden bir finali var. Yüzlerce kanıtın harmanlandığı, temponun hiç düşmediği, çok fazla diyalog içerdiğinden dolayı kimi detayların arada kaynadığı bir film “Zodiac”. Ama sinematografik olarak kusursuza çok yakın. Filmin Tiglon'dan çıkan DVD'si kolayca bulunabilir...


4. Şeytan Üçgeni / Triangle

Greg adlı genç bir adam arkadaşlarıyla bir tekne gezisine çıkmaya hazırlanırken başka bir arkadaşı Jess de (Melissa George) son dakika konuğu olarak marinaya gelir. Ancak Jess’de bir tuhaflık vardır. Oğluyla yalnız yaşayan Jess’in sıkıntılı günler geçirdiğini bilen Greg, onun da gruba katılmasına ses çıkarmaz. Ancak denize açılan grup, bir süre sonra terkedilmiş dev bir hayalet gemiyle karşılaşır. Grup gayet meraklı olarak ve içerde yardıma muhtaç birini gördüklerini düşünerek gemiye çıkar. Sonrasını asla tahmin edemezsiniz...
Bir İspanyol filmi olan ve ülkemize hiçbir festivalde dahi uğrayamayan “Timecrimes”   (Los Cronocrímenes) ile akraba olan bir film var karşımızda. Tıpkı onun gibi bu film de en başta oldukça klişe sahnelerle dolu basit bir gerilim filmi izleyeceğiniz hissini veriyor size. Ancak iki filmin de bir ‘kırılma noktası’ var. Bu noktadan sonra beyninizi iyice yormanızı istiyor sizden. Zira hikayenin geçmişinde yaşanan hiçbir olay silinmiyor, yenileri yaşanırken eski yaşananlar bu yeni yaşananlarla paralel olarak sürüyor. Yani aslında bir ‘çıkışsızlık’a dönüşüyor film. Bu çıkışsızlık, İspanyol filminde seyircisini ‘zaman makinası’ kavramını da işe katarak fantastik ve trajikomik bir dünyaya çekerken; “Şeytan Üçgeni” kahramanının beyninin içinde hapsolduğu gergin bir döngüye götürüyor izleyicisini. Olaylara bir türlü engel olamayan ve yavaş yavaş çıldıran bir karakterin başlattığı, herşeyin birbirine bu çıldırışla bağlandığı sarmal bir olaylar silsilesi bu. Öyle ki finalde aldığımız bilgiyle filmi bir kere daha izleme isteği uyandırıyor meraklısına. 
 Filmin Bermuda Şeytan Üçgeni’yle pek bir ilgisi yok. Aslında şöyle: önce “Hayalet Gemi” (Ghost Ship) gibi başlıyor, sonra “Bugün Aslında Dündü”ye (Groundhog Day) sonunda da “Timecrimes”ın mizahsız haline dönüşüyor. Avustralyalı güzel oyuncu Melissa George’un aksamayan ve fiziksel cazibesini neredeyse hiç kullanmadığı performansını barındıran filmin İngiliz yönetmeni Christopher Smith’i daha önce korku-komedi türünde çektiği “Kanlı Mesai” (Severance) filminden hatırlıyoruz..
Bu arada filmin bir sahnesinde kahramanımıza 237 no’lu kamarada önemli bir mesaj var. Tıpkı “The Shining”de olduğu gibi... 
Filmin Kanal D Home Video'dan çıkan DVD'si bulunabiliyor... 

 5. İntikam Peşinde / Fuk Sau (Vengeance)

Aksiyon ve triad (mafya) filmlerinin Hong Kong’lu üstadı Johnnie To, ne yazık ki ülkemizde kısıtlı bir kitle tarafından takip ediliyor. Oysa usta kendi türünde muhteşem filmlere imza atmıştır. İki film olarak çıkardığı ve Uzakdoğu mafyasının adeta anatomisini çıkaran “Election”lar, triad dünyasına romantik bir bakış atan “Exiled”, muhteşem plan-sekanslarla süslediği ve ‘bu sahneyi nasıl çekmiş acaba?’ sorularıyla izleyenleri hayrete düşüren “Breaking News” ve daha birçoğuyla, dopdolu ‘renkli’ bir filmografisi vardır. 
To’nun 2009 filmi “İntikam Peşinde”, Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın da içinde olduğu jüriyi acaba ne hale getirdi merak etmemek mümkün değil! Çünkü To’nun bu filmi olanca stilize sahneleri ve melankolisine rağmen binlerce kez –özellikle de uzakdoğu sinemasında- izlediğimiz intikam temasına pek yeni bir şey getirmiyor. İronik ve nostaljik bir tat vermesinin dışında Fransız eski katil/yeni aşçı Costello’nun mafya tarafından katledilen kızı ve ailesinin intikamını almak için Hong Kong’a gelmesinin pek tatmin edici bir tarafı yok. Sadece Costello’nun “Kabadayı”daki Şener Şen gibi amnezi sorununun olması bazı güzel detaylara vesile oluyor. Costello’nun kendisine üç tane vicdanlı serseri bulması ve büyük bir organizasyona karşı savaş açması; ama bir süre sonra bütün bunları, hatta intikamını bile unutması olasılığı filme belli bir merak duygusu katıyor. 
 Ancak en başta Alain Delon’un “Kiralık Katil” (Le Samourai) filmindeki Costello karakterine gönderme yapan intikamcı babayı yine Alain Delon’la çekmek isteyen Johnnie To bu amacına ulaşamamış. Sebebi de Delon’un senaryoya fazlaca müdahele etmek istemesi. Bunun üzerine uzun zamandır sinemada görünmeyen Fransız rock müzisyeni Johnny Hallyday filme dahil edilmiş. Hallyday’in hayli mesafeli performansı filmin melankolisini tamamlıyor. Ama Uzakdoğu filmlerine benim kadar meraklı olanlara ‘Hong Kong sinemasının Al Pacino’su diye adlandırılan Anthony Wong ve yine Hong Kong mafya filmlerinin bir nevi Christopher Walken’ı sayılabilecek Simon Yam de kadroda lezzetli performanslar sunuyorlar.  
Her Johnnie To filminde olduğu gibi stilize şiddet sahneleri, hayli kanlı... Ama kırdaki çatışma sahnesine özellikle dikkat!
Fİlmin Kanal D Home Video DVD'si kolayca bulunabiliyor... 

 
 

16 Ocak 2013 Çarşamba

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 5


Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... Herbiri de farklı lezzetler barındırmakta...

1. Aklı Havada / Up In The Air


“Aklı Havada”, incelikle ve zekayla işlenmiş, çağımıza uygun bir romantik başyapıt. 
İncelik ve zekası senaryonun kullandığı metaforları hikayeye ve karakterlere ustalıkla yapıştırma becerisinden geliyor. Çağımıza uygun çünkü, tüm dünyayı kasıp kavuran ekonomik buhranın ya da daha doğru bir deyişle kapitalizmin insanın doğasına hem nasıl yakıştığını (!) hem de ne kadar zarar verdiğini yumuşak, zarifçe ve olgunlukla anlatıyor. Amerika’yı neredeyse terkedilmiş gösteren bazı sahneler bize durumun karamsar bir fotoğrafını çekiyor. Filmin baş karakteri Ryan Bingham ise aslında bütün manzaranın farkında. Çünkü o hep havada! Resmin içinde olmaktansa yukarıdan seyretmeyi tercih ediyor. Sürekli uçaktan uçağa atlayıp yapılması en zor işlerden birini yapıyor. Patronlarının yapamadıklarını o yapıyor, insanları işlerinden kovuyor. Olabilecek en usturuplu şekillerde... 
En son ihtiyaç duyduğu şeyin, aslında en çok ihtiyaç duyduğu şey olduğunu farkediyor. Çünkü aşık oluyor. Hem de manzaraya çok uygun bir şekilde aşık oluyor... 
George Clooney zaten iyi. Ama Vera Farmiga ve Anna Kendrick çok iyi! Daha da fazla uzatmaya gerek yok... Yapılacak tek şey var: bu filmi izleyin..
Filmin Tiglon’dan çıkmış DVD’si raflarda hem de indirim reyonlarında bulunabiliyor...


 2. Uzak İhtimal


Ne yazık ki ‘ödüllü film’ payesini alan filmler bazı seyircileri salonlardan itiyorlar. Bu film de aldığı ulusal ve uluslararası ödüller sayesinde seyircinin ‘riskli film’ statüsüne konduğu için sinema salonlarında hak ettiği ilgiyi görememişti. Oysa her gün herkesin başına gelebilecek ‘yarım kalan bir aşk hikayesi’ni duru ve duygusal bir tonda, çok da yalın bir dille anlatan başarılı bir film “Uzak İhtimal”. 
Filmde kendisine hayli yabancı bir şehirde, yani İstanbul’da müezzinlik yapmaya gelen utangaç Musa’nın rahibe adayı yan komşusu Clara’ya olan uzaktan ilgisi onu bir şekilde kabuğundan sıyrılmaya zorluyor. Ancak yine de o kabuk öyle sert bir kabuk ki, Musa’nın kendi kendine verdiği küçük cesaretler, karşı taraftan da aldığı küçük sinyaller ve yeni tanıdığı, gizemli bir geçmişe sahip sahaf dostunun desteğine rağmen bir türlü kırılamıyor. Farklı dinlere mensup olma detayı ise aslında farklı dünyalara ait olmanın daha altı çizilmiş bir versiyonu.  
Tıpkı David Lean’in “Kısa Tesadüfler”indeki (Brief Encounter) gibi, ‘yaşanamayan büyük bir aşk’ın hazin hikayesini usul usul anlatıyor film. “Aşk herşeyin üstesinden gelir” klişesini bozan bu türden melankolik aşk hikayelerine özellikle uzakdoğu sinemasında sıkça rastlasak da Türk sinemasında uzunca bir süre hasrettik.

Görkem Yeltan’ın gayet dozunda bir performansla renk kattığı filmde Musa rolündeki Nadir Sarıbacak’ın adeta ‘nefes kesen’ performansı da takdire layık. Özellikle finaldeki, Musa’nın hayatının en büyük ikilemini yaşadığı o sahnedeki oyunculuğu az rastlanır bir düzeyde.
Filmin Kanal D Home Video’dan çıkmış DVD’si raflarda bulunabiliyor...


3. Rock’n Roll Teknesi / The Boat That Rocked
 

Bazı filmler vardır, hikayesinin temsil ettiği değerlere önem verdiğiniz için adeta maça 1-0 önde başlar. “Rock’n Roll Teknesi” işte öyle filmlerden. Kendi türünün en iyilerinden biri olan “Aşk Her Yerde”nin (Love Actually) yönetmeni, “Dört Nikah Bir Cenaze” ve “Notting Hill” gibi başarılı İngiliz romantik komedilerinin yazarı Richard Curtis’e zaten baştan teslimiz. Ama 1960’ların sansürcü ve bağnaz İngiliz yönetimine karşı rock müzikle savaş açan korsan radyocuların özgürlükçü mücadelelerine de nasıl karşı durabilelim ki? 
Varsın hikaye kopuk kopuk ilerlesin, hükümetin en komik görünüşlü adamı (Kenneth Branagh) deniz ortasından yayın yapan bu korsan radyonun peşine düşüp sitcom karakteri gibi karikatürize sahnelerde gözüksün, hikayenin 1966’da geçiyor olmasına rağmen daha o tarihte yayımlanmamış bir kaç ‘single’ı da bize yedirsin (Bkz. Cat Stevens şarkısı “Father and Son” - 1970), uyuşturucu, seks, alkol ve rock’n roll ile dolu bir gemiye bakir bir genci sokarak bu güzelim hikayeyi zaman zaman “Amerikan Pastası” tadına indirgesin, yine de sevmemek, eğlenmemek mümkün değil bu filmde.  Özellikle de 30’lu yaşlarınızın sonlarındaysanız ve rock müziğin bugününden ziyade hâlâ geçmişiyle ilgiliyseniz…
Bugünün Türkiye’sinin bile kolayca ders çıkarabileceği durumlar anlatılıyor filmde. “Hükümet olmak demek bir şeyden hoşlanmadığın zaman yeni bir yasayla onu yasa dışı ilan etmektir” diyen bir bürokratı ve “Hükümetler insanların özgür olmasından hoşlanmaz” diyen bir DJ’i var filmin! 1966’da İngiliz rock müziğinin tırmanışa geçtiği zamanda BBC’nin günde sadece 45 dakika pop müzik çalması, yöneticilerin müziğin kışkırtıcılığından korkması ne kadar manidar! Ve filmin son derece görkemli çekilmiş insana umut veren o nefis finali… Seyredin ve “ah o gemide ben de olsaydım!” deyin… Tabi bir de Philip Seymour Hoffman’ın bir kez daha nefis bir performansla filme kattığı karizmaya şahit olun!
Filmin Kanal D Home Video’dan çıkmış DVD’si ender de olsa bulunabiliyor...


4. Devriye / Cruising


Ünlü eleştirmen Leonard Maltin her yıl yenilediği Movie Guide’da film için şunları söyler: “Bu kötü yazılmış, lezzetsiz filmde polis Pacino, homoseksüellerin peşine düşmek için gizli çalışıyor. Eşcinsel  dünyası hasta ve onursuz gösteriliyor.” Halliwell Guide’da ise filmden nefretle bahsediliyor. Oysa bence asıl sorun filmin sonunda geldiği noktanın bazı erkek yazarları rahatsız etmesi.
Evet, New York’da yeraltı homoseksüel barlarında dolaşıp kurbanlarını ayartan ve onları öldüren bir seri katil var. Polis dedektifi Steve Burns (Pacino) katile ulaşmak için ‘deri bar’larda kendisini eşcinsel gibi göstererek avlanmayı bekler. Ancak bu süreç içinde bir kimlik bunalımı yaşayacak ve belki de içinde yatan eşcinsel dürtülerin uyanmasına sebep olacaktır. 
Birincisi, “Devriye”nin senaryosu kötü değildir. Türün gereklerini fazlasıyla yerine getirir. Al Pacino riskli rolünde gayet inandırıcıdır. İkincisi, zamanında filmi protesto eden eşcinseller, şimdiki pek çok filmde komedi malzemesi yapılmalarından dolayı daha da rahatsız olmalılar. ‘Deri bar’ sahnelerindeki dejenere ve “kirli” görüntülerse o zamanki gerçek gözlemlere dayanılarak yapılmış. Filmin belki bahsedilecek tek kusuru bazen didaktik olması. Mesela Friedkin daha ilk cinayette katilin kurbanının sırtına bıçak soktuğu planların arasına eşcinsel bir ilişkinin planlarını serpiştirip ikisi arasındaki benzerliği gözümüze sokmuş. Bazı diyaloglarda da bu fazla dillendirme hali mevcut.
1980’de, 1 sene sonra tutucu bir başkana, Ronald Reagan’a sahip olacak Amerikan toplumuna böyle bir film yapıp vizyona çıkarmak da her yiğidin harcı değildi zaten. “French Connection” gibi maço görünümlü (!) bir polisiye ve şeytanı incille kovan “Şeytan" (The Exorcist) gibi filmleriyle sistem karşıtı gibi gözüken ama aslında sistemle barışık temalı ve tutucu filmler çeken Friedkin’den kimse bu kadar karanlık bir film beklemiyordu. Zaten Friedkin bu filmden sonra 1983’te çektiği uyduruk bir komedinin dışında 1985’e kadar da gişe filmi çekemedi.
Filmin Tiglon’dan çıkmış DVD’si raflarda kolay kolay bulunamıyor artık...



5. Roman Polanski: Aranan Adam / Roman Polanski: Wanted And Desired


Hikayeyi herkes biliyor; Fransa’dan çıkıp önce Londra’ya gidip orayı salladıktan sonra Hollywood’a gelen ve üst üste kazandığı başarılarla adından söz ettiren Roman Polanski, dostu Jack Nicholson’ın evinde bir fotoğraf çekimi gerçekleştirir... Fotoğrafını çektiği genç kız tıpkı ünlü yönetmenin ünlenmesine ön ayak olduğu Nastassia Kinski’ye yaptığı gibi kendisine şöhretin kapılarını açmasını bekleyen 13 yaşında bir kız. İşin garibi küçük filmlerde rol alan annesi de bu fotoğraf çekimine ön ayak olanlardan biri. Ve o geceki fotoğraf çekimleri bir şekilde karakolda sonlanıyor.

Ertesi gün genç kızın şikayeti üzerine polis kaldığı lüks otelden Roman Polanski’yi muhtemelen arkadaşlarıyla yine bir partiye gitmek üzereyken alır. Bundan sonrası bir firar, Amerika’ya girememe, yine bir sürü başarılı film, kazanılan ama kabul edilemeyen bir Oscar ödülü ve 30 küsur yıl sonra gelen tutuklanma, ev hapsi... 
Sundance Film Festivali’nde ‘En İyi Belgesel Kurgusu’ ödülü alan film bunu sonuna kadar hakediyor. Ele alınan bu son derece medyatik vakanın neredeyse bütün taraflarıyla konuşulmuş ve yaşanan tüm süreç, derli toplu bir şekilde Roman Polanski’nin de kariyerinin paralelinde son derece güzel geçişlerle bize sunulmuş. Filmin adında geçen Wanted (aranan) ve Desired (arzu edilen) paradoksunun da içini doldurmayı ihmal etmemiş başarılı yönetmen Marina Zenovich. 
Polanski’nin taciz davası sürerken çektiği filmlerin önlenemez başarıları onun bu sansasyonel suçunun Avrupa’da Amerika’dan farklı algılanmasına yol açmış. Olay Avrupa’da, büyük bir dahi yönetmenin sınırları azıcık zorlayan kaçamağı olarak algılanmasına karşın, Amerika’da şımarık yönetmenin ‘sübyancı’lığı olarak fişlenmiş.Aslında davanın medyatik olma meraklısı hakim yüzünden de doğru düzgün bir mahkemesi olamamış. Medyanın sürekli peşinden koştuğu Polanski 42 günlük geçici bir ‘ıslah’ın ardından da resmen yapımcı Dino De Laurentiis tarafından göz göre göre yurtdışına kaçırılmış.
Filmde hem o 13 yaşındaki kızın yıllar sonra olayla yüzleşmesine hem de Polanski’nin o zamanki ifadelerine yer veriliyor. Polanski ısrarla kızın kendisine cinsel anlamda kur yaptığını söylüyor. Kız ise bugün bile annesinin olaydaki rolünün ne olduğunu anlatmıyor. Aslında hâlâ da neredeyse tam bir “X-Files” vakası!
Filmin Kanal D Home Video’dan çıkmış DVD’si raflarda ender olarak bulunabiliyor...

11 Aralık 2012 Salı

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 4


Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... Herbiri de farklı lezzetler barındırmakta...

1. İki Kadın / La Ciociara
 
İtalyan yeni-gerçekçiliği denince ilk akla gelen yönetmen Vittorio De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” (Ladri di Biciclette), “Milano Mucizesi” (Miracolo a Milano), “Umberto D” gibi ilk akla gelen başyapıtları arasına girmese de “İki Kadın” (La Ciociara) onun en sevilen ve bilinen filmlerinden biridir. Bunda tabi ki İtalyan ve dünya sinemasının en iyi aktrislerinden biri olan Sophia Loren’in güçlü performansının etkisi büyüktür. 
“İki Kadın” en çok II. Dünya Savaşı’nın İtalya cephesinde yaşanan bir trajediye odaklı gibi gözükür. Genç yaşta dul kalan Cesira ve 13 yaşındaki zayıf bünyeli kızı Rosetta’nın Hitler’le yakınlaşan Mussolini yüzünden karanlık bir geleceğe sürüklenen İtalya’daki hayatta kalma çabalarını izleriz filmde. Zira Cesira ve Rosetta’nın başına gelen ve filmin zirve noktasını oluşturan trajik olayın sorumluları da düşman askerleri değildir. Müttefiklere destek olan Fas’lı askerlerdir...
Bu nedenle De Sica’nın bu savaş dramasında önemli olan, hangi tarafın iyi ya da kötü olduğu değil savaşın insan ve topluluk psikolojilerindeki yıkıcı etkisidir. Cesira ve Rosetta Roma’dan daha güvenli olacağını düşündükleri kasabaya giderler ve orada idealist bir genç adamla Michele (gencecik bir Jean-Paul Belmondo) ile tanışırlar. Genç Rosetta ondan çok hoşlanır. Annesi Cesira da çaktırmasa da ona karşı boş değildir. Michele de Cesira’ya aşık olmuştur. 
Bu konvansiyonel aşk üçgeni savaşın bir sonucu olmakla beraber yine savaşın etkileri yüzünden darmadağın olacaktır. Cesira ve Rosetta’nın yolculukları sırasında karşılaştıkları insanlar ve onların hikayeleri de bize çıldırmış, şirazesinden çıkmış bir dünyanın fotoğrafını çeker.
Kendisine Oscar kazandıran rolünde Sophia Loren “hayat dolu” bir performans göstermiş. Yaşanılan onca olumsuz şeye rağmen kilisede yaşadığı büyük hayal kırıklığına kadar umudunu koruyan ancak sonunda savaş bitse de hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gerçeğiyle yüzleşen Cesira, film bittikten sonra bir süre sizinle birlikte yaşıyor adeta...
Filmin AE Film’den çıkan DVD’si hâlâ bulunabilir...

2. Dokuz Kadın / Nine Lives

Filmdeki erkek karakterlerden biri şöyle bir cümle kurar: “Her kadın bambaşka bir evren”. “Dokuz Kadın” orijinal adı olan “Dokuz Yaşam”dan daha doğru bir ad aslında. Epizodik yapısıyla dokuz farklı yaş, sosyal statü ve farklı yaşamlı kadının günlük hayatlarından kesitler sunuyor bize film.
Filmin senaryosuna da imzasını atan Meksikalı yönetmen Rodrigo Garcia 2009 yapımı filmi “Anneler ve Kızları”ndaki gibi (Mother and Child) pek çok ‘kadınlık hali’nden bir film oluşturmuş. Alejandro Gonzalez Inarritu’nun yapımcılığında gerçekleştirdiği filminde ele alınan kadın hikayelerinde daha çok bir hüzün, tatminsizlik, anlaşılamama, umutsuzluk hakim... Her hikaye kesintisiz, plan-sekanslarla anlatılıyor. Her bir bölüm yaklaşık olarak 12’şer dakikadan oluşuyor. Hikayeler arasında kesin bağlar yok. Bazılarının kahramanları diğerlerinin de içinde belli bir yer edinebiliyorlar ama.
Hangi suçtan dolayı mahkum olduğunu bilmediğimiz Sandra (Elpidia Carrillo) hapishanedeki zor koşullar içinde kızından uzak olmanın mutsuzluğunu yaşıyor ilk hikayede. Eski sevgilisiyle bir markette karşılaşan Diana’nın (filmin en iyi performansını veren Robin Wright Penn) yaşadığı ikilem ve duygusal karışıklık filmin en tatmin edici hikayesi aslında. Üvey babasıyla hesaplaşmaya çalışan Holly’nin (Lisa Gay Hamilton) hikayesi de dokunaklı. 
Erkek arkadaşıyla ciddi sorunları olan Sonia’nın (Holly Hunter) ve annesiyle babasının bozuk ilişkisi arasında ne yapacağını bilemez bir halde çırpınıp kendi hayatına yoğunlaşamayan Samantha’nın (Amanda Seyfried) hikayeleri de fazla sığda kalıyorlar. Eski eşinin kendisinden sonraki karısının cenazesine katılan Lorna’nın (Amy Brenneman) kocasını teselli ettiği hikaye de öyle.  
Kocasından tatmin olamayan Ruth’un (Sissy Spacek) yaşadığı yasak ilişkiden tekrar ailesine dönüşü hikayesi klişe ama duyarlı, kanser tedavisi için hastaneye yatan Camille’in (Kathy Baker) kocasıyla (Joe Mantegna) olan tatlı didişmesi ve Maggie’nin (Glenn Close) bir mezarlıkta kendisi ve hayatla olan hesaplaşması filmin en anlamlı hikayeleri. Bu epizodik filmde bazı bölümler bir ‘final’ istiyor ama yönetmen Garcia bunu pek önemsemiyor.
Filmin Tiglon’dan çıkan DVD’si biraz zor bulunabilir artık…

3. Aşk Uğruna / Pour Elle

Tek çocuklu bir karı-kocanın mutlu mesut hayatı, sıradan bir sabah evlerine baskın yapan polisler tarafından allak bullak olur. Lisa (Diane Kruger) bir cinayetin sanığıdır. Kocası Julien (Vincent Lindon) bir saniye bile onun suçlu olduğuna inanmaz. Birlikte adalet sistemine güvenirler. Ancak 3 yıl içinde müspet bir sonuç alınamaz, hatta hapishanede giderek ümitsiz bir hale gelen Lisa’nın yaşama isteği bile tükenmek üzeredir. Julien haksız yere hapis yatan karısını oradan kaçırmak için bir firar planı hazırlar. Bundan sonrası gergin bir kaçış hikayesi...
Julien’in karısına olan aşkı, ona olan inancı ve yeniden aile olabilmek için yaptıklarını takdir eden seyirci, bu güdüyle yaptığı herşeye göz yumma eğiliminde. Dolayısıyla kahramanıyla sağlam bir ödeşleşme kuran film, sonrasındaki tüm olay ve gelişmeleri gayet akıcı ve inandırıcı yollarla çözüyor. Firara da inanıyorsunuz, Julien’in firarı finanse etmek için yaptığı çırpınışlara da.
Film, adalet kavramını tartışmaya hiç yanaşmıyor bile. Bunu yapan tonla film olduğu için, öykünün o tarafını çarçabuk hallediyor ve meseleyi erkek seyircinin kendisini Julien’in yerine koyup aynı durumda olsa neyi yapıp neyi yapamayacağını sorgulamasına getiriyor. Amacına da ulaşıyor. Bunda emektar Fransız aktör Vincent Lindon’ın son derece inandırıcı ve süssüz performansının etkisi ise büyük.    
Film Hollywood’da Paul Haggis’in eliyle 2010’da uyarlanmıştı. Russel Crowe’un başrolde olduğu film orijinali kadar olmasa da ilgi çekici olabilmişti. Aynı hikaye Türk televizyonlarında “20 dakika” adlı bir TV dizisi olarak da uyarlandı...
Filmin Tiglon’dan çıkmış DVD’sini uafak çaplı bir aramayla bulunabilir...

4. Zombieland

Bazen artık suyu çıkmış türlerden hâlâ yenilikçi örneklerin çıkabiliyor olması, yerde para bulmuş etkisi yaratabiliyor bünyede. Yakın geçmişte iki film bunu düşünmemize sebep oldu. Biri romantik komedi türüne farklı yakalaşabilen “Aşkın (500) Günü”ydü. Diğeri de “Zombieland”. George A. Romero’nun “Yaşayan Ölülerin Gecesi”nden beri (1968) zombiler neredeyse her türlü bakış açısıyla ele alınmıştı aslında. Dolayısıyla oldukça geniş bir külliyat var geride... “Zombieland” öncelikle bu külliyattan besleniyor ve yeni fikirlerini bu külliyatın üzerine ekliyor.
Evet, muhteşem bir jenerikle açılan “Zombieland”, zombie’lerle dolu bir dünyada yaşama rehberi sunuyor ilk önce. Bunu uç noktaya götürüp absürd bir komedi yapmıyor ama. Ya da bağırsakların dışarılara döküldüğü bir vahşet komedisi de çıkarmıyor. 
Grafik anlamda bir çizgi roman uyarlaması havası yaratarak, eğlenceli bir senaryo eşliğinde ‘insanoğlu her şekilde ortama ayak uydurabilen bir organizma’dır da diyor. 
Öte yandan o kadar öldürülen zombie ve atılan kurşuna rağmen o kadar iyi niyetli bir film ki; insan bu kombinasyon karşısında ne düşüneceğini şaşırıyor. Bill Murray’nin olaya dahil oluşu ve çıkışı ise son yıllarda bir korku-komedi filminde rastladığımız en parlak fikir olabilir...
"Zombieland"de Emma Stone'a da ayrı bir parantez açmak pek de abes olmaz. Genç aktris bu 'parodik' komedide bile sadece güzelliğiyle değil filmden taşan enerjisiyle de dikkat çekiyor...
Filmin Tiglon’dan çıkan DVD’si iyi bir aramayla edinilebilir...
 
5. Çılgın Aile / Parenthood

80’lerin popüler komedyenlerinden, bir Saturday Night Live oyuncusu olmasa da aynı dönemde çıktığı için hep öyleymiş gibi algılanan Steve Martin’in hep entelektüel bir tarafı vardı. Martin safkan komedilerde başarılı olduğu kadar trajikomik filmlerde hatta melodramlarda bile rol almaktan çekinmedi hiç. Özellikle de bu Ron Howard filmi “Çılgın Aile” o zamana kadar onun safkan komedi filmi olmayan ilk filmiydi.
“Çılgın Aile” adına bakıp da aklınız başka bir yere gitmesin. Filmlere Türkçe isim koyanlar bazen filmlerin ilgi görmesini böyle isimlere bağlarlar. “Çılgın Aile”de büyük bir aile var ama öyle çılgın filan değiller. Nasıl çılgın bir aile olunur ondan da pek emin değilim açıkçası. Buckman ailesinin ebeveynleri aslında dünyanın her yerindeki ebeveynlerle aynı sorunları ve endişeleri yaşıyorlar. ‘Çocuklarımızın geleceğini nasıl garantileriz?’, ‘yaşlanınca ne olacağız?’, ‘nasıl iyi anne-baba olunur’ gibi meseleler bunlar. İçinde çocuklarını mükemmellik uğruna zeki robotlar gibi yetiştirmeye çalışan bir babanın yanısıra babalığı akıntıya kapılmış gibi yaşayan ve ne olup bittiğinin farkına varamamanın huzursuzluğunu taşıyan bir baba da var. Başını sürekli derde sokan oğluna bir türlü kızamayan yaşlı bir babanın yanısıra annesi ve kızkardeşiyle yaşayan, tam da ergenlik çağında bir babaya çok ihtiyaç duyan yalnız bir çocuk da var... Bu çok hikayecikli yapı, acı-tatlı sahne ve durumlarla samimi bir biçimde oluşturmuş...
“Çılgın Aile” kalabalık kadrosu (Steve Martin, Tom Hulce, Jason Robards, Keanu Reeves, Dianne Wiest, Mary Steenburgen, Rick Moranis, Martha Plimpton...) güleryüzlü bir üslupla yazılmış senaryosu ve sıkmayan temposuyla iyi bir aile filmi... Bugünün aynı tornadan çıkmış gibi duran ‘aile olmak’ temalı Amerikan bağımsızlarının temel filmlerinden de biridir aslında...
Filmin As Sanat’tan çıkan DVD’si kolayca bulunabilir…

24 Kasım 2012 Cumartesi

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 3



Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... 

1. Wanda Adında Bir Balık / A Fish Called Wanda

Komedi tarihinin en iyi skeçlerine ve filmlerinden bazılarına imza atan Monty Python ekibinden iki kişi; John Cleese ve Michael Palin’in varlığı “Wanda Adında Bir Balık”ı belki bir “Holy Grail” ya da “Life of Brian” seviyesinde kült haline getirmiyor. Nitekim o filmler içerdikleri müthiş zeki mizahıyla, tabularla ustaca oynayarak cesur söylemler geliştirmişti. Ama bu son derece dinamik senaryosuyla ve müthiş oyuncu performanslarıyla dikkat çeken, bir ‘insan insanın kurdudur’ hikayesini bir an bile sekteye uğratmadan anlatan “Wanda Adında Bir Balık”, zihinlerde her daim taze kalabilen bir filmdir.
Londra’da gerçekleştirilen bir mücevher soygununda ortaklar soygun sonrası birbirlerini haklama yarışı içine girerler. Ekibin lideri son anda polise yakalanınca işin içine bir de mahkeme faslı girer. Onu savunmak da İngiltere’nin en meşhur avukatlarından, saygın bir aile babası, aristokrat Archie Leach’e kalır. Oysa canhıraş bir şekilde ‘ganimet’i bulmaya çalışan Wanda (Jamie Lee Curtis) ve asabi sevgilisi Otto (Kevin Kline) Archie’nin hayatını hem çok zorlaştıracak hem de çok renklendirecektir... Ha, bu arada bir de kekeme Ken’in (Machael Palin) endişe verici suikast denemeleri vardır!
John Cleese’in yazdığı senaryo boş bir komik soygun hikayesi değil kuşkusuz. Bir defa ‘İngiliz olmak’ konusunda ciddi eleştiriler savuruyor. Ama bunu yaparken karşısına ilk başta sanıldığı gibi ‘Amerikalı olmak’ı koymuyor. Onu da yerden yere vuruyor. Kendi canlandırdığı Archie karakterinin esaret/aristokrat hayatından kaçıp özgürleşme çabası filmin tam merkezini oluşturuyor aslında.
Film İngiltere ve ABD’de çok beğenilmiş, hatta 3 dalda (Yönetmen, Senaryo, yardımcı Erkek Oyuncu) Oscar’a aday gösterilmişti. Kevin Kline muhteşem performansıyla bu ödülü hak etmeyi bilmişti. 
Tiglon etiketli DVD mağazalarda bulunabiliyor...


2. Siyah Orfe / Orfeo Negro
Orpheus oldukça iyi bilinen bir efsanedir. Yunan mitolojisine göre, Orpheus, çok yetenekli bir ozan ve müzisyendi. Şarkıları ve kibiri, dikkatini karısı Eurydice'den uzaklaştırmasına neden oldu. Ve ölüm karısını ondan alıp götürdü. O da aşağı, ölüler diyarına inip, dünyaya Eurydice ile beraber dönme iznini almak için cazibesini kullandı. Bir şartla kendisine izin verildi; asla karısına bakmayacaktı, sadece onun sesini duymakla yetinmesi gerekiyordu. Ama Orpheus bununla yetinmedi, onu görmek ve ona sarılmak da istedi. Bunun üzerine tanrılar Eurydice’i ondan aldılar.
Fransız sinemacı Jean Cocteau 1949’da zamanının hayli önünde, enteresan efektler denediği filmi “Orphée”de başkahramanı ‘şair’ Orfe’yi ve Ölüm Meleği’ni birbirine aşık eder. Sonra Orfe ortadan kaybolan karısını ihmal ettiğini anlayıp ‘araf’tan geçerek ölüm diyarına gider ve onu alıp tekrar yaşayanların arasına getirir.
1959’da yine bir Fransız yönetmen Marcel Camus ise henüz ikinci filmi olan “Siyah Orfe” (Orfeu Negro) ile Altın Küre ve Akademi Ödülleri’nde ‘Yabancı Film’ ödüllerini kazanmanın yanısıra Cannes’dan da Altın Palmiye’yi alarak üçte üç yapmıştı. Camus adı üstünde bu kez siyahi bir Orfe’nin bildik hikayesini bu defa Brezilya’ya, Rio Karnavalı ortamına taşımıştı.
Camus karnavala bir gün kala nişanlanan yakışıklı tramvay kondüktörü Orfe ile, kendisine musallat olan yabancı bir adamdan korktuğu için köyünden kaçan taşralı Eurydice’in yolunu kesiştirir. Eurydice’in peşindeki adam maskelidir ve karnavalda pek çok kişi maskeli olduğu için kalabalıklara çabucak kaynar. Bu esrarengiz maskeli takipçi aslında “ölüm”ün ta kendisidir… 
Yakışıklı, güleryüzlü, güneşin her sabah doğmasına sebep olacak kadar güzel sesi ve yeteneği olan müzisyen Orfe kendisine göz açtırmayan ve her daim kanı kaynayan nişanlısı Mira’ya rağmen, beyazlar içerisinde bir melek gibi karşısına çıkan Eurydice’ye aşık olur. Üstelik aşkına da çabucak karşılık bulur. Eurydice hüzünlü duruşundan kurtulur ve şehirdeki genel havaya uyup dansetmeye başlar.
Filmin başından beri durmayan ve bir süre tüm sahnelere eşlik eden müzik, görünen neredeyse tüm yan karakterler ve figürasyonun dans ediyor oluşu filmi yer yer müzikal havasına soksa da (Brezilyalılar bütün gün hep dansettiklerini düşündürdüğü için bu sahnelere tepki göstermişler zamanında) bunun bir amacı olduğunu Eurydice’nin trajik sonu geldiğinde anlıyorsunuz…
Bitmeyen bir şenlik gibi süregiden hayat, bir trajediyle birlikte bir kabusa dönüşüveriyor çünkü. Filmin başından beri durmayan müzik kesiliveriyor ya da çok uzaklardan belli belirsiz duyuluyor. Görüntülerin mantığı da değişiyor. Kimi sahnelerde kırmızı ışıklar belirginleşiyor, karanlık hakim oluyor. Orfe, Eurydice’yi bulabilmek için şenliğin karanlık yüzüne dalmak zorunda kalıyor.  
Mitoloji ile yoğun ilişkisi olan filmler zaten çok zengin okumalara müsait olurlar. Camus’nün filmi de çözmesi zevkli bir film. Tabi filmin özellikle ilk yarım saatinde resmen kulaklarınıza akın akın gelen ve hiç durmayan samba müzikler sizi çok rahatsız etmezse.
Filmin As Sanat’tan çıkan DVD’si bulunabiliyor...  

3. İki Dil Bir Bavul
Denizli’den Urfa-Siverek’in Demirci Köyü’ne gelen şehirli genç öğretmen Emre Aydın’ın yaşadıkları kurgusal bir hikaye eşliğinde de anlatılabilirdi aslında. Ancak o zaman film, yapmayı amaçladığı şeyi (yani durum tespitini) belki daha etkileyici ama biraz  da sahtekarca yapmış olacaktı.
Neredeyse tek kelime Türkçe bilmeyen küçücük kürt çocuklarına ilköğretim eğitimi vermeye çalışan Emre’nin zaman zaman sabrının taşıp, sesinin ayarının kaçması önlenecekti mesela. Robin Williams'ı hatırlatan ya da Şener Şen gibi ‘şeker’ bir öğretmen olacaktı Emre’nin yerinde. Herşey daha hesaplı kitaplı yapılacaktı. Seyrettikten sonra da herkes evlerine dağılacak ve ‘güzel bir film izlemiş olma’ hissinden öte kazanılan bir şey olmayacaktı.   
Oysa bu haliyle “İki Dil Bir Bavul”un yönetmenleri kameralarıyla birlikte köyün içine saklanmayı amaçlıyorlar. 75 günlük çekim süresi de bu yüzden. Normal bir filmin dört haftada bitirildiğini düşünürsek ekibin kendilerini ve kamerayı köy ahalisine unutturmalarının ne kadar güç gerçekleştiğini de anlayabiliyoruz.
Eğitimsizlik yüzünden tahrik ettirilen, devlet tarafından da sahiplenilmeyen ‘taş atan çocuklar’dan ibaret değil kürt çocukları. İçlerinde okumak isteyen, ailelerinin okumalarını istedikleri gül gibi çocuklar var. Zülküf’ler var, Rojda’lar var... Ve işin enteresan tarafı, bu gül gibi çocuklar anladıkları dilde eğitim alamıyorlar. Yabancı bir ülkede yaşıyormuş gibi önce onlar için ‘yabancı bir dil’i öğrenmek zorunda kalıyorlar. 2010 yılının Türkiye’sinde yaşanan soruna bakın! Sadece Türkiye’ye has bir sorun olmasa da çözümünün yıllar önce düşünülüp temellerinin çoktan atılmış olması lazımdı. Aslında sorunun çözümü de basit de birtakım kafalar bunu yıllarca görmezden geliyorlar. Zaten eğitim sistemimizin de neresi doğru ki kürt çocuklarının eğitimine sıra gelsin... "Şu öğrenciler olmasa Milli Eğitim Bakanlığı çok kolay idare edilirdi" diyen Milli Eğitim Bakanı gördü bu ülke!   
Bir de Demirci Köyü’nde yokluk içinde yaşanan hayatlar var ama ‘yokluğun’ altı hiç çizilmiyor filmde. Zaten orada yaşayanlar da yoksulluğu ya da yokluğu pek o kadar dert etmiyorlar. Dolayısıyla film bir tuzaktan daha yırtıyor bu şekilde... Batılıların doğu deyince ilk aklına gelen o meşhur ‘vurgu’yu, yoksulluk edebiyatını yapmıyor.  
Bir yandan bakınca kusursuz bir film de değil aslında. Bunun nedeni ‘zaman zaman belgeselmiş gibi rol yapıyor’ diye düşünmemizi sağlayan kimi sahneleri... Özellikle de öğretmen Emre’nin annesiyle yaptığı telefon konuşmaları. Bunlar seyirci duysun diye yapılmış konuşmalar olduğu için ‘doğallık’ hissini biraz olsun zedeliyor. Bunun dışında filme başka bir kusur bulmak zor. 
Filmin Kanal D'den çıkan DVD'si güç de olsa bulunabiliyor... 
 
4. Barbara
Soğuk savaşın dört nala sürdüğü yıllarda, Doğu-Batı Almanya dekorunda geçen hikayelere hasret kalmıştık gerçekten de... 1980’lerin Doğu Almanya’sında biraz gergin ama kısık ateşte pişen bir hikayesi var “Barbara”nın.
Otorite tarafından ‘fişlenmiş’ ve sonunda taşrada bir kasabaya doktor olarak ‘yollanmış’ Barbara kasabaya gelir gelmez daha en baştan bütün planını Batı’ya kaçmak üzerine kurmaya başlar. Kendisini izole edilmiş hisseden Barbara, kasabanın yerel kliniğinde etliye sütlüye bulaşmadan vakit geçirip, kendisini düzenli aralıklarla kontrol eden devlet yetkililerininin aşağılayıcı tavırlarına sabrederek kaçışını sağlayacak ‘Batılı’ yatak arkadaşının işaretini bekleyerek gün saymaktadır adeta... Ama kısa bir süre sonra klinikte çalışan meslektaşı Andre’nin samimi ilgisi ve onun tıbbi bilgisine ihtiyaç duyan iki hastası sayesinde bir ikileme düşer. “Barbara” tam da bu ikilemin filmi işte: yıllardır özlemini kurduğun başka bir hayata doğru ‘kaçmak’ mı; ya da içinde bulunduğun hayatın belki de yeni keşfettiğin değerlerine sahip çıkarak ‘kalmak’ mı?    
Barbara’nın, otoriter bir düzen içinde de olsa kendi mutluluğunu yaptığı işin sorumluluğu ve  küçük yaşam zevkleriyle bulan Andre’nin samimi ilgisine kendisini yavaşça bırakması (hatta bir süre direnmesi) yönetmen Petzold’un hiç de zorlanmadan, ustalıkla atlatabildiği bir tuzak. Petzold’un kamerası olayların tahmin edilebilir bir noktaya gelmiş olduğu zamanlarda bile serinkanlılığını bozmuyor ve kahramanlarının psikolojilerinden en ufak bir uzaklaşma eğilimi göstermiyor. Barbara’nın özgürlük arayışını aslında güvenilir bir adam (ya da insan) olarak açıklayan finaline kadar yavaş bir tempoyla ilerleyen film en çok da Nina Hoss’un inandırcı performansından güç alıyor. Andre rolündeki Ronald Zehrfeld de samimiyetiyle seyircide haklı bir sempati duygusu yaratmayı başarıyor...  Filmin DVD’si bir ay önce Tiglon’dan çıktı...

5. Labirent – Labyrinth
Hâlâ her rastladığımızda kolayca gözümüzün takılabileceği “The Muppet Show”un yaratıcısı Jim Henson sinemalarda Muppet’lardan bağımsız olarak iki film yaptı. 1986 yapımı bu filminde Henson, Hollandalı grafik sanatçısı M. C. Escher’in Relativity (Görecelik) adlı eserinden büyük ölçüde ilham aldığı fantastik bir hikaye anlatır. Yerçekim kurallarının olmadığı, merdivenlerle, kapı ve pencerelerle dolu paradoksal ve yüzeysel bir bütünlüğün olmadığı bir mekanın tarifini yapan bu eserden büyük ölçüde yararlanan “Labirent”in öyküsü aslında “Alice Harikalar Diyarında”yı ve hatta “Oz Büyücüsü”nü fazlasıyla hatırlatmaktadır. Aşağı yukarı her çocuk masalı gibi büyülü bir yolculuğa çıkan ve Cinler kralı Jareth (David Bowie’den uygunu olamazdı) tarafından kaçırılan küçük kardeşini arayan Sarah adlı genç kızın (gencecik ve pırıl pırıl Jennifer Connelly), yolculuk sonunda hayata dair bir şeyler öğrenmesiyle de sonuçlanır. 
Escher’in “Görecelik” tablosunu daha filmin en başında Sarah’nın odasının duvarına yerleştiren Henson, film boyunca bu grafikten yola çıkarak labirent kavramını fantastik dokunuşlar eşliğinde sıkça kullanır. Sarah kapı gibi görünmeyen kapılardan geçer, iyi gibi görünen kimi kılavuzlardan kötülük görür, çok çirkin ve korkutucu bir karakterden de iyilik gördüğü gibi… Üstelik final sahneleri tam da Escher’in tablosundaki gibi bir merdiven topluluğu içinde geçer. David Bowie’nin Arif Mardin’le çalıştığı şarkıları da bu rüya gibi filme eşlik etmekte. Özellikle de “As The World Falls On” Bowie’nin diskografisi içinde sevilen bir aşk şarkısıdır...


15 Ekim 2012 Pazartesi

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 2

Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... 

1. Son Öpücük / L’ultimo Bacio














Eski günlerinden uzak olan İtalyan sinemasına yeni soluklar getiren iki yönetmen oldu 2000’lerde: Ferzan Özpetek ve Gabriele Muccino. Özpetek’in sinema anlayışının dinamikleri daha hikaye ve karakter odaklı. Muccino ise biçime de en az içerik kadar önem veren bir yönetmen. Bol diyaloglu filmlerini hareketli kamerasıyla, başvurmaktan çekinmediği plan-sekanslar ve dinamik bir kurguyla sunuyor. Asıl büyük başarısı ise bir Hollywood filminde abartıya ve yapaylığa sebep olan bu sinematografik kararları verirken duygusallıktan hiç ödün vermemesi. Bu yüzden Hollywood’dan teklif alıp orada bir-iki filme imza atması da kaçınılmazdı.
“Son Öpücük” ülkesinde olduğu gibi bizde de belli kesimlerce çok beğenilen bol ödüllü bir film. Çünkü hayatın çok içinden gelen bir hikayesi var. Birbiriyle bağlantılı sekiz ayrı karekterin evlilik, aşk ve bağlılık konularında yaşadığı gelgitleri son derece başarılı bir hikaye kurgusu eşliğinde anlatıyor film. Filmin merkezinde hamile olan sevgilisi Giulia ile evlenme hazırlığı yapan otuzlarına yeni girmiş Carlo var. Ancak Carlo bir türlü evliliğe hazır hissetmemektedir kendisini. Nitekim bir arkadaşının düğününde tanıştığı Francesca adlı genç bir kız onda yeni heyecanlar uyandırır. Carlo’nun evli arkadaşları da hayatlarından pek memnun değillerdir. Bu onun kafasını daha da karıştırır... 
Sonunda kenarda bir yerden kementi yiyen her erkek artık vahşi atlar gibi oradan oraya özgürce  koşturamayacaktır. Bu süreç bir bakıma erkeğin iğdiş edilmesine de benzetilebilir. Nitekim “Son Öpücük”te de kadınlar ne istedikleri konusunda genellikle çok ‘net’ler. Erkekler ise başka kadınlarla olabilme ‘şans’larına veda etmek zorunda hissetmekteler. Bu da ne yazık ki kadınların anlamakta çok zorluk çektiği bir erkek psikolojisi ve de hayli evrensel! Muccino bu psikolojinin yarattığı pek çok durumun komedisini de dramını da başarıyla yaratmayı biliyor bu filminde...  
“Son Öpücük”ün Kanal D'den çıkan DVD'sini özellikle D&R'ın kampanya DVD'leri içinde bulabilirsiniz...  

2. In Bruges 














Bruges (Brüj diye okunuyor) Belçika’da bulunan günümüze kadar korunabilmiş, Ortaçağ şehirlerinden biri. Belçika hükümeti şehrin üzerine titriyor bozulmaması için. Ve inanılmaz bir şey ama Avrupalı turistlerin adeta akın ettiği bu kent daha kendi sınırları içinden en ufak bir taşma bile (hani bizdeki mantıkla ‘bir tesis de şuraya konduralım’ girişimi) yaşanmamış. 
Geçen yılın Oscar adaylıklarında adından sıkça bahsettiren “In Bruges” (film ülkemizde vizyona girmedi, DVD’si için de Türkçe isim konulmamış) yönetmeni Martin McDonagh için rasgele seçilmiş bir şehir değil tabi ki. Pek yolunda gitmeyen bir işin ardından patronları tarafından yeni işlerini beklemek üzere oraya gönderilen iki tetikçinin hayatlarını sorguladıkları bir mekana -ya da moda deyişle 'Araf'a- dönüşüyor bu turistik ve sürprizlerle dolu şehir. Genç ve hedonist tetikçi (Farrell) ile tecrubeli, tarih meraklısı ortağı (Gleeson) bu bekleme sürecinde zaman zaman sıkılacak, bazen de varoluşlarını sorgulayacaklardır. Sonunda bambaşka bir sebeple orada tutulduklarını öğrenene kadar... 
Olayın içinde biri genç biri yaşlı iki tetikçi olduğunda aklınıza hemen Stallone-Banderas ikilisinin kapıştığı “Suikastçılar” (Assassins) gelmesin. Richard Donner’ın filmi hikayenin felsefesiyle pek az ilgilenip filmini ne kadar aksiyona boğduysa “In Bruges” da bunun o kadar tersini yapıyor. McDonagh senaryosunu da kendi yazdığı bu ilk uzun metrajlı filminde adeta zamanın donduğu bir şehirde sürgüne gönderilmiş iki farklı kuşağı birbiriyle değil kendileriyle hesaplaştırıyor... 
Ralph Fiennes’ın olaylara katılımıyla temposu artan filmin komedi dozu da, aksiyonu da, gerilimi de çok ‘ince’ ayarlanmış. Özellikle senaryosu BAFTA dahil pek çok festivalden ödüllendirilen bu şık filmin As Sanat'tan çıkmış DVD’si de zengin ekstra içeriğiyle ilgiyi hak ediyor... Küçük çaplı bir aramayla hâlâ da bulunabiliyor...    

3. İçimdeki Yangın / Incendies












Bir tiyatro oyununu böylesi bir sinema filmine çevirmek çok rastlanan bir durum değil. “İçimdeki Yangın” Radiohead’in “You and Whose Army?” adlı şarkısı eşliğinde başlar başlamaz seyircisini etki altına alıyor ve iki saati aşkın süresine rağmen de onu bir an bile kendi başına bırakmıyor...
Annelerinin ölümünden sonra onun vasiyetini dinleyen ikiz kardeşlerin önlerine iki zarf konur. Biri öldü sandıkları babalarına diğeri de daha önce varlığından hiç haberdar olmadıkları ağabeylerine iletilecektir... Kardeşler annelerinin Lübnan’daki iç savaş yıllarına uzanan gerçek hikayesine daldıklarında şok edici bir gerçekle yüzleşeceklerinden habersizdirler.  
1975’te patlak veren, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında başlayan Lübnan İç Savaşı’nda olaylar Filistin Kurtuluş Örgütü’ne ve oradan da İsrail’in katılımına kadar uzanmıştı. Bu süreç içinde sadece farklı dinlerden oldukları için birbirlerinden nefret eden insanlar, insanlıktan çıkmış bir şekilde korkunç cinayetler işlediler. İkizlerin annesi Nawal Marwan’ın bütün bu kaosun ortasında kalışı, daha doğar doğmaz kucağından alınan oğlunu arayışı ve 15 yıldan fazla bir süre yaşadığı büyük işkence, filmde içimizde gerçekten de bir yangın başlatacak şiddette bir sinema duygusuyla gözlerimizin önüne seriliyor.
Kanada’lı yönetmen Denis Villeneuve filmini ağır ağır ama etkili sahnelerle dolu, geçmişle bugünü iç içe geçiren sağlam bir senaryoyla (bir danışman eşliğinde kendisi yazmış) çekmiş. Filme başından sonuna eşlik eden melankolik ton, bittikten sonra da bir süre peşinizi bırakmayacaktır...   
Filmin Tiglon'dan çıkan DVD'si mağazalarda bulunabiliyor...

4. Yeryüzündeki Son Aşk / Perfect Sense

 
 











Dünyanın sonuyla ilgili ne kadar çok film yapılmaya başlandı farkında mısınız? İnsanoğlu kendi gidişatından hiç memnun değil. Belki bir toplu temizlik istiyoruz... İçgüdüsel bir ‘sil baştan’ arzusuyla da açıklanabilir belki bu istek... Biz bu dünyaya iyi davranmadığımız gibi birbirimize de iyi davranamadık... Son bir – iki yılda giderek kendisine daha çok yer bulan bu karamsar bakış bir aşk filmine dekor olunca daha çok iç burkuyor ve anlamını güçlendiriyor doğrusu...
Ama diğer yandan bu sona yaklaştıkça şiddetlenen aşk bize aslında sevmenin ne kadar vazgeçilemez bir dürtü olduğunu da anlatıyor. Lüks bir restoran aşçı olan Michael ile bir bilim kadını olan Susan’ın aşkı tam da büyük bir salgının keşfedildiği günlere denk düşüyor. İnsanlar arasında giderek yaygınlaşan ve beş duyuyu hedef alan bu hastalık önce kendisini farklı semptomlarla gösteriyor. Her krizden sonra duyulardan bir tanesi kayboluyor. Mesela önce hissizleşiyor insanlar, sonra koku alma duyuları yok oluyor... Bağır çağır bir sinir krizinin ardından duyma yetileri kayboluyor... Michael ve Susan hastalığın bütün aşamalarını bir şekilde kendi hayatlarına adapte ederek aşklarını yaşatmaya çalışıyorlar... Ta ki dünyanın sonuna kadar...
Yönetmen David Mackenzie filmini herhangi bir salgın filminden farklı olarak ‘salgın’ı motif olarak kullanıp aşkın kimyasına yoğunlaşıyor en çok. Tabi ki insanı insan yapan şeylerin kaybedilmesiyle sevginin de aynı kaderi paylaşıp paylaşmayacağını da araştırıyor. Film insanın hayatta kalma mücadelesi sırasında bile kalbinin sesini dinleyebileceğini anlatıyor. Mackenzie iki güzel insanı bulmuşken onları bol bol çıplak da bırakarak hikayenin estetik yanını da güçlendiriyor.
Ne var ki yine de ikilinin arasında doğan aşkın başlangıcı ve ilerleyişi finaldeki aşkın gözyaşartan şiddetiyle pek uyuşmuyor... Biz Michael ve Susan’ın birbirlerine karşı hislerinin sanki birbirleri yüzünden değil de yalnız kalmamak için güçlendiğini hissediyoruz. Filmin tek aksayan yönü sadece bu olmuş...  

5. Kabuslar Adası / Hierro













İspanyol korku filmlerinin belli bir çekiciliği var, artık ikna olduk... “Yetimhane” (the Orphanege) ve iki tane “Rec” filmi önce olmak üzere oradan gözlerimize ulaşabilen her korku-gerilim filmi belli bir seyir zevki veren filmler oldular.
 “Kabuslar Adası” (Hierro) aynı yapımcıların destekleriyle çekilmiş olmasının yanısıra hikayesiyle de az da olsa “Yetimhane”yle benzeşiyor.
Nitekim yine esrarengiz bir şekilde ‘yok olan’ çocuğunu arayan bir annenin izinden gidiyor film. Hierro adasına yapılan bir feribot yolculuğu sırasında küçük oğlu Diego’yu kaybeden Maria, altı ay sonra tarife çok uyan bir cesedi teşhis etmesi için adaya tekrar çağrılır. İşte Maria’nın gergin hikayesi de asıl bundan sonra başlar...
Film aslında metaforlarla dolu bir yolculuk. Maria’nın hikayesini Jung’cu bir yaklaşımla ele almak da mümkün, İncil’den yola çıkarak yorumlamak da... Nitekim ismi Maria olan annenin (İsa’nın annesi Meryem’e Jung’cu bir gönderme) sık sık onun babasızlığına vurgu yaptığı oğlu Diego’nun bir nevi Hz. İsa’yı temsil ettiğini kabul etsek, Maria’nın oğlunun ölümüne inanmayıp onu arayıp durması da İncil’deki bir hikayeyi andırıyor. Nitekim Hz. İsa’nın ölümünden sonra Meryem’in onun mezarına giderek onun canlanmasını beklemesi İncil’in birinci kitabı Matta’da geçen bir hikaye... Şimdi sıkı durun; Filmde Maria, Hierro adasında oğlu sandığı başka bir çocuğu buluyor. Onun adı da Mateo... Yani Matta’nın (Havari Matthew’un adı) İspanyolca karşılığı...
Dolayısıyla film aslında bir anlamda sorunlardan çıkışı din olarak görenlere karşı gizli bir eleştiri savuruyor. Nitekim burada seyir zevkinizi bozacağı için açıklayamadığımız  çarpıcı final, Maria’nın bulduğu çözümün pek de dinle alakası olmadığını gösteriyor...
Genç yönetmen Gabe Ibanez’in ilk uzun metrajlı filminde zaman zaman ritmin düştüğü, hikayenin sarktığı sahnelerde devreye görüntü yönetmeni Alejandro Martinez’in olağanüstü görüntüleri giriyor.
“Kabuslar Adası” bir adaya hapsedilen gizemli bir atmosferi olağanüstü görüntülerle süsleyen bir ilk film. Yönetmen Gabe Ibanez’in daha iyi filmleri olacaktır, merakla bekleyebilirsiniz...