Eleştirmenin Not Defteri

Film eleştirisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Film eleştirisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2016 Cuma

HESAPLAŞMA

Herkes kendi filminde!
Bir filmde Al Pacino ve Anthony Hopkins olunca insan gerçekten de büyük bir film bekliyor doğrusu. Ama “Hesaplaşma” bizim bu beklentimizi ve güvenimizi adeta orijinal ismindeki gibi ‘suistimal’ ediyor!  
“Hesaplaşma” bir fidye hikayesi gibi başlıyor. Son zamanlarda hakkında açılan iş davalarıyla uğraşan, ilaç endüstrisinin dev şirketlerinden birinin sahibi olan Arthur Denning’in (Anthony Hopkins) genç sevgilisi kaçırılır ve yüklü bir fidye istenir. Denning ödemeyi yapmaya karar verir. Ancak durum bundan çok daha farklı bir şeydir. Bundan bir hafta öncesine gideriz ve genç sevgili Emily’nin eski erkek arkadaşıyla tanışırız. Büyük bir hukuk firmasının genç avukatı Ben çok hırslı bir adamdır. Bebeklerini kaybettiklerinden beri karısıyla arasında bir mesafe vardır. Eski sevgilisi Emily’nin sosyal medyadan onu bulmasıyla tüm dengesi altüst olur. Ben, Emily sayesinde çalıştığı firmada yükselmek için bir fırsat yakalamıştır böylece. Firmanın patronu Abrams (Al Pacino) ona bu fırsatı verir. Ama yine hiçbir şey göründüğü gibi değildir! 
Bu hiçbir şeyin göründüğü gibi olmaması ve kalabalık karakterlerinin herbirinin farklı amaç ve dertlerinin olması onları bir türlü inandırıcı bir birlikteliğe götüremiyor. Al Pacino ve Anthony Hopkins kendilerini otopilota alıp takılmışlar filmde. Hatta Al Pacino dalga geçer gibi oynuyor... Yönetmen Shimosawa ise en küçüğünden en büyük rolüne kadar hep tanıdık ve iyi oyuncuları (Josh Duhamel hariç!) toplasa da, bol bol kamerayı kaydırıp gergin sahneler tasarlasa da olan biten olaylarda yakaladığımız açıklar bizi bir türlü hikayeyle başbaşa bırakamıyor.
Emily’nin amacı nedir, ne istiyordur? Onun peşindeki Koreli motorlu vatandaş niye öyle melankolik, ne yaşamış da böyle olmuş? Ben’in karısı acılı bir anne mi yoksa zombi mi? Niye herkes başka bir filmin içindeymiş gibi oynuyor? Josh Duhamel niye bu kadar kötü bir oyuncu? Bunlar gibi sorular film boyunca beynimizi meşgul ediyor işte... “Hesaplaşma”da yapılmak istenen şey aslında iki büyükbaşın ortasında kalmış hırslı ama çaylak bir avukatın hikayesini anlatmak sanırım ama o kadar dağılmış ki mesele, yazık olmuş... 2/5

Hesaplaşma
Yönetmen: Shintaro Shimosawa
Oyuncular: Josh Duhamel, Anthony Hopkins, Al Pacino, Malin Akerman, Alice Eve, Byung-hun Lee, Julia Stiles
106 dakika

MISIR TANRILARI

Tanrılar çıldırmış olmalı!

Bazı filmler amaçlarının dışında bir şeye sebep olurlar. “Mısır Tanrıları” çok iyi bir film olmayabilir, ama genç seyircileri mitoloji okumaya davet eden bir etki yaratabilir!


Hollywood’un zaman zaman mitolojiye dalıp istediği değişiklikleri yaparak aksiyon filmi üretmesine iyice alıştık zaten. Mısır mitolojisinde çok bilinen bir hikayedir bu: Tanrı Ra’nın birbirlerinden nefret eden iki oğlu Osiris ve Set’in hesaplaşması Set’in Osiris’i öldürmesiyle biter. Ancak Osiris ölümünün ardından öteki dünyanın efendisi olur. Set de tahta geçer ancak Osiris’in oğlu Horus büyüyünce amcasına kafa tutar. Bu sefer Set-Horus çekişmesi başlar. Ancak Set Horus’u uykusunda yakalar ve kör eder. Annesi Isis onu iyileştirir ve amcası Set ile büyük bir deniz savaşına girişir. Ancak tanrılar duruma el koyar ve Set’i sürgüne, Horus’a da tahta gönderirler.
En bilinen haliyle bu hikaye böyleyken “Mısır Tanrıları” filminde senaryo, “Gladyatör” gibi filmler model alınarak yazılmış. Barışsever kardeşinin tahtı kendi oğluna bırakmasına sinirlenen Set, taç giyme töreni sırasında kardeşini öldürüp Horus’u da kör eder. Sonrası, iyice berduşa bağlayan Horus’un sıradan ve ölümlü bir genç hırsız olan Bek tarafından uyandırılıp Set’i tahttan indirmesini sağlamaya kalmıştır. Tanrılara güvenmeyen Bek ile liderlik konusunu o güne kadar kendine hiç dert etmemiş egosantrik Horus’un intikam yolunu izliyoruz filmin geri kalanında.
Yani mitolojinin sihirli dünyası biraz törpülenip alıştığımız ‘kahramanın yolculuğu’ formatına iyice endeksleniyor. Macera boyunca Horus’un sorumluluk duygusu ve adil olmak konusunda aldığı derslere Bek’in tanrılara yeniden inanç duyması eklenecektir elbette. Set ise tahta gelir gelmez şehirdeki özgürlük havasını sona erdirip, halkı köleleştirip, şehri binalarla doldurmuş; gökyüzüne değecek biçimsiz bir kule yaptırmaya çalışmıştır!
Diğer 299 arkadaşı ne yaptın acaba?
“Gizemli Şehir” (Dark City) filmiyle gönlümüzde taht kuran yönetmen Alex Proyas’ın filmi bir görsel efekt bombardımanı adeta. Bir süre sonra izlediğimiz görüntüler tümüyle animasyonmuş gibi görünmeye başlıyor. Ama Set’i oynayan Gerard Butler (300 Spartalı) ile Horus rolünde izlediğimiz Nikolaj Coster-Waldau (Game of Thrones) ile çekici kadın oyuncular belli ölçüde ilgiyi koruyorlar. Özellikle genç seyircilerin Horus ve Bek’in kötü adamı yakalamaya çalışan iki zıt karakterli polis gibi olmalarına da çok takılmayıp, hikayenin doğru versiyonunu hatta tüm mitolojik hikayeleri okumalarını tavsiye ederim. 2,5 / 5

Mısır Tanrıları
Yönetmen: Alex Proyas
Oyuncular: Brenton Thwaites, Nikolaj Coster-Waldau, Gerard Butler, Courtney Eaton, Elodie Yung
127 dakika


13 Şubat 2016 Cumartesi

DEADPOOL

Benzersiz bir süper kahraman!

Wade Wilson ya da namı diğer, “Deadpool” hiç alışık olmadığımız bir süper kahraman. Onun benzersiz hikayesinin filmi ise tam bir eğlence bombası...

Deadpool’u diğer Marvel kahramanlarından ya da aslında diğer bütün çizgi roman karakterlerinden ayıran özelliği ‘farkındalığı’. Çünkü Deadpool bir çizgi roman kahramanı olduğunun gayet bilincinde bir süper kahraman ve bunu seyirciyle sık sık paylaşıyor..
İlk kez 90’lı yıllarda çizgi roman dünyasına adım atan Deadpool’a ben de çok aşina değildim açıkçası. Ancak çizgi roman raflarında yaptığım kimi okumalarda gördüğüm o ki “Deadpool” süper kahraman evreninin en edepsiz, en doğrudan, en vahşi ve en geveze karakteri. Öyle maceraları var ki mesela bir tanesinde bütün Avengers kahramanlarını tek tek öldürüyor. Örümcek Adam’ın bile gözünün yaşına bakmıyor. Bir diğerinde edebiyat tarihinin en sevilen kahramanlarına saldırıp hepsini çok vahşi biçimlerde katlediyor. Don Kişot’u, Sherlock Holmes’u, Tom Sawyer’ı bile hatta! Deadpool, bu cüretkar ve hayli kanlı mizahıyla tabi ki çocuk okurlar için örnek bir kahraman değil. Zaten filmi de ülkemizde 15+ yaş sınırıyla gösterilmekte.   
Eski bir ordu mensubu olan Wade Wilson, geçimini kiralık kabadayı olarak sağlamaktadır artık. Ancak bir gün yeni sevgilisiyle mutlu mesut yaşarken kanser olduğu haberini alır. Esrarengiz bir organizasyon onu farklı bir yöntemle iyileştirebileceğini söyler. Wilson bu işkenceyle dolu ‘tedavi’yi kabul eder, iyileşir iyileşmesine ama karşılığında yanıklar içindeki vücudunu ve yüzünü bir maskenin ardına saklamak zorunda olan ölümsüz bir ölüm makinesine dönüşür. O artık intikamının peşine düşmüş, merhamet ve vicdan gibi duygulardan muaf ama çok utanmaz bir mizah anlayışına sahip Deadpool’dur. Ana hikayesinde çok büyük bir buluş olmasa da bundan sonrası birbirinden vahşi ve eğlenceli aksiyon sahneleriyle dolu.
“Deadpool”, gösteri sanatında seyirci önündeki bireyin seyirciyle iletişime geçmesine verilen ‘dördüncü duvarı kırmak’ deyimine şahane buluşlarla yeni anlamlar katıyor adeta. Deadpool, bütün olan bitenler sırasında seyirciyle şakalaşıp, bunun bir film olduğunu sık sık açık ediyor. Başka filmlerle, süper kahramanlarla alay ediyor. Gerçek dünyaya ait oyuncular, şarkıcılar ve daha bir sürü pop kültür malzemesi diyaloglarda ve sahnelerde kendisine yer buluyor. Çizgi roman ve Marvel evrenine dair de müthiş iğnelemeler yapıyor Deadpool. "X-Men" filmlerine ve bizzat Ryan Reynolds'ın kendisinin canlandırdığı "Green Lantern"a laf sokması şahaneydi mesela...
Şimdiye dek gördüğümüz en dürüst jeneriklerden biriyle açılan film, asıl kahramanların filmin senaristleri olduğunu yazarak eleştirmenlerin alanına bile giriyor! Çünkü filmin gerçekten de en güçlü yeri senaryosu ve film daha başlarken buna kendisi dikkat çekiyor.
Daha ilk sahnesinden bile farkını ve eğlencesini belli eden “Deadpool” haftanın en eğlenceli yetişkin filmi... 4/5

Deadpool
Yönetmen: Tim Miller
Oyuncular: Ryan Reynolds, Morena Baccarin, Ed Skrein
108 dk.  

6 Şubat 2016 Cumartesi

CAROL

“Carol”, hem Cate Blanchett’in mükemmel oyunculuğu hem de büyüleyici görselliği için mutlaka sinemada izlenmesi gereken filmlerden biri..

Zamanında Ang Lee'nin “Brokeback Dağı” (Brokeback Mountain) vizyona girdiğinde iki kovboyun birbirine duyduğu aşkı ayıplayan, ayrımcılık penceresinden bakarak yargılayan insanlara şöyle diyordum hep: “Kabul etmek zorunda değilsiniz ama neden cinsiyet üzerinden okumak zorundasınız bu filmi? Neden bir insanın bir insana duyduğu aşk olarak göremiyorsunuz bu hikayeyi?”
“Carol”da 1950’lerin Amerika’sında boşanmak üzere olan bir kadın olan Carol, gencecik bir tezgahtar kıza aşık oluyor. Küçük kızına bir oyuncak almaya gelmiştir büyük bir oyuncak mağazasına ama en güzel hediyeyi kendisine seçer bir anlamda. ABD’nin en tutucu zamanları yaşanıyordur. Hem kadınlardır, hem farklı bir sosyal çevre ve sınıfa aittirler, hem de aralarında yaş farkı vardır. Üstelik Carol’ın kocası tek çocuklarının velayetini almak için dava açmıştır. Carol aşkını özgürce yaşayabilmenin yollarını arayıp bulmak zorundadır.
“Carol”ın çok lezzetli bir film olmasının nedeni sadece hikayesi değil aslında. Evet ünlü yazar Patricia Highsmith’in gerilimli bir aşk romanı olan “Tuzun Bedeli” romanından uyarlanmış ancak Phyllis Nagy’nin senaryosu hikayenin polisiye kısmını tümüyle çıkarmış hikayeden. Böylece karşımızda filme adını veren Carol adlı bir kadının züppe bir zengin, fedakar bir anne ve çok aşık bir kadın kimliklerine sırasıyla geçişine şahit oluyoruz. Filmdeki üç şey büyüleyici bir tonda bir araya geliyor. Cate Blanchett’in olağanüstü performansı bunların ilki. Oyuncu rol aldığı her filmdeki gibi karakterinin duygu dünyasını içinde olduğu en küçük görüntü anında bile seyircisine hissettirebiliyor. Yönetmen Todd Haynes’ın ise bu hikayeyi sunuş tarzı kusursuz. Haynes hikayenin merkezindeki iki kadını da sık sık buğulanmış ya da ıslanmış camların arkasında gösteriyor. Aralarındaki saydam engelin belli belirsiz altını çiziyor sürekli. Görsel olarak dönemin ünlü ressamlarının, fotoğraf sanatçılarının eserlerine ve “Kısa Tesadüfler” (Brief Encounter) gibi filmlere çok ince, narin göndermeler yapıyor. İki kadının eşcinsel aşkını asla basite indirgemeden, şairane bir sinemayla anlatıyor. Filme bu tonu veren çok önemli bir etken de Carter Burwell imzalı müzikleri... Filmin melankolik atmosferini tamamlayan çok duygusal, akılda kalıcı, melodik ve kulaktan kalbe akıp giden müzikler bu aşk hikayesine eşlik ediyor. Hikayenin genç kızı Therese’i canlandıran Rooney Mara da Audrey Hepburn’u andırıyor sürekli ve bu hikayeye başka bir çekicilik daha katmayı başarıyor.  
“Carol” Oscar ödüllerinde daha çok adaylığı haketse de sadece 6 dalda aday olabildi.  Uyarlama senaryosu, Cate Blanchett’i, müziği ve görüntü yönetimiyle aday olduğu bu dalların en güçlü filmlerinden biri. 5/5

Carol
Yönetmen: Todd Haynes
Oyuncular: Cate Blanchett, Rooney Mara, Kyle Chandler, Sarah Paulso
118 dakika

5 Şubat 2016 Cuma

KÖTÜ KEDİ ŞERAFETTİN

İyi bir yetişkin animasyonu ama...
“Kötü Kedi Şerafettin” mizah yazarı/karikatürist Bülent Üstün’ün 1990’larda L-Manyak dergisinde çizmeye başladığı çizgi seriydi. Üstün’ün Şero’su, Cihangir’de bohem bir hayat yaşayan Tonguç’tan üremiş yarı insan yarı kedi bir canlıdır. Hikayedeki bütün hayvanlar insanlar gibi konuşabilmektedir. Ama Şero’nun sık sık “insan mıyız lan biz!” diye söylendiği gibi daha bir kendilerine has yaşam kavgaları vardır bu hayvan karakterlerin. Üreme, beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını sağlamaya yönelik sert tavırlarıyla en az insanlar kadar vahşi ve hedonisttirler, ama diğer yandan da ne istedikleri konusunda insanlardan daha dürüstlerdir. Şero mesela yabancı türdaşı Garfield’dan farklı olarak alkol ve tütün ürünleriyle fazlasıyla barışık, libidosu fazlasıyla yüksek ve tembellik etmekten ziyade, sürekli hareket halinde olmayı tercih eden kabadayı bir kedidir. 
Yıllardır kendine ait sadık kitlesi tarafından hararetle takip edilen Şero’nun yaklaşık sekiz yıldır bir sinema filmi yapılması için uğraşılıyordu. Nihayet sonlandırıldı ve bu hafta vizyona çıktı.
evdeki beş cildi çıkarıp
göz gezdirmenin zamanı gelmiş demek ki...
13 yaşından büyük izleyicilere hitap eden film, Bülent Üstün’ün ilk Şero hikayelerine oldukça bağlı kalan bir yapıda. Şero’nun nasıl dünyaya geldiğini es geçerek, Cihangir’deki düzenine göz atıp, yanlışlıkla ölümüne sebep olduğu çizerin zombileşmesiyle başlayan hareketli bir kovalamacayı konu alıyor film. Tıpkı çizgi romanında olduğu gibi argo ve küfürlerin gırla gittiği, şiddetli kavgaların yer aldığı animasyon film, teknik anlamda şimdiye dek izlediğimiz tüm yerli animasyonlardan daha iyi. İki küçük meselesi var sadece. Yıllarca kağıttan okuduğumuz bu kahramanları bir anda bize sunulan seslerle hemen kabul edemiyor, ilk 15-20 dakikasında yadırgıyoruz belki biraz. Hatta zaman zaman bazı cümleler arada kaynayıp gidiyor. Çünkü animasyon seslendirmelerinde çok yapılan bir klişe burada da yer buluyor kendisine. Her biri çok değerli olan isimler kendilerine ait karakterleri olduklarından daha komik seslerle seslendirmişler. Ama dakikalar geçip alıştıkça buna çok takılmıyor kulaklarımız. Diğer mesele ise filmin çok büyük arızaları olmayan senaryosunun yine de gayet ‘hafif’ kalması. Zombi çizerin bir türlü ölmeyip oradan buradan çıkmasına kitlenip kalıyor hikaye, biraz tekrara düşüyor ister istemez... Araya bu hikayeyle çok ilgisi olmayan bir soygun macerası da karışıyor. Şero'nun oğlu Tacettin'in gelişi, Tonguç'un evsahibesiyle yaşadığı problem ve Şero'nun 'manitası' Misket'le tanışması da var bu hikayenin içinde ama ana hikaye omurgası olarak zombi çizer belirlenince bu yan hikayeler küçük kalıyorlar. Çünkü kaçma-kovalamaca yani hareket çizgisi getiriyor zombi hikayesi. Oysa bir yetişkin animasyonunda harekete-aksiyona bu kadar ihtiyaç yoktur. Sonuçta hedef kitleniz çocuklar değildir... 
Yani film şimdiye dek izlediğimiz en iyi Türk yapımı aksiyon olabilir ama yukarıda saydıklarımın ışığında, izlendiği sürenin dışına taşamıyor çok fazla, sadece kendi süresi içinde eğlendirebilen filmler arasında yerini alıyor. Ama yine de çok güzelleşebilecek bir serinin ilk filmi için gayet tatminkar sayılır. Daha güzel filmlere kapı açar inşallah bu ilk film... Tekrar tekrar belirtmeli diğer yandan, animasyon olduğuna aldanıp küçük çocuklarınızla gitmeye kalkmayın sakın. “Kötü Kedi Şerafettin”, aynen dergi sayfalarından fırlayıp çıkmış kadar sert ve tavizsiz! Hatta yaş sınırının daha da yüksek olmasını göze alıp, bence daha da ileri götürebilirdi işi... 3,5/5

Kötü Kedi Şerafettin
Yönetmenler: Mehmet Kurtuluş, Ayşe Ünal
Seslendirenler: Uğur Yücel, Demet Evgar, Okan Yalabık, Yekta Kopan, Ayşen Gruda, Ahmet Mümtaz Taylan
82 dakika

29 Ocak 2016 Cuma

İFTARLIK GAZOZ

Bir zamanlar Türkiye’de...

“İftarlık Gazoz”, kimi dağınıklıklarına rağmen çok samimi, duygusal ve şu zamanda izlenmesi gereken bir film... Cem Yılmaz’ı ise asıl bu filmde görün...

Yönetmen Yüksel Aksu ilk filmi “Dondurmam Gaymak”ta en rahat olduğu bölgelerde dolaşacağının işaretini verenm bir yönetmendi. Özellikle popüler sinemamızın ve televizyon dizilerimizin ikibinlerde bulduğu yeni bir damardı Ege insanının hikayeleri... Aksu ege taşrasını çok iyi bilen, oralı bir sinemacı. Çağan Irmak'ın “Babam ve Oğlum”u (2005) ve Aksu'nun “Dondurmam Gaymak”ı (2006) bu damarın sinemamızdaki parlayan yıldızları oldular. Yüksel Aksu üçüncü filmi “İftarlık Gazoz”da da bu en iyi bildiği sularda yüzmeye devam ediyor.
1974’te Muğla’nın Ula ilçesinde bir ilkokul öğrencisi olan Adem yaz tatilinde mahallenin gazoz satıcısı Cibar Kemal’in yanında çırak olarak işe başlar. Tütün tarlalarında çalışan anne-babası ve diğer büyükler farklılıklarına rağmen birbirleriyle iyi geçinen insanlardır. Adem o sıcak yazda ustası Cibar’ın yanında çıraklık yaparken ilk oruç deneyimini yaşayacak ve büyümenin acılı bir deneyim olduğunu da keşfedecektir.
Yüksel Aksu “İftarlık Gazoz”da bir bilinç savaşı anlatıyor aslında. Sadece küçük bir çocuğun büyümesiyle gelen bilinçlenme değil burada bahsettiğim. Tütün işçilerinin, uğruna deliler gibi çalıştıkları patronlarının devrimci oğlunun ve arkadaşları tarafından bilinçlendirilme çabaları, kasaba imamının kendince cemaatini islamla bilinçlendirme çabaları, Adem’in anne-babasının oğullarını doktor/mühendis olması için bilinçlendirme gayreti, devletin resmi eğitimle vatandaşlarını ‘bilinçlendirme’ çabaları... Bütün hepsi birbirinin içine geçmiş büyük bir karmaşadır. Oysa kasabalılar için hayat çok basittir: “Cenab-ı Allah dünyayı yaratmış, Atatürk de vatanı kurtarmış”tır. Gerisini bilmeye gerek yoktur! 
Adem film boyunca bu ‘bilinçlendirme’ çabalarının tamamına maruz kalıyor. Bütün büyüme hikayesi filmlerinde olduğu gibi örnek aldığı biri vardır elbette: devrimci Hasan abi. Ancak tabi ki de bu sistem içinde en zararlısı ve istenmeyeni de odur (!) çünkü düşünen, okuyan, vicdanlı ve iyi bir insandır!

Cem Yılmaz çok iyi...
Türkiye toplumu her ülkenin yaşadığı bu büyük engeli bir türlü aşamadı. Köy enstitülerinin kapatılmasından 1980 darbesine, faili meçhul cinayetlerden ta bugünkü halimize kadar sürekli sekteye uğratılan ve yanlış yönlendirmeyle yolundan saptırılmış bu ‘bilinçlendirme’ çabaları... Diğer yandan, masum ev yapımı gazozlarımız kapitalist meşrubatlarla elimizden alınacaktı, fakir olduğumuz hoşlandığımız kızın annesi tarafından yüzümüze vurulacaktı, bikinili kızlara bakmak daha en baştan yasaklanacaktı... “Açlık” sadece ramazanda değil hayatımızın her yerinde var olacaktı illa ki...  
“İftarlık Gazoz”daki masum Adem bizsek eğer, babası Osman ve ‘baba yarısı’ ustası Cibar da evin rızkı peşinde koşmaktan başka bir şey düşünemez olmuş şaşkın büyüklerimizdi. Çoğumuz yolumuzu kendimiz bulmak zorundaydık. “İftarlık Gazoz” işte bunun filmi. İçi boş komedilerle, korku filmleriyle dolu bu ortamda bu filmi yapmaya karar veren herkese teşekkür etmeli. Ama keşke seyirci ilgisine daha çok yaklaşmak için bazı sahnelerin uzamasına izin verilmese, finale doğru ağlatmak için çaba gösterilen bir film olmasaydı yine de. Aksu, Cibar’ın da söylediği gibi ‘azı karar çoğu zarar’ diyebilseydi. “Cennet Sineması”na yakın duran masalsı tondan çok “400 Darbe”nin çarpıcı gerçekliğine yakın dursaydı. Suratımıza tokat gibi inseydi. Tatlı bir film izleyip güldük, duygulandık diyerek değil, tokat yemiş olarak çıkabilseydik salondan. Sanırım şu an en çok öyle bir şey lazım çünkü uyanmamız için... Ya da evet, ben hâlâ insanların film izleyerek bile değişebileceklerine inanan saf bir romantiğim! 
Filmin bütün oyuncuları çok iyi, ama Cem Yılmaz’ın oyunculuktaki asıl tonu kesinlikle bu. Hayranı olduğu Sadri Alışık gibi en iyi performanslarını trajikomik karakterlerde çıkarıyor en çok. Küçük oyuncu Berat Efe Parlar da o güzel gözlerinin hakkını veriyor film boyunca... 3,5/5

İftarlık Gazoz
Yönetmen: Yüksel Aksu
Oyuncular: Cem Yılmaz, Berat Efe Parlar, Ümmü Putgül, Yılmaz Bayraktar, Okan Avcı, Macit Koper 
105 dakika

23 Ocak 2016 Cumartesi

DİRİLİŞ

Hepimiz vahşiyiz!

Bu seneki Oscar ödüllerinin en büyük favorilerinden biri olan “Diriliş”, büyük olasılıkla Leonardo DiCaprio’ya da yıllardır beklediği ödülü getirecek...

Aslında “Diriliş” enikonu bir savaş filmi. 19. yüzyılın ‘yeni kara’sında, Amerika’da gerçekten yaşandığı bilinen bir hikayenin biraz daha süslenerek uyarlanmış hali. Aynı hikâye 1971 yılında başrolünde Richard Harris’in olduğu “Man in the Wilderness” adlı bir filme daha kaynaklık etmişti. Kürk avcılarına sert doğa koşullarında, kızılderili bölgelerinin dışında kalmaları için kılavuzluk eden Hugh Glass’ın hikayesi bu. Oğluyla birlikte ekibe yol gösteren tecrübeli iz sürücü, beklenmedik bir kızılderili saldırısından birkaç kişiyi son anda kurtarır. Ancak sonrasında tek başına keşif yaparken bir ayının saldırısına uğrar ve ölümcül yaralar alır. Diğerleri onu bir süre taşımaya çalışsalar da sonunda dayanamazlar. Liderleri Yüzbaşı Henry, onu oğlu ve iki adamıyla geride bırakmak zorunda kalır. Henry adamlarından John Fitzgerald’a, Glass ölene kadar başında durmalarını, öldükten sonra da onu uygun bir şekilde defnedip yola devam etmelerini söyler. Ancak başından beri Glass’la anlaşamayan Fitzgerald, bu anlaşmayı bozar. Diğer adamı da kandırarak baba-oğulu ölüme terkeder. Ama Glass ölmemiştir ve adeta yeniden doğarak Fitzgerald’ın peşine düşer...
“Diriliş”in hikâyesi aslında klasik bir intikam hikayesi. Gerçekten yaşandığına inanılan hikaye daha da dramatize edilmiş. Iñárritu bu 'vahşi doğada yaşam mücadelesi' hikayesini daha çarpıcı hale getirmek için kimi sert ve dramatik tercihler yapmış. Bu hamlelerin sonunda hikâyenin sadece Glass’ın ‘intikam’ hikâyesi olarak kalmayıp, adeta ‘bir dünya savaşı’ filmi olduğunu da söyleyebiliriz. Beyazlar önce kürkleri için hayvanları öldürüyorlar. Sonra kızılderililer kürk avcılarını öldürüp, kürklere el koyuyorlar. Sonra anlıyoruz ki başka beyazlar yerlilerin her şeylerine el koymakla kalmayıp reisin kızını da kaçırmışlar. Hikayenin devamında hayvanlar insanları öldürmekte, beyazlar beyazları hatta hayvanlar da diğer hayvanları... Bu çetin savaşa doğanın sert koşulları da katılıyor. Ağaçlar ve gökyüzü bu kıran kırana geçen savaşın sessiz tanıklarıdır. Dünyanın şiddeti dünyanın yaşıyla aynı yaştadır ne de olsa...

Soğuğu hissediyorsunuz..
Glass’ın insanüstü bir çabayla, adeta intikamına tutunarak verdiği bu yaşam mücadelesi çok çarpıcı sahnelerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Adeta birkaç kere yeniden doğuyor Glass; bir mezardan çıkıyor, bir hayvanın karnında geceliyor, açlıkla, soğukla, ölümcül yaralarla başa çıkıyor... Onu acılı ve dul bir baba olarak karşımıza koyması ise filmin yumuşak karnı. Ailesini kaybetmiş bir adam olmasa yaşama bu kadar tutunmayacak, yaşama dürtüsünü kaybedip, bir yerde teslim mi olacaktı illa ki Glass?
Buna karşılık kamerasıyla bir sinema ziyafeti sunuyor bize Innarritu, bazı uzun süreli ‘tek çekim’ler, efektleri çok iyi gizlenmiş heyecanlı sahneler ve kameranın zaman zaman karakterlerin yüzlerine iyice yaklaştığı anlar hikayeyi olduğundan daha gerçek kılıyor. Mesela soğuğu oturduğumuz yerden bu kadar hissettiğimiz film sayısı azdır.  
Leonardo DiCaprio’nun bir ayı tarafından resmen ‘harcandığı’ sahne de inandırıcılığından dolayı çok zor izleniyor. DiCaprio’nun nefes nefese ve belli ki ‘çok üşüyerek’ verdiği bu performans artık nihayet bir Oscar’ı da hakediyor. Tom Hardy’nin kendisinden beklenenin ne eksik ne fazlasını verdiği kötü adam performansı da etkileyici tabi ama yine de Oscar adaylığı getirmeli miydi tartışılır... 3,5/5

Diriliş
The Revenant
Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Tom Hardy, Will Poulter, Domhnall Gleeson, Ferrest Goodluck
156 dakika

8 Ocak 2016 Cuma

THE HATEFUL EIGHT

Bu hikayenin bir kahramanı yok!
Quentin Tarantino’nun 8. sinema filmine kötü denilemez ama, ünlü yönetmenin eski  filmlerini de aratıyor.
Amerikan İç Savaşı bitmiş, ‘vahşi batı’nın da son demleridir. Çok sert geçen bir kış mevsiminde, ödül avcısı John Ruth, bir posta arabasıyla, yeni yakaladığı, başına ödül konmuş Daisy Domergue adlı bir kadını asılması için Red Rock kasabasına götürüyordur. Fırtına yüzünden yolda kalmış başka bir ödül avcısı olan, eski asker Warren’ı ve sonrasında rastladıkları ve Red Rock’ın yeni şerifi olduğunu iddia eden Mannix’i de arabaya almak zorunda kalır. Bu uyumsuz dörtlünün yolculuğu giderek artan kar fırtınası yüzünden sekteye uğrayacak ve Minnie’nin Yeri adlı bir konaklama yerine sığınacaklardır. Minnie’nin yerinde de onları bekleyen Bob, Mobray, Joe Gage ve emekli general Sandy Smithers vardır. İçerde şiddet dozu giderek artan bir sürü şey yaşanacaktır!
Filmin ilk yarısı, bütün karakterleri yavaş yavaş bir araya getirmeye çalışıyor ve eski Tarantino diyaloglarını özleten bol bol gevezelik içeriyor. Bariz bir sıkıntı iyice kendisini göstermeye başladığı anda Tarantino, filmin ortasına anlatıcı gibi girip kendi sesiyle aslında öykünün göründüğü gibi olmadığını bize söyleyip, çıkıyor! Sonrası korku filmlerine taş çıkartan bir kan ve dehşet senfonisi... Filmin merkezinde yer alan ve yer yer tekinsiz bir korku filmi canavarı gibi gösterilen Daisy’nin sürekli ve yerli yersiz hırpalandığı filmin, kadın düşmanlığı yaptığını da söylemek mümkün. Çünkü bu sahneleri eğlenceli bir vodvil duygusuyla sunuyor Tarantino. Aslında kendisi "Kill Bill" ve "Jackie Brown" gibi güçlü kadın kahramanlı filmler çekmiş bir insan, "Soysuzlar Çetesi"nde (Inglorious Basterds) bile kadınlara güçlü roller yazmış bir senarist. Buradaysa sanırım rayından çıkan egosantrik bir durum da var. Zaten takip ettiğimiz kadarıyla Quentin Tarantino ve Daisy'i canlandıran Jennifer Jason Leigh'in bugünleri filmin mizojinik olmadığını anlatmakla geçmekte...   
Diğer yandan filmin kafası da karışık. Film bize Amerikan ırkçılığıyla ilgili bir şeyler anlatmaya çalışıyor hatta belki de bu konudaki gidişata karşı umutsuz bir eleştiri de getiriyor denebilir. Ama sonuçta yine de bir netliğe kavuşmak çok da mümkün olmuyor. Ortada dolaşan ve Abraham Lincoln tarafından yazıldığı söylenen bir mektubun hikayesi var ama istenen yere bağlanamıyor bir türlü. Kuşkusuz filmin lezzet veren kimi nitelikleri de yok değil. Çünkü bu yine de bir Tarantino filmi! 
Ennio Morricone’nin müziği, kamera pek fazla dışarı çıkamasa da 70mm formatın verdiği büyük genişlik hissi, birbirinden iyi oyuncuları ve sürprizli sahneleri belli bir ilgiyle izletiyor filmi. Ama Tarantino’nun “Ucuz Roman” (Pulp Fiction) günleri çok çok gerilerde kalmış anlaşılan... 2,5/5

The Hateful Eight
Yönetmen: Quentin Tarantino
Oyuncular: Kurt Russel, Jennifer Jason Leigh, Samuel L. Jackson, Walton Goggins, Demian Bichir, Tim Roth, Michael Madsen, Bruce Dern, James Parks
167 dakika


1 Ocak 2016 Cuma

KOCAN KADAR KONUŞ: DİRİLİŞ

Her şey evlilik aşkına!
Evliliğe odaklı yetiştirilen Türk kızlarının medarı iftiharı Efsun, “Kocan Kadar Konuş: Diriliş”te eleştirdiği ne varsa bir bir yapıyor evlenebilmek için...

Romantik komedi türüne ait filmler tabi ki evliliği özendirici, tek eşliliği savunan ve daha çok kadın seyirciyi hedefleyen filmlerdir. Türk sineması 1960-70’lerde bu türden iyi komediler üretebilmiş bir sinemaydı. Sonra uzun süre kimse bulaşmadı böyle hikayelere, çünkü başta Hollywood’dan olmak üzere iyi yabancı örnekler birbiri ardına geliyordu sinemalarımıza.
Son dört beş yılda televizyon ve sinemamız rom-kom türünü yeniden keşfetti adeta. Şimdi birbiri ardına gelen ve çoğunluğu çıkışını yabancı bir filmden, diziden alan yapımlar sardı ortalığı. Çoğunluğu da düğünle bitmekte. Geçen yıl izlediğimiz “Kocan Kadar Konuş” bu yapımların içinde diğerlerinden farklı bir yapıda kendine yer açabilmişti. Filmin uyarlandığı popüler romanın yazarı Şebnem Burcuoğlu yeni bir şey anlatmıyordu aslında ama yönetmen Kıvanç Baruönü ile birlikte ayakları yere basan sağlam bir ana karakter inşa etmişlerdi. Her ne kadar Hollywood formüllerini (edebiyatta da Bridget Jones ekolünü) takip etse de, Ezgi Mola’nın enerjik ve parlak performansıyla 30 yaşında henüz evlenmemiş Efsun adlı Türk kızının peşine takılıp gittik. Zeki, nüktedan ve edebiyat tutkunu Efsun’un zaman zaman kameraya dönüp seyirciyle konuşması bile kitlesi tarafından pek yadırganmadı. Bizim dizi ve filmlerde pek sevilmez öyle şeyler, bilirsiniz.
Efsun Türk kızlarının doğar doğmaz evliliğe odaklı yetiştirilmelerinden, ‘evde kalma’ korkusuyla geçen yıllarından, ruh eşini bulma aktivitelerinden gayet sıkılmış ve bu sıkıntısını son derece samimi ve esprili diyaloglarla da bizimle paylaşan bir film kahramanı. İlk filmde yaşanan sorun, Efsun’un bütün direncinin lise aşkı Sinan’la yıllar sonra karşılaşmasının ardından birer birer kırılıyor olmasıydı. Tabi ki hikaye gereği böylesi bir kırılma yaşanmalı, sonuçta “Kocan Kadar Konuş” da bir romantik komedi ve olaylar bir şekilde evliliğe bağlanmalı! Ama eleştirdiği noktada bu kadar güçlü durabilen bir kadının sonunda istemediği bir sürü şey yaşıyor olması ve tüm bunları ne kadar dalga geçiyor olsa da birer birer yerine getiriyor olması onun karizmasını bir parça bozuyor doğrusu. Nitekim ikinci film tümüyle bunun üzerine kurulu.
Efsun ilk filmin sonunda öyle bir noktaya gelmiştir ki Sinan’a evlenme teklif etmiştir! Şimdi de düğün hazırlıkları vardır ve Efsun’un hep eleştirdiği ama geçilmesi gereken her türlü safha ona rağmen gerçekleşir. Buradan da komik sahneler ve olaylar birbirini takip eder. Hikayenin bu bölümünde Sinan’ın rolü ilkinden daha da aşağı çekilmiş. Damadın evlilikle ilgili söz hakkı, tıpkı kız babası gibi, neredeyse hiç yok. Büyük şehirlerdeki evlenme işleri tümüyle kadınların fetiş bir olayı olup, onlar tarafından yürütülen bir ritüel. 
Serinin ikinci filmi yine benzer Hollywood modellerini düzgün bir yönetmenlikle ve çok da aksamayan bir senaryoyla takip ediyor. Ama şüphesiz önceki filmde olduğu gibi bu da Ezgi Mola’nın yüksek enerjisine çok şey borçlu. Oyuncu göründüğü her an, küçük bir jestiyle ya da tek bir bakışıyla o sahneyi daha sıcak kılmayı başarıyor. Sinan’ın babaannesi rolünde kadroya katılan Hümeyra ve Efsun’un anneannesi olarak ikinci kez izlediğimiz Nevra Serezli’nin karşı karşıya geldiği atışma sahneleri de filmin lezzetini arttırıyor. Çekingen de olsalar küçük cinsel imalarla süslü birkaç espri de ihmal edilmemiş. Keşke daha cesur olunabilse, ama cesur olmak bu Türkiye ortamında maalesef giderek zorlaşan bir durum.
Birbirinden cıvık komedilerle dolu filmlerimiz arasında “Kocan Kadar Konuş: Diriliş” farklı ve nitelikli kalabilmeyi başarıyor. 2,5/5

Kocan Kadar Konuş: Diriliş
Yönetmen: Kıvanç Baruönü
Oyuncular: Ezgi Mola, Murat Yıldırım, Hümeyra, Nevra Serezli, Eda Ece, Muhammet Uzuner

107 dakika

BASKIN: KARABASAN

Nihayet cinsiz bir korku filmi...
“Rezervuar Köpekleri”nin başında bir masa etrafında oturmuş, bir soygun için biraraya gelmiş adamların kahve sohbetini izleriz. Tek bir cümlede bile “soygun” kelimesi geçmez ama filmle alakasız konularda konuşan karakterleri ilk 10 dakikada büyük oranda çözeriz. Korku filmi fanatiklerinin merakla beklediği yerli korku filmi “Baskın”a, sonradan büyük bir belaya bulaşacak beş polisi bir yemek masasında izleyerek başlıyoruz. Son derece kaba ve cinsiyetçi olmaları, şişirilmiş egolar ve şovenist tavırları hepsinin ortak paydaları. Belli ki rozet ve silahın gücüne sığınmış, ‘iktidarsız’ tipler. İçlerinden bir nebze öne çıkan genç polis Arda’nın rüyalarına giren çocukluk anısı da bizi pek bir yerlere götüremiyor. Freudyen bir gözlükle bakınca, baba ve aile kurumunun, otoritenin birey üzerindeki etkisinden yürüyünce bir şeylerin ucu görünüyor...  Ama buradan girilecekse, bu meseleye daha çok odaklanan bir metin üzerinden gidilmeliydi sanki. Diğer karakterlerin ise birbirlerinden ayırt edici hiçbir özellikleri yok. Bunlar araçlarına doluşup bir polis çağrısına cevap verirler ve vardıkları yerde (Osmanlı karakoluymuş) onları büyük işkenceler beklemektedir.
“Baskın”ın görsel dünyasının çok başarılı olduğunu en baştan söylemek lazım. Üstelik nihayet cinli islami korku filmlerinin ötesinde farklı bir yerde duran bir tavırla gerçekleştirilmiş. Ama sinema ne kadar görsel bir sanat olsa da bir hikaye anlatma sanatıdır. Bu yüzden filmin olanca güzel kadrajlarına, iyi tasarlanmış müziklerine ve makyaj başarılarına rağmen senaryosundaki sorunları gözardı edemiyorum. Genç yönetmen Can Evrenol’un ilk başlarda doğru bir hikayeyle yola çıktığını ama sonrasında korku türüne ait çok sevdiği filmlerden bir karışıma yöneldiğini düşündüm izlerken. Clive Barker’dan girip John Carpenter’dan çıkan, “Sessiz Tepe” (Silent Hill), “Teksas Katliamı” (Texas Chain Saw Massacre), “Ufuk Faciası” (Event Horizon), “Hellraiser”, “Rec”, “Sınır(da)” [Frontier(s)] gibi ait oldukları alt türlerin en akılda kalan yapımlarını hatırlatan sahneler ve imajlar yaratan Evrenol, karakterlerini ve hikayesini derinleştirmeyi bırakıp kurduğu görsel dünyanın peşine takılıp kayboluyor. Yavuz adlı karakterin işkencecisine “ben devletim” diye bağırması devletçilik eleştirisi yaptığına işaret ediyorken tarikatın lideri “Baba”yla, Arda’nın küçükken anne-babasının yatak odasında duyduğu seslerden ulaştığımız kendi (muhtemelen polis olan) babasına kurulan köprü de kaba bir Freud okumasına pencere açıyor. Arda’nın annesiyle yatan babasının intikamını, ona yıllarca babalık yapan amcasından edindiği bir silahla cehennemin ‘baba’sından alıyor olması da altından çok kalkılabilen olgun bir fikre dönüşememiş.   
Yavuz’un onun anlattıklarına gülen garson çocuğu dövmesi “Sıkı Dostlar”ı (Goodfellas), sık sık görünen ve şamanizmde temizlik bilgisini simgeleyen kurbağa imajları da “Manolya”yı (Magnolia) hatırlatmıyor değil bu arada. Polislerden en zayıf karakterli olanının bir sabunlukta kurbağa görmesiyle başlayıp yer yer görünmeye devam eden bu kurbağa imajları bu pis polislerin karakolda kendilerini bekleyen vahşiler tarafından ‘temizlenecek’lerini ima etmekte sanki. Bazı sahnelerde küçük lekeler gibi görünen Türk bayrağı (mesela silah kabzasında), Fatih Sultan Mehmet, Atatürk görselleri milliyetçilik, ulusalcılık, Osmanlıcılık eleştirilerini mi işaret etmekte acaba? (Osmanlı karakolu da şimdiki cumhuriyetin babası mı mesela?)  Bütün bu işkenceler genç polis Arda’nın gördüğü bir kabustan mı ibaret? (Filmin adına bu yüzden mi “Karabasan” kelimesi eklendi acaba?) Bu kötü polisler (erkekler) ilahi bir güç tarafından cezalandırılıyorlar mı? Bir tarikatın kurbanı mı oluyorlar? Film polis ve devlet faşizmini mi eleştiriyor ya da babalarının gölgesinde büyüyen erkek çocuklarının babalarından kurtuluşunu mu anlatıyor? Sarmal bir yapıya işaret eden 'final twist'i ise bütün hikayeyi kucaklamıyor sanki... 
Ama Can Evrenol’un yönetmenliği kesinlikle umut veriyor. Yepyeni hikayelerde çok daha iyi filmlerin geleceğini işaret ediyor bize... Bu da bu zaman ve sinema ortamında az bir şey değil doğrusu... 2,5/5

Baskın: Karabasan
Yönetmen: Can Evrenol
Oyuncular: Ergun Kuyucu, Görkem Kasal, Muharrem Bayrak, Fatih Dokgöz, Mehmet Cerrahoğlu
97 dakika

26 Aralık 2015 Cumartesi

ERTUĞRUL 1890

Olmuyor, olamıyor, bu gidişle olamayacak da!
Japonya-Türkiye ortak yapımı olan “Ertuğrul 1890”, iki ülke arasındaki ilişkileri sağlamlaştırmayı hedefleyen bir ‘canlandırma’ daha çok. Başka bir mantıkla ele alınabilseymiş şahane bir epik film olabilirmiş...

1887’deki Japon heyetinin İstanbul ziyaretinden birkaç yıl sonra Sultan II. Abdülhamit, bir iade-i ziyaret amacıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun gurur duyduğu Ertuğrul fırkateynini Japonya’ya uzun bir sefere gönderir. 600’den fazla mürettebatıyla İstanbul’dan yola çıkan gemi aylarca süren yolculuk sonunda Japonya’ya varır. Ancak dönüş yolunda çok sert bir fırtınaya denk gelinir ve bu büyük gemi sürüklendikleri kayalara çarparak parçalanır. Muhtelif kaynaklara göre bu kazadan 60 küsur denizci kurtulabilmiştir sadece ve 500’den fazla şehit vardır... Kurtulanlar ise büyük oranda hayatlarını Kushimoto kasabasının fakir köylülerinin canhıraş yardımlarına borçludur.
Japon yönetmen Mitsutoshi Tanaka, bu deniz kazasını öncesi ve sonrasıyla teknik olarak aşmayı başarıyor. Ancak senaryo biraz da iki ülkenin devletlerinin süzgeci ve gözetiminden geçtiği için olsa gerek kamu spotu mantığından çok da uzaklaşamayıp ete kemiğe bürünemiyor. Balıkçılıkla geçinen Japon köylülerinin ve parasız hizmet veren doktorun hikayenin içindeki varlıkları çok da güçlü değil. Ertuğrul fırkateyninin içindeki askerlerin arasına da şöyle bir giriyor kamera ama dolaşmaktan öteye geçemiyor. Aylarca süren yolculuğun onlarda yarattığı etkiye çok az şahit olabildiğimiz gibi kazadan sonra kurtulanların o köydeki hallerine de fazla şahit olamıyoruz, hepsi figüran olarak kalıyorlar. Oysa dillerinden tek kelime bile anlamadıkları yoksul köylüler tarafından kurtarılan askerlerin o küçücük köyde yaşadıkları üzerinden neler anlatılabilirdi.. Yüzbaşı Mustafa (sektörün yeterince faydalanmadığını düşündüğüm Kenan Ece) ve makine dairesinden sorumlu Bekir Çavuş (yine daha fazla değerlendirilmesi gereken oyunculardan Alican Yücesoy) karakterlerine belli bir ölçüde yoğunlaşıyor senaryo ama yeterli olamıyor. İkisinin birbirlerine olan ‘gıcıklığı’ ise “hoca bana taktı” klişesinin ötesine geçemiyor. Geminin koca yolculuğunda neler yaşandığına değinilmediği gibi Japonya’daki limanda gemicilerimizin yakalandığı kolera salgınının da sadece bir cümle içinde kullanılması ayrı bir enteresan! Nişanlısını yine bir deniz kazasında kaybetmiş olan Japon hemşire kızın, Mustafa’ya olan yakınlaşması ise böylesi bir epik filmde minimum olması gerektiği kadar bile yer bulamamış kendisine, yarım yamalak kalmış...
Filmde Uğur Polat, Mehmet Özgür ve Tamer Levent gibi usta oyuncularımızın da olmasına rağmen hepsi figüran gibi kullanılmışlar. Japon yönetmen bile kendi milliyetinin karakterlerine yabancılaşmış adeta, hiçbiri tatmin edici şekilde perdeye yansıtılamamışlar. Klişe tipler olarak kalakalmışlar.  

İkinci yarı da sorunlu!
Tabi bu sıkışıklığın sebeplerinden biri de filmin ikinci bölümünde 1985 yılında yaşanan bir olaya daha yer verilmesi. İran-Irak savaşı sırasında Saddam Hüseyin’in 24 saat sonra İran hava sahasını sivil uçaklara kapatacağını ilan edip bu yasağa uymayan tüm uçakların düşürüleceğini duyurmasının ardından ülkedeki yabancılar kendi vatanlarına dönmek için büyük bir mücadele vermek zorunda kalırlar. Japon hükümeti 200’ü aşkın vatandaşı için bir uçak gönderemez, dönemin başbakanı Turgut Özal’dan yardım ister. Özal da THY’ye gizli bir seferle bir uçak daha gönderilmesi talimatını verir. Uçak yasağın başlamasından birkaç saat kala iner, Tahran’daki Japon işçileri ve ailelerini alıp İstanbul’a taşır.
Film bize bu olayı da anlatıyor ikinci yarısında. Ertuğrul vakasındaki Japon köylülerin fedakarlığının karşılığının Tahran’daki uçağı bekleyen Türklerin yerlerini Japonlara vermesi üzerinden ödendiğini ima ediyor. Ama özellikle de Türk yolcuların kendi yerlerini Japonlara verdiği sahnedeki “reklam filmi” kokusu çok belirgin. Bu sahnenin dramatik olarak ‘iteklenmiş’ olduğu açıkça belli. Zaten zamanın gazetelerini araştırınca olayın tam da öyle gerçekleşmediği belli oluyor. Tabi ki sinema filmlerinin tarihi olayları dramatize ederek göstermesi alışkın olduğumuz bir şey. Ancak hikayenin bu ikinci kısmı o kadar fazla süslenmiş ve devletçi bir bakışla ele alınmış ki yapılan bütün abartılı dramatik müdahaleler sırıtıyor. Özal’a “Ne mutlu bana ki böyle aziz bir halkın başbabakanıyım” dedirtmek filan da komik oluyor bunların üzerine... 
Kenan Ece’nin ve Shiori Kutsuna’nın her iki bölümde de farklı karakterlerde rol almaları da akla “reenkarnasyon”u getiriyor ama filmde o kadar çok göze batan şeyin arasında hoşgörülecek bir espri olarak kendisine yer bulabiliyor yine de.
Çok emek harcandığı her karesinden belli olan “Ertuğrul 1890” daha özgür bir sermayeyle ele alınsa ve daha güçlü bir senaryosu olsa çok daha kalıcı ve etkili bir film olabilirmiş. Ama bu tercih edilmeyip büyük, pahalı, "resmi" ve bol hamasetli bir reklam filmi yapılmak istenmiş. Yazık olmuş...  2/5

Ertuğrul 1890
Yönetmen: Mitsutoshi Tanaka
Oyuncular: Kenan Ece, Yukiyoshi Ozawa, Shiori Kutsuna, Alican Yücesoy, Melis Babadağ, Mehmet Teoman, Uğur Polat, Tamer Levent
132 dakika

18 Aralık 2015 Cuma

STAR WARS: GÜÇ UYANIYOR

Üç kuşağın beklediği film! 

“Star Wars: Güç Uyanıyor” büyük bir medya bombardımanı eşliğinde geldi nihayet. Serinin fanatikleri genelde memnun. Nasıl memnun olunmasın ki, bütün eski dostlar tekrar aramızdalar...

İlk “Star Wars” filmini izlediğimde 7-8 yaşlarındaydım. Amcam beni elimden tutup Topkapı Sur sinemasına götürdüğünde olağanüstü bir şey seyredeceğimi biliyordum. Daha gazete ilanlarından belli ediyordu kendisini. Büyülenmiştim ve uzun bir süre her gece yatmadan önce yatağımda filmi baştan aşağı kendime sahne sahne hatırlatarak uyuyakalmıştım. 
1977 yapımı ilk “Yıldız Savaşları” filmi tam üç yıl sonra 1980 yılında ülkemiz salonlarında izlenebilmişti... 12 Eylül darbesine adım adım yaklaşıldığı günlerde biz çocukların dünyasına güneş gibi doğmuştu. Mitolojiden, çizgi romanlardan, western sinemasından, doğu mistizminden beslenerek yaratılmış şahane bir fantastik karışımdı ve zamane çocuklarının daha önce hiç izlemedikleri bir şeydi.
George Lucas hikayesini anlatmaya tam ortasından başlamış, 1977’de başlayıp üçer yıl arayla çektiği orijinal üçlemenin öncesini de 1999 yılında başlayıp yine üçer yıl arayla çektiği ikinci bir üçlemeyle anlatabilmişti. İkinci üçlemenin olanca ‘karton’ görünümlerine rağmen yine de iyi olduklarını düşünenlerdenim. Özellikle de Anakin’in Darth Vader’e dönüşme filmi olan  “Episode III: Revenge of the Sith”in karanlığı ve altında yatan politik zemini etkileyicidir. Bu rengarenk fantazyanın altında katılın ya da katılmayın hep bir politik zemin de vardı zaten. 
Her ne kadar “uzun zaman önce, çok çok uzak bir galakside” diye başlasa da “Star Wars” evreni o kadar da uzağımızda olmadı hiçbir zaman. Doğu dinlerinin bir karması gibi karşımıza çıkan ve jedi şövalyelerinin dillerinden düşürmedikleri “güç” (kudret) kavramı bizde tasavvufi okumalara son derece açıktır. Bütün canlıların evrene kattığı enerjinin toplamını “force” ile ifade eder. İnsan çevresindeki enerjiyi olumlu ya da olumsuz bir hale getirebilecek güçte bir varlıktır. Mesele insanın içindeki aydınlık-karanlık tarafların dengesini ne derece koruduğu ve içindeki aydınlığa ya da karanlığa kendisini bırakıp bırakmadığıdır. Orijinal üçlemenin ‘karanlık tarafı’nı soğuk savaş yıllarının popüler tabusu Sovyet Rusyası, iyi tarafını ise özgürlükçü kapitalistler olarak okumak da mümkündü. Ama sonraki üçleme kesinlikle ABD’nin Bush dönemine karşı sert bir eleştiriydi.
Yarattığı korku politikalarıyla bütün galaksiyi yönetimi altına almak isteyen imparatorluk, eski cumhuriyeti yıkıp faşist bir idare kurmayı amaçlar. Direnişçileri örgütleyen jedi şövalyeleri ise içlerinden çıkıp bütün dengeleri altüst eden Anakin Skywalker’ın katkısıyla büyük bir hezimete uğrar. Orijinal üçlemede de, karanlık tarafına yenilip Darth Vader’a dönüşmüş olan Anakin’in oğlu Luke Skywalker’ın ‘jedi’ olma sürecini izliyor ve onun öncülüğünde toparlanan asiler sayesinde imparatorluğun çöküşüne şahit oluyorduk.

Yeni ama çok da tanıdık
Yeni üçlemenin bu ilk filminde ise bu çöküşün 30 yıl sonrasına gidiyoruz. Orijinal üçlemenin senaryolarında da adını gördüğümüz Lawrence Kasdan’ın senaryosundan da anladığımız gibi, yönetmen J.J. Abrams’ın tercihi eski üçlemeye daha yakın bir film yapmakmış. Abrams yeni kuşaktan çok serinin eski fanatiklerini daha çok önemseyip onları hoş tutmayı istemiş öncelikle. Filmin yeni ‘kötü’ Kylo Ren’in girişiyle başlaması, iyi kahramanların hikayeye bir droid tarafından dahil edilişleri, bilge bir kahramanın büyük mücadeleyi başlatıp hayatını kaybetmesi, trajik bir baba-oğul hesaplaşması, Yoda gibi iri gözleri olan ufak tefek bir karakter, paralel kurguyla hem havada hem de yerde süren bir düelloyla gelen final, Finn'i baygın bir halde bırakmamız, jedi olduğunu yeni keşfeden bir ana karakter vs... Bütün bunlar orijinal üçlemeyi çok fazla hatırlatan dramatik numaralar. Abrams, bizi Han Solo, Leia, C-3PO, R2D2, Chewbacca ve Luke Skywalker’la misafir oyuncu mantığından uzak bir şekilde buluşturarak da tam tatmin sağlama peşinde. Filmin en iyi taraflarından biri de bu zaten. Yeniden çevrimlere konuk oyuncu olan eski başrol oyuncuları gibi değiller kesinlikle... Sanki o evrende yıllarca bizden uzak yaşamış o karakterler...
Bu sefer hikaye eski imparatorluğun kalıntılarından doğan ve “İlk Düzen” adlı yeni bir askeri organizasyonun yükselişiyle başlıyor. Snoke adlı kötü bir lider, tıpkı eski imparator Darth Sidious’un Anakin’i karanlık tarafa çekmesi gibi bir zamanlar Luke Skywalker’ın öğrencisi olan Kylo Ren’i yeni bir Darth Vader gibi maskeli bir kötülüğe dönüştürmüştür. Bütün dengeleri bozacağını düşündükleri, jedi soyundan gelen ve belli ki bu yeni üçlemenin Obi-Wan Kenobi’sine dönüşecek olan Luke Skywalker’ı bulup yok etme planlarını Leia ve Han Solo’nun öncülüğündeki direnişçiler bozmaya çalışırlar. İlk Düzen’in zırhlı askerlerinden biriyken vicdanının sesini dinleyerek asilere katılan Finn ile hurda satarak geçinmeye çalışan esrarengiz bir kız olan Rey de bu macerada önemli roller oynayacaklardır. Serinin fanatik izleyicilerini yeni karakterler konusunda memnun etmek çok zor ama, aralarındaki ilişki biraz ‘hızlı’ gelişiyor olsa da, Rey ve Finn bu konuda pek zorluk yaşamayacaklar gibi görünüyor. Bu arada yeni üçleme her zamankinden daha da büyük bir faşizm eleştirisi yapacak belli ki. Daha büyük bir ‘Ölüm Yıldızı’nı çok kalabalık bir asker topluluğunu ilk filmden gördük bile! Açıkçası Snoke adlı yüce liderdeki aceleye gelmişlik hissi beni rahatsız etmedi değil. Sıradan bir fantastik filmin kötü canavarı gibi görünüyor. Keşke hiç görünmeseydi, sadece esrarengiz bir ses olsaydı mesela!  
Henüz izlemeyenler için filmin sürprizlerini bozmayalım ama “A New Hope” ile olan bütün benzerliklerine rağmen kendisini baştan sona sıkmadan izleten filmde cevabı verilmeyen bir sürü de soru var... Kylo Ren’in Luke Skywalker’ın öğrencisiyken neden ondan ve ailesinden koptuğunu, Han Solo ve Leia’nın arasına neden büyük bir mesafe girdiğini, yeni kötü Snoke’un aslında kim olduğunu, Luke Skywalker’ın yerini gösteren haritanın ele geçiriliş hikayesini, Rey ve Finn’in geçmişlerini ve kim olduklarını henüz söylemiyor film. Lucas’ın 1977’de yaptığı gibi yine meselenin ortasından dalıyor anlatmaya... Muhtemelen de devam filmleriyle birlikte güzel bir bütün oluşturacak..
Sonuç olarak filmi sevip sevmemenizin ilk “Star Wars” filmi ile kurduğunuz kişisel bağla çok ilgisi var. Dört beş ay önce sosyal medyada yaptığım bir yorumda, ben olsam senaryoyu dört bir yana dağılmış ana karakterlerin tekrar bir araya toplanma filmi olarak tasarlardım ve ana karakterden birini de trajik bir şekilde öldürürdüm demiştim. Luke Skywalker’ın da filmde nasıl görüneceğini az buçuk tahmin etmiştim. “A New Hope”la yapılan, evet kimi zaman dozu biraz da kaçan bu 'aşinalık duygusu'na bozulan ve daha yeni bir şey bekledikleri için hayal kırıklığı yaşayan insanları da anlıyorum. Ama ne yapılırsa yapılsın 8-10 yaşlarında perdede izlediğimiz o ilk “Star Wars” deneyimini artık aynen yakalayabilmemiz mümkün değil maalesef! Hem bizim yaşanmışlıklarımız hem de sinemanın bugün geldiği nokta bize o deneyimi bir daha asla yaşatamayacak çünkü...
Diğer yandan genç seyirciler benim yaşımdakilerden farklı değerlendireceklerdir filmi illa ki. Bazı sahnelerinde, hayatımın en mutlu günlerinden biri olan ilk “Star Wars” filmini izlediğim o günü bana hatırlatan heyecanı ve bugünkü hüznümü hissedemeyecekler belki ama eminim filmden yine de zevk alacaklar... 4/5

Star Wars: The Force Awakens
Yönetmen: J.J. Abrams
Oyuncular: Harrison Ford, Carrie Fisher, Mark Hamill, Daisy Ridley, John Boyega, Adam Driver, Oscar Isaac, Lupita Nyong'o, Andy Serkis, Domhnall Gleeson, Anthony Daniels, Max Von Sydow
135 dakika






STAR WARS EVRENİNİN YENİ KAHRAMANLARI


REY (Daisy Ridley)
Hiçbir “Star Wars” filminde görmediğimiz güçte bir kadın karakter olmuş Rey. Hem Luke Skywalker hem de Han Solo’nun en iyi özelliklerini üzerinde taşıyan adeta bir Mad Max karakteri ya da bir çöl savaşçısı gibi... Biraz Keira Knightley’i andırsa da ondan güzel olan İngiliz genç oyuncu Daisy Ridley yeni üçlemenin kilit karakterlerinden birine hayat veriyor..












FINN (John Boyega)
Bir İlk Düzen askeriyken, bütün bir köy halkının katledilişine tanık olduktan sonra önce canını kurtarmak için kaçan sonra da direnişçilere katılan Finn, “Star Wars” evreninin en baskın siyahi kahramanı oldu şimdiden. Orijinal üçlemede tanıdığımız Lando karakterinin oğlu olmasından şüphelensek de film henüz bu konuda bir fikir vermiyor.












KYLO REN (Adam Driver)
Filmi henüz izlemeyenlerin tadını kaçırmayalım şimdi ama asıl adı Ben olan Kylo Ren’in anne-babasını çok iyi tanıyoruz.... Ama Darth Vader’a olan hayranlığı ve kalıtımsal benzerliği yeni üçlemenin en tehlikeli karakteri haline getiriyor onu. Kylo Ren’in henüz eğitimi tamamlamamış olması ve içindeki baba nefreti onu çok ilginç ve sürprizlere gebe bir karanlık karakter haline getiriyor...   












POE DAMERON (Oscar Isaac)
Direnişçilerin en usta pilotu... Luke Skywalker’ın bulunduğu yeri gösteren haritanın eksik parçasını bulan önemli bir karakter. Sonraki filmlerde daha etkili bir rolü olacak, hatta sonraki filmlerin Han Solo işlevini görecek belli ki...  












BB-8
Yeni droidimiz şahane bir tasarıma sahip. Bu kez daha duygusal bir droid olması tasarlanmış. Bu anlamda biraz “Wall-E”yi andırıyor ve sadık bir köpek yavrusu gibi aynı zamanda. Eski droid kahramanlarımız C-3PO ve R2D2 da var filmde ama BB-8 resmen rol çalmaya başladı daha ilk filmden...

11 Aralık 2015 Cuma

"DÜĞÜN DERNEK" OLAYI

"Düğün Dernek"in olayı nedir? İkinci film nasıl?
İlk “Düğün Dernek” filmi bize bir kez daha Türk sinemasının gişe filmlerinin komedi türüne mahkûm olduğunu kanıtladı. Türkiye’nin bu kasabalılıktan kurtulamamasının da bir göstergesidir bu tür ‘taşrada geçen komedi’lerin bu kadar rağbet görmesi. Tutan komedi filmlerindeki bu ‘yöresel’ dokunuşların fazlalığı, şehir hikayelerinin giderek azalmasına yol açıyor. Özellikle de komedi türünde. Bu filmlerin giderek afişleri, müzikleri, karakterleri de birbirlerine benzer oluyorlar. Ancak sinemacılarımız bundan pek rahatsız değiller anlaşılan... 
Konunun bu tarafı ayrı, diğer tarafta ise hakikaten de Murat Cemcir ve Ahmet Kural gibi iki yeni yetenekli komedi oyuncusunun getirdiği farklı bir dinamizm de yok değil. İlk “Düğün Dernek”in olanca hafif senaryosuna ve izlendiği iki saatin dışına taşamayan bir film olmasına rağmen neden bu kadar sevildiğini anlamak da mümkün. Bu toplum özellikle de son üç yıldır çok mutsuz. Sinemada kendisine kaçış için bu tarz komedileri seçiyor. Maksat hikaye izlemek değil burada. Oysa ben ve benim gibiler “İşler Güçler” ekibinin televizyon dizileri ortamına getirdiği ‘farklı bakış’ın sinema karşılığını aradık ilk “Düğün Dernek”de. Ekibin ilk sinema filmi "Çalgı Çengi" bu konuda umut ışıkları yakan bir filmdi. Cem Yılmaz'ın da desteğiyle belli oranda 'kült' mertebesinde değerlendirildi.
Benzer bir yaratıcılığa “Düğün Dernek”in belli sahnelerinde de az da olsa rastladık. Ama açıkçası daha kalıcı bir komedi beklentimizi karşılayamadı. Meşhur 'halay sahnesi' dışında zihinlere nakşolacak bir sahne kalmadı sanki filmden... Daha ilk üç gününde bir milyon barajını aşan bu ikinci “Düğün Dernek”in de en azından ilk filmdeki düzeyi koruyacağını bekliyor insan. İlk üç gününde bir buçuk milyona ulaşmasına ve muhtemelen yine milyonlara ulaşacak hasılat rakamına bakmayın. Bu sonuç filmin çok iyi, çok komik olmasından ziyade bu halkın psikolojisiyle açıklanabilecek bir duruma dönüştü artık. Cem Yılmaz’ın Ali Baba ve 7 Cüceler”i biraz fazla fantastik gelmiş olabilir, “Düğün Dernek 2” bu anlamda bizim seyirciye daha yakın insanların komedisi olarak değerlendirilecektir.
Gelgelelim, “ilk filmdeki çiftin çocukları olur da onun sünnet zamanında herkes yeniden bir araya gelip yeni bir düğün karmaşası yaşanır” şeklindeki hikayede elle tutulur hiçbir şey yok! İlk filmin üzerinden düşünürsek, taş üstüne taş konmamış. Yine komik bir halay sahnesi, Tüpçü Fikret’in tüplü akrobatik hareketleri, Kural’ın Öztürk Serengil numaraları, bir iki ünlü konuk sanatçılı idare eder sahneyle zoraki bir devam filmi yapılmış bu sefer. Tıpkı ilk filmde de olduğu gibi kalıcı olabilecek, birkaç ay sonra bile hatırlanacak nitelikte hiçbir espri yok filmde. Çünkü sağlam bir hikaye omurgası yok. Çünkü yapanlar zaten ne yapsak gider mantığına esir düşmüş gibiler. Komedi sinemasına yeni bir şey katma dertleri ise hiç yok. Üçüncü filmi bile hazırlamışlar, zaten böyle giderse dördüncü beşinci filmi de yapmak gayet de mümkün... 2/5

Düğün Dernek 2: Sünnet
Yönetmen: Selçuk Aydemir
Oyuncular: Ahmet Kural, Murat Cemcir, Rasim Öztekin, Devrim Yakut, Şinasi Yurtsever