Eleştirmenin Not Defteri

Al Pacino etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Al Pacino etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2016 Cuma

HESAPLAŞMA

Herkes kendi filminde!
Bir filmde Al Pacino ve Anthony Hopkins olunca insan gerçekten de büyük bir film bekliyor doğrusu. Ama “Hesaplaşma” bizim bu beklentimizi ve güvenimizi adeta orijinal ismindeki gibi ‘suistimal’ ediyor!  
“Hesaplaşma” bir fidye hikayesi gibi başlıyor. Son zamanlarda hakkında açılan iş davalarıyla uğraşan, ilaç endüstrisinin dev şirketlerinden birinin sahibi olan Arthur Denning’in (Anthony Hopkins) genç sevgilisi kaçırılır ve yüklü bir fidye istenir. Denning ödemeyi yapmaya karar verir. Ancak durum bundan çok daha farklı bir şeydir. Bundan bir hafta öncesine gideriz ve genç sevgili Emily’nin eski erkek arkadaşıyla tanışırız. Büyük bir hukuk firmasının genç avukatı Ben çok hırslı bir adamdır. Bebeklerini kaybettiklerinden beri karısıyla arasında bir mesafe vardır. Eski sevgilisi Emily’nin sosyal medyadan onu bulmasıyla tüm dengesi altüst olur. Ben, Emily sayesinde çalıştığı firmada yükselmek için bir fırsat yakalamıştır böylece. Firmanın patronu Abrams (Al Pacino) ona bu fırsatı verir. Ama yine hiçbir şey göründüğü gibi değildir! 
Bu hiçbir şeyin göründüğü gibi olmaması ve kalabalık karakterlerinin herbirinin farklı amaç ve dertlerinin olması onları bir türlü inandırıcı bir birlikteliğe götüremiyor. Al Pacino ve Anthony Hopkins kendilerini otopilota alıp takılmışlar filmde. Hatta Al Pacino dalga geçer gibi oynuyor... Yönetmen Shimosawa ise en küçüğünden en büyük rolüne kadar hep tanıdık ve iyi oyuncuları (Josh Duhamel hariç!) toplasa da, bol bol kamerayı kaydırıp gergin sahneler tasarlasa da olan biten olaylarda yakaladığımız açıklar bizi bir türlü hikayeyle başbaşa bırakamıyor.
Emily’nin amacı nedir, ne istiyordur? Onun peşindeki Koreli motorlu vatandaş niye öyle melankolik, ne yaşamış da böyle olmuş? Ben’in karısı acılı bir anne mi yoksa zombi mi? Niye herkes başka bir filmin içindeymiş gibi oynuyor? Josh Duhamel niye bu kadar kötü bir oyuncu? Bunlar gibi sorular film boyunca beynimizi meşgul ediyor işte... “Hesaplaşma”da yapılmak istenen şey aslında iki büyükbaşın ortasında kalmış hırslı ama çaylak bir avukatın hikayesini anlatmak sanırım ama o kadar dağılmış ki mesele, yazık olmuş... 2/5

Hesaplaşma
Yönetmen: Shintaro Shimosawa
Oyuncular: Josh Duhamel, Anthony Hopkins, Al Pacino, Malin Akerman, Alice Eve, Byung-hun Lee, Julia Stiles
106 dakika

18 Nisan 2015 Cumartesi

AL PACINO’YU İZLEMEK

“Dönüm Noktası”, bir erkeğin hayatının sonbaharına, hem Woody Allen’vari bir mizahla hem de hüzünle bakmayı başarıyor...

“Dönüm Noktası”nun yaratıcı kadrosunu Hollywood’un yaşlı kurtları oluşturuyor. 80 yaşının üstündeki emektar senarist Buck Henry (Aşk Mevsimi), “Yağmur Adam”, “Günaydın Vietnam” gibi filmlerinden de tanıdığımız 70’li yaşlarındaki yönetmen Barry Levinson ve haftaya bugün 75. yaşgününü kutlayacak olan büyük aktör Al Pacino... Bu üçlü bir araya gelip yaşlı bir aktörün hayata yeniden tutunma çabalarını anlatan aynı adlı Philip Roth romanını beyazperdeye taşımışlar.
Artık 70’lerine merdiven dayayan Simon Axler’ın sahnede Shakespeare’in “Nasıl Hoşunuza Giderse”sinin yaşlı Dük’ünü oynarken bir anda her şey ona anlamsız gelir ve kendisini sahneden aşağı yere bırakır. Aslında bir nevi “tükenmişlik sendromu” yaşamaya başlar Simon. Mesela artık neyin oyun neyin gerçek olduğunu karıştırır. Hiç rol yapmak istemiyordur... Ne tiyatroda, ne de filmde. Çok dostu ya da akrabası da yoktur... Bir intihar girişiminin ardından kısa bir süre bir rehabilitasyon merkezine yatar sonra da şehir dışındaki evinde inzivaya çekilir. Ama orada da pek yalnız kalamaz. Kocasını öldürmesi için onu kiralamaya çalışan şizofren kadından kurtulmaya çalışırken, çok eski bir arkadaşının kızı Pegeen onu ziyaret eder ve yıllardır ona aşık olduğunu itiraf eder. Simon kendisini düzeltmeye çalışırken bir de genç bir sevgili edinmiştir durup dururken... 
Filmin ritmini kaybettiği yerleri olsa da kimi zaman bir Woody Allen mizahına yaklaşan sahneleri de var. Bu sahneler belki kahkaha attırmıyorlar ama Simon’ın tuhaf bir döngü içerisinde bocalamasını keyifle izliyoruz. Ancak “Dönüm Noktası” içinde komik öğeler barındırsa da bir komedi film değil tam olarak. Simon’ın yaşlanmasının getirdiği performans düşüklüğü, onu hayatının her meşgalesinde sınırlamaya başlıyor. Hafızası, yeteneği ve tabi erkekliğini sınırlayan bir sürecin içindedir sonuçta. Bu gerçekle yüzleşmesinden doğan bir hüznü de var Simon’ın. Yaşlanmanın kaçınılmaz doğası işte.. Filmin "Nasıl Hoşunuza Giderse" ile başlayıp “Kral Lear” ile bitmesi de içten içe bir Shakespeare trajedisi izlediğimiz hissiyatını vermiyor değil. Shakespeare trajedilerinde yaşlı adamlar pişmanlık ve nedamet duygularının temsilcileri olurlar hep... Simon'ın daha güçlü bir senaryoyla anlatılması gereken kendi hayalkırıklıklarının hikayesi aslında "Dönüm Noktası".  
Bazı genç yazarların "Birdman" filminde yaptıkları hata gibi hikayeyi sadece yaşlı ve gözden düşmüş bir oyuncunun bunalımı olarak algılamaları ise gerçekten düşündürücü. Gençliklerine vermek lazım! 
Tabi ki hikayenin hem mizah, hem de hüzün damarlarında ‘efsane’ Al Pacino’nun üst düzey performansı tam olarak karşılık buluyor. Filmi daha da izlenir kılıyor usta aktörün varlığı. 3/5

Dönüm Noktası
Yönetmen: Barry Levinson
Oyuncular: Al Pacino, Greta Gerwig, Dianne Wiest, Charles Grodin, Kyra Sedgwick, Dylan Baker, Dan Hedaya, Li Jun Li 
112 dakika

  

16 Ocak 2013 Çarşamba

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 5


Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... Herbiri de farklı lezzetler barındırmakta...

1. Aklı Havada / Up In The Air


“Aklı Havada”, incelikle ve zekayla işlenmiş, çağımıza uygun bir romantik başyapıt. 
İncelik ve zekası senaryonun kullandığı metaforları hikayeye ve karakterlere ustalıkla yapıştırma becerisinden geliyor. Çağımıza uygun çünkü, tüm dünyayı kasıp kavuran ekonomik buhranın ya da daha doğru bir deyişle kapitalizmin insanın doğasına hem nasıl yakıştığını (!) hem de ne kadar zarar verdiğini yumuşak, zarifçe ve olgunlukla anlatıyor. Amerika’yı neredeyse terkedilmiş gösteren bazı sahneler bize durumun karamsar bir fotoğrafını çekiyor. Filmin baş karakteri Ryan Bingham ise aslında bütün manzaranın farkında. Çünkü o hep havada! Resmin içinde olmaktansa yukarıdan seyretmeyi tercih ediyor. Sürekli uçaktan uçağa atlayıp yapılması en zor işlerden birini yapıyor. Patronlarının yapamadıklarını o yapıyor, insanları işlerinden kovuyor. Olabilecek en usturuplu şekillerde... 
En son ihtiyaç duyduğu şeyin, aslında en çok ihtiyaç duyduğu şey olduğunu farkediyor. Çünkü aşık oluyor. Hem de manzaraya çok uygun bir şekilde aşık oluyor... 
George Clooney zaten iyi. Ama Vera Farmiga ve Anna Kendrick çok iyi! Daha da fazla uzatmaya gerek yok... Yapılacak tek şey var: bu filmi izleyin..
Filmin Tiglon’dan çıkmış DVD’si raflarda hem de indirim reyonlarında bulunabiliyor...


 2. Uzak İhtimal


Ne yazık ki ‘ödüllü film’ payesini alan filmler bazı seyircileri salonlardan itiyorlar. Bu film de aldığı ulusal ve uluslararası ödüller sayesinde seyircinin ‘riskli film’ statüsüne konduğu için sinema salonlarında hak ettiği ilgiyi görememişti. Oysa her gün herkesin başına gelebilecek ‘yarım kalan bir aşk hikayesi’ni duru ve duygusal bir tonda, çok da yalın bir dille anlatan başarılı bir film “Uzak İhtimal”. 
Filmde kendisine hayli yabancı bir şehirde, yani İstanbul’da müezzinlik yapmaya gelen utangaç Musa’nın rahibe adayı yan komşusu Clara’ya olan uzaktan ilgisi onu bir şekilde kabuğundan sıyrılmaya zorluyor. Ancak yine de o kabuk öyle sert bir kabuk ki, Musa’nın kendi kendine verdiği küçük cesaretler, karşı taraftan da aldığı küçük sinyaller ve yeni tanıdığı, gizemli bir geçmişe sahip sahaf dostunun desteğine rağmen bir türlü kırılamıyor. Farklı dinlere mensup olma detayı ise aslında farklı dünyalara ait olmanın daha altı çizilmiş bir versiyonu.  
Tıpkı David Lean’in “Kısa Tesadüfler”indeki (Brief Encounter) gibi, ‘yaşanamayan büyük bir aşk’ın hazin hikayesini usul usul anlatıyor film. “Aşk herşeyin üstesinden gelir” klişesini bozan bu türden melankolik aşk hikayelerine özellikle uzakdoğu sinemasında sıkça rastlasak da Türk sinemasında uzunca bir süre hasrettik.

Görkem Yeltan’ın gayet dozunda bir performansla renk kattığı filmde Musa rolündeki Nadir Sarıbacak’ın adeta ‘nefes kesen’ performansı da takdire layık. Özellikle finaldeki, Musa’nın hayatının en büyük ikilemini yaşadığı o sahnedeki oyunculuğu az rastlanır bir düzeyde.
Filmin Kanal D Home Video’dan çıkmış DVD’si raflarda bulunabiliyor...


3. Rock’n Roll Teknesi / The Boat That Rocked
 

Bazı filmler vardır, hikayesinin temsil ettiği değerlere önem verdiğiniz için adeta maça 1-0 önde başlar. “Rock’n Roll Teknesi” işte öyle filmlerden. Kendi türünün en iyilerinden biri olan “Aşk Her Yerde”nin (Love Actually) yönetmeni, “Dört Nikah Bir Cenaze” ve “Notting Hill” gibi başarılı İngiliz romantik komedilerinin yazarı Richard Curtis’e zaten baştan teslimiz. Ama 1960’ların sansürcü ve bağnaz İngiliz yönetimine karşı rock müzikle savaş açan korsan radyocuların özgürlükçü mücadelelerine de nasıl karşı durabilelim ki? 
Varsın hikaye kopuk kopuk ilerlesin, hükümetin en komik görünüşlü adamı (Kenneth Branagh) deniz ortasından yayın yapan bu korsan radyonun peşine düşüp sitcom karakteri gibi karikatürize sahnelerde gözüksün, hikayenin 1966’da geçiyor olmasına rağmen daha o tarihte yayımlanmamış bir kaç ‘single’ı da bize yedirsin (Bkz. Cat Stevens şarkısı “Father and Son” - 1970), uyuşturucu, seks, alkol ve rock’n roll ile dolu bir gemiye bakir bir genci sokarak bu güzelim hikayeyi zaman zaman “Amerikan Pastası” tadına indirgesin, yine de sevmemek, eğlenmemek mümkün değil bu filmde.  Özellikle de 30’lu yaşlarınızın sonlarındaysanız ve rock müziğin bugününden ziyade hâlâ geçmişiyle ilgiliyseniz…
Bugünün Türkiye’sinin bile kolayca ders çıkarabileceği durumlar anlatılıyor filmde. “Hükümet olmak demek bir şeyden hoşlanmadığın zaman yeni bir yasayla onu yasa dışı ilan etmektir” diyen bir bürokratı ve “Hükümetler insanların özgür olmasından hoşlanmaz” diyen bir DJ’i var filmin! 1966’da İngiliz rock müziğinin tırmanışa geçtiği zamanda BBC’nin günde sadece 45 dakika pop müzik çalması, yöneticilerin müziğin kışkırtıcılığından korkması ne kadar manidar! Ve filmin son derece görkemli çekilmiş insana umut veren o nefis finali… Seyredin ve “ah o gemide ben de olsaydım!” deyin… Tabi bir de Philip Seymour Hoffman’ın bir kez daha nefis bir performansla filme kattığı karizmaya şahit olun!
Filmin Kanal D Home Video’dan çıkmış DVD’si ender de olsa bulunabiliyor...


4. Devriye / Cruising


Ünlü eleştirmen Leonard Maltin her yıl yenilediği Movie Guide’da film için şunları söyler: “Bu kötü yazılmış, lezzetsiz filmde polis Pacino, homoseksüellerin peşine düşmek için gizli çalışıyor. Eşcinsel  dünyası hasta ve onursuz gösteriliyor.” Halliwell Guide’da ise filmden nefretle bahsediliyor. Oysa bence asıl sorun filmin sonunda geldiği noktanın bazı erkek yazarları rahatsız etmesi.
Evet, New York’da yeraltı homoseksüel barlarında dolaşıp kurbanlarını ayartan ve onları öldüren bir seri katil var. Polis dedektifi Steve Burns (Pacino) katile ulaşmak için ‘deri bar’larda kendisini eşcinsel gibi göstererek avlanmayı bekler. Ancak bu süreç içinde bir kimlik bunalımı yaşayacak ve belki de içinde yatan eşcinsel dürtülerin uyanmasına sebep olacaktır. 
Birincisi, “Devriye”nin senaryosu kötü değildir. Türün gereklerini fazlasıyla yerine getirir. Al Pacino riskli rolünde gayet inandırıcıdır. İkincisi, zamanında filmi protesto eden eşcinseller, şimdiki pek çok filmde komedi malzemesi yapılmalarından dolayı daha da rahatsız olmalılar. ‘Deri bar’ sahnelerindeki dejenere ve “kirli” görüntülerse o zamanki gerçek gözlemlere dayanılarak yapılmış. Filmin belki bahsedilecek tek kusuru bazen didaktik olması. Mesela Friedkin daha ilk cinayette katilin kurbanının sırtına bıçak soktuğu planların arasına eşcinsel bir ilişkinin planlarını serpiştirip ikisi arasındaki benzerliği gözümüze sokmuş. Bazı diyaloglarda da bu fazla dillendirme hali mevcut.
1980’de, 1 sene sonra tutucu bir başkana, Ronald Reagan’a sahip olacak Amerikan toplumuna böyle bir film yapıp vizyona çıkarmak da her yiğidin harcı değildi zaten. “French Connection” gibi maço görünümlü (!) bir polisiye ve şeytanı incille kovan “Şeytan" (The Exorcist) gibi filmleriyle sistem karşıtı gibi gözüken ama aslında sistemle barışık temalı ve tutucu filmler çeken Friedkin’den kimse bu kadar karanlık bir film beklemiyordu. Zaten Friedkin bu filmden sonra 1983’te çektiği uyduruk bir komedinin dışında 1985’e kadar da gişe filmi çekemedi.
Filmin Tiglon’dan çıkmış DVD’si raflarda kolay kolay bulunamıyor artık...



5. Roman Polanski: Aranan Adam / Roman Polanski: Wanted And Desired


Hikayeyi herkes biliyor; Fransa’dan çıkıp önce Londra’ya gidip orayı salladıktan sonra Hollywood’a gelen ve üst üste kazandığı başarılarla adından söz ettiren Roman Polanski, dostu Jack Nicholson’ın evinde bir fotoğraf çekimi gerçekleştirir... Fotoğrafını çektiği genç kız tıpkı ünlü yönetmenin ünlenmesine ön ayak olduğu Nastassia Kinski’ye yaptığı gibi kendisine şöhretin kapılarını açmasını bekleyen 13 yaşında bir kız. İşin garibi küçük filmlerde rol alan annesi de bu fotoğraf çekimine ön ayak olanlardan biri. Ve o geceki fotoğraf çekimleri bir şekilde karakolda sonlanıyor.

Ertesi gün genç kızın şikayeti üzerine polis kaldığı lüks otelden Roman Polanski’yi muhtemelen arkadaşlarıyla yine bir partiye gitmek üzereyken alır. Bundan sonrası bir firar, Amerika’ya girememe, yine bir sürü başarılı film, kazanılan ama kabul edilemeyen bir Oscar ödülü ve 30 küsur yıl sonra gelen tutuklanma, ev hapsi... 
Sundance Film Festivali’nde ‘En İyi Belgesel Kurgusu’ ödülü alan film bunu sonuna kadar hakediyor. Ele alınan bu son derece medyatik vakanın neredeyse bütün taraflarıyla konuşulmuş ve yaşanan tüm süreç, derli toplu bir şekilde Roman Polanski’nin de kariyerinin paralelinde son derece güzel geçişlerle bize sunulmuş. Filmin adında geçen Wanted (aranan) ve Desired (arzu edilen) paradoksunun da içini doldurmayı ihmal etmemiş başarılı yönetmen Marina Zenovich. 
Polanski’nin taciz davası sürerken çektiği filmlerin önlenemez başarıları onun bu sansasyonel suçunun Avrupa’da Amerika’dan farklı algılanmasına yol açmış. Olay Avrupa’da, büyük bir dahi yönetmenin sınırları azıcık zorlayan kaçamağı olarak algılanmasına karşın, Amerika’da şımarık yönetmenin ‘sübyancı’lığı olarak fişlenmiş.Aslında davanın medyatik olma meraklısı hakim yüzünden de doğru düzgün bir mahkemesi olamamış. Medyanın sürekli peşinden koştuğu Polanski 42 günlük geçici bir ‘ıslah’ın ardından da resmen yapımcı Dino De Laurentiis tarafından göz göre göre yurtdışına kaçırılmış.
Filmde hem o 13 yaşındaki kızın yıllar sonra olayla yüzleşmesine hem de Polanski’nin o zamanki ifadelerine yer veriliyor. Polanski ısrarla kızın kendisine cinsel anlamda kur yaptığını söylüyor. Kız ise bugün bile annesinin olaydaki rolünün ne olduğunu anlatmıyor. Aslında hâlâ da neredeyse tam bir “X-Files” vakası!
Filmin Kanal D Home Video’dan çıkmış DVD’si raflarda ender olarak bulunabiliyor...

11 Temmuz 2012 Çarşamba

HERKES SUSAR AL PACINO KONUŞUR!


“Kazanma Hırsı”ndaki (Any Given Sunday) final maçının öncesinde bir Amerikan futbol takımı olan Miami Sharks’ın emektar “coach”u Tony D’Amato takım oyuncularına bir konuşma yapar. Hayatı bir futbol maçına benzetir. Takımının oyuncularına ayaküstü büyük bir hayat dersi verir. Bununla sadece Miami Sharks oyuncularını motive etmekle kalmaz D’Amato, sinema salonundaki herkese aslında çok önemli şeyler söyler. Kendisini veren seyirci onun her cümlesini ağzı açık dinlemek durumundadır. Çünkü “coach”un anlattıkları futboldan çok öte şeylerdir. 
“Beyler, bir yol ayrımındayız. Bunu sizin için ben yapamam. Ben çok yaşlıyım. Bu genç yüzleri gördüğümde orta yaşlarında bir erkeğin yapabileceği tüm hataları yaptığımı düşünüyorum. Tüm paramı savurdum. Beni seven herkesi uzaklaştırdım. Aynada gördüğüm surata bile dayanamıyorum. Yaşlandığınızda sizden birşeyler alınır. Bu hayatın bir parçası. Birşeyler kaybetmeye başladığınızda öğrenirsiniz. Hayatın santimlerden ibaret bir oyun olduğunu anlarsınız. Futbol da öyle. Maçta, hayatta ve futbolda hata payı o kadar düşük ki; erken ya da geç atılan bir adım, sizi hedefinizden uzaklaştırır. Yarım saniye yavaş ya da hızlı kalırsanız yakalayamazsınız. Her yerde santimler önemlidir. Maçın her molasında, dakikasında ve saniyesinde. Bu takımda o saniyeler için savaşırız. Bu takımda biz ve etrafımızdaki herkes o santim için savaşır. O santim için tırnaklarımızla boğuşuruz. Çünkü biliriz ki o santimler birbirlerine eklendiklerinde kaybetmek ile kazanmak arasındaki farkı belirleyecektir. Ölmek ile yaşamak arasındaki farkı! Şunu bilin: Her oyunda ölmeye hazır olanlar o santimi kazanacaktır. Bundan sonra bir hayatım olacaksa eğer yaşamamın nedeni, o santim için savaşmaya ve ölmeye hazır olmamdır. Çünkü yaşamak budur işte...”  
"The Godfather'ı perdede hiç izleyemedim o zamanlar. Çünkü vizyona girdiği zamanlarda çok gergindim. Rol aldığım filmi izlemek eski bir fotoğrafıma bakmak gibi sıkıcıydı benim için..."
25 Nisan 1940’da Bronx’da doğan Alfredo James Pacino’nun anne babası o daha çok gençken boşanmışlar. Annesiyle beraber büyükbabasının yanında yaşamış bir süre. Hiçbir zaman okula uyum sağlayamayan Pacino sadece gittiği okulların tiyatro kulüplerinde mutlu olabiliyormuş.  1966 yılında ünlü oyunculuk okulu Actors Studio’ya adım atmasıyla beraber efsanevi hoca Lee Strasberg ile çalışmaya başlamış. Strasberg 1970’lerde ünlenen pek çok aktörün benimsediği “Metod oyunculuğu”nun da yaratıcısıydı aynı zamanda. Bir süre sonra da Pacino onun en iyi öğrencisi olmuş.  1960’ların sonunda aktör, rol aldığı Broadway oyunlarında adından bahsettirmeye başlamış ve tiyatro dünyasının ünlü ödüllerini kazandıktan sonra sinemadaki ilk deneyimini “The Panic in the Needle Park”daki junkie rolüyle kazanmış.  
Sinemadaki yolu ise Francis F. Coppola’nın çekeceği “The Godfather” filmindeki Michael Corleone rolü için Warren Beatty, Robert Redford, Jack Nicholson, Ryan O’Neal ve Robert De Niro gibi aktörleri reddedip henüz iki tane küçük bütçeli filmde oynamış olan bu kısa boylu esmer delikanlıya güvenmiş olmasıyla açılır. Coppola’nın referansına rağmen en başta filmin yapımcıları ve diğer tüm Hollywood’lu büyükbaşlar Al Pacino’yu şiddetle reddederler. Hatta dedikodulara göre ondan “şu cüce Pacino” diye bahsederler. Ama Coppola ısrarla rolü ona verir. Çekimler devam ederken bile Pacino zaman zaman “kovulacağım” duygusundan kurtulamaz. Ancak sonuç, yapımcıların düşündüğünden bambaşka bir şekilde gelir. Al Pacino “The Godfather”daki rolüyle Oscar’a aday gösterilir. Aslında ilginç olan Al Pacino’nun ailesinin soyları gerçekten de “The Godfather”daki soyadı olan Sicilya’dan Corleone soyadına dayanmasıdır.  
"Al Pacino ile çalışmak size yaptığınız işi ne kadar çok sevdiğinizi ve ne kadar olağanüstü bir iş yaptığınızı hatırlatan bir şey..." - Johnny Depp
Pacino kariyeri boyunca çok büyük hasılatlar yapan filmlerde oynamadı. Hatta bazı büyük gişe hasılatı yakalayacak filmlerdeki rolleri bilerek reddetti. Bu filmlerden bazıları “Kramer vs. Kramer”, “Born on the Forth of July”, “Apocalypse Now”, “Star Wars” (Harrison Ford’un oynadığı Han Solo rolü için), “Pretty Woman” ve “Crimson Tide” olarak sıralanıyor...  Ancak rol aldığı her film hem eleştirmenlerce belli bir seviyenin üzerinde bulundu hem de sadık bir izleyici kitlesi yarattı. Rol aldığı tek tük kötü filmlerde bile Al Pacino’nun oyunculuğu hakkında kimse kötü bir söz söyleyemedi. 
"Scarface'de Tony Montana rolü için Al Pacino en başından beri düşündüğümüz tek aktördü..." - Brian De Palma
Aynı adlı ünlü bir Broadway oyunundan uyarlanan “Glengary Glen Ross”da da (Türkiye’de “Amerikalılar” adıyla gösterilmişti) Al Pacino ağzı laf yapan bir emlakçıdır ve sohbet ettiği, kafalamaya çalıştığı bir müşterisine bir hayat tanımı yapar: “Hayat bir trendir dostum. Hepimiz kendi kompartımanlarımızda yaşar gideriz. Oysa tren kompartımanları iğrenç kokar. Ama bir süre sonra kokuya alışmaya başlarsın. En kötüsü de nedir biliyor musun ? Yolun uzun olduğunu bilirsin. Çok uzundur.”
Böylece müşterisine arsa satmak için onu cesaretlendirmeye çalışır: “Kimimiz daha hayatının başındadır. Kimimizse sonuna yaklaşmıştır. Ne olursa olsun en önemli şey yaşadığımız anlardır. Hastalanmak mı ? İflas etmek mi ? Ölmek mi ? Ya da sevdiğin birini kaybetmek mi ? Bunlar herkesin başına gelen şeylerdir. Hayatın birer parçası. Bunu bildiğimiz halde biz neden üzülüyoruz?”
Düzene uymuş bir Belediye Başkanını oynadığı “City Hall”de de başka bir hayat tanımını yapar ve kendi konumunu da öyle güzel tasvir eder ki;
“Siyah ve beyaz vardır hayatta ve ortasında da çoğunlukla gri. Bu biziz işte. Gri sert bir renktir çünkü beyaz ya da siyah gibi basit değildir ve medya için ilginç de değildir. Ama biz buyuz işte. Kabullen.”
"Carlito's Way"in setinde yönetmen Brian De Palma ile...
Gençlik yıllarından beri kullandığı kötü alışkanlığı, sigarayı günde 2 pakete çıkarınca 1994’de sesini kaybetme tehlikesi yaşadı Pacino. Böylece sigarayı bırakma kararı aldı. Al Pacino’nun hala filmlerde duyduğumuz sesinin bu hale gelişinin sebebi de gerçekte budur.  Ayrıca Pacino Hollywood’da hâlâ hiç evlenmemiş az sayıdaki aktörden biri... Al Pacino'nun Julie Marie adlı 22 yaşında bir kızı ve oyuncu Beverly D'Angelo ile olan birlikteliğinden ikizleri var... 
"Kramer Kramer'a Karşı romanını sevmiştim. Teklif edildiğinde senaryosu yoktu daha... Ama yine de içinde olmak istemedim... Bana uygun değildi sanki karakter... "
Oynadığı tüm o negatif karakterlerde bile karizması, konuşma kabiliyeti, tonlaması, üstün vücut diliyle Al Pacino bir de “şeytan”ı oynasa nasıl olurdu acaba sorusunun yanıtını da “Şeytanın Avukatı”nda (Devil’s Advocate) vermişti. Filmin finalinde Keanu Reeves’i yoldan çıkarmaya çalışırken söyledikleri şok etkisi yaratır: “Sana Tanrı hakkında ufak bir bilgi vereyim. Tanrı seyretmeyi sever. Şakacıdır. Düşün bunu. İnsanlara içgüdü verdi. Bu sıradışı hediyeyi verdi ve sonra ne yaptı? Bunlara karşılık kurallar koydu. Tarihin en büyük gafı! Bak ama dokunma, Dokun ama tatma, tat ama yutma. Ha ha ha. Ve sen de birinden diğerine atlayıp dururken o ne yapıyor? Yukarda kahkahalarla gülüyor. O hasta, sıkı bir sadist ! O yerinde bir türlü bulamadığın ev sahibin. Buna mı tapacaksın? Asla!” Bu cümleleri bir de onun gözlerini aça aça ellelerini de kullanarak anlattığını düşünün bir... 
"Filmin bir gala gösteriminden sonraki partide içeri girdiğimde herkes suspus bir vaziyette mumya gibi duruyordu. Liza Minelli filmi görmeden partiye gelmişti... Şaşırmıştı; 'Sen bu insanlara ne yapmışsın böyle?' diye sordu bana..."
2000'li yıllarda bir sürü fiyasko filmde rol alsa da, hele o Jack ve Jill faciasında kendi kendisinin parodisini yapmayı yanlış bir projede tercih etmiş olsa da Al Pacino kendi efsanesini kendi isteğiyle bile yıkmayı başaramayacak bir noktadadır... Al Pacino bir insanın sinemayı sevmesinin en bariz sebeplerinden biri olarak kalacaktır nesiller boyunca...

Not: Bu yazı çeşitli yayın ve zamanlarda yazdığım Al Pacino yazılarımdan derlenmiştir...

BİR FİLM SEVDİM'de Yaralı Yüz (Scarface)
ARKA PENCERE'de Büyük Hesaplaşma (Heat)

11 Şubat 2012 Cumartesi

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 10

SÜRÜCÜ (Drive)
"Sürücü"nün en çekici tarafı belli bir sinemasever kitlenin o çok sevdiği yalnız, melankolik ve az konuşan kahramanı... Sürücünün yalnızlığındaki vakur duruşunda ve saklı  duygusallığının ardında sinemanın o eski kahramanlarını hatırlatan tatlar var. İletişim kurma konusundaki sıkıntıları yüzünden karşılaştığı ölümcül sorunlarda içinde yatan saklı şiddeti de açığa vuran 'isimsiz' kahramanımız bu özelliği ile bize uzakdoğu filmlerindeki karakterleri de hatırlatmıyor değil. Mesela Acı Tatlı Hayat'taki (A Bittersweet Life) Sun-woo gibi...
Kuzey Avrupalı yönetmen (belli ki oralarda ciddi bir ‘serpilme’ var son yıllarda) filmi 80’ler havasında çekerek bu melankoli duygusunu sinematografik olarak da besliyor. Bin kere filan izlediğimiz bir hikayeyi (darda kalmış bir kadına kendiliğinden yardım eden ve sonrasında ona aşık olan ama bu yüzden de başı ciddi belaya giren yalnız kahraman) sanki ilk kez izliyormuşuz gibi izlettirmeyi başarıyor bize doğrusu... Michael Mann’in Thief'i ya da Paul Schrader’in Amerikan Jigolo'su veya Miami Vice dizisinin sağlam bir bölümü gibi akan hikayede özellikli bir giyim tarzıyla etiketlenmiş (akrep desenli mont) trajik kahramanını,  mavi tonlarla donanmış yarı loş bir Los Angeles atmosferi, zaman zaman hareketi bölen ama gerilimi arttıran Sam Peckinpah ağır çekimleri ve sinemada uzun zamandır kullanılmayan elektronik müzik 'sound'ları (Tangerine Dream’i ya da Avrupa kökenli elektronik müzik gruplarının Goldfrapp, Röyksopp müziklerini hatırlatıyor) eşliğinde takip ediyoruz...   
Ryan Gosling emin adımlarla geleceğin büyük aktörleri katına doğru tırmanıyor şüphesiz. Carey Mulligan’ın ise her ne kadar fiziğinden ve duruşundan pek hazzetmesem de Beni Sakın Bırakma (Never Let Me Go), Utanç (Shame) ve Sürücü gibi iyi filmlerde hiç de fena olmayan performanslar çıkardığını kabul etmekteyim... 4/5

MARILYN İLE BİR HAFTA (My Week With Marilyn)
Marilyn Monroe Laurence Olivier ile birlikte başrolü paylaştığı Prens ve Şovkızı (The Prince and the Showgirl) filminin Londra’daki çekimlerinde bütün film ekibini zaman zaman büyülemiş, bazense kızdırmış, ama sette çalışan bir genci de kendisine aşık etmiş... Bu genç Marilyn'in sorunlarına duyarlı yaklamını nedeniyle ünlü yıldızla belli bir seviyede bir arkadaşlık yaşamış... Bu film de bu gencin yıllar sonra bu anılarını yazdığı kitabından uyarlanmış..
Film çekimlerinin paralellinde Monroe’nun değişken ruh hali ve iç dünyasının çalkantısına eğilen bir senaryoya sahip Marilyn ile Bir Hafta. Marilyn’in iç dünyasını anlatabilmek ne bu filmin ne de bir sürü başka filmin harcıdır doğrusu... O dünyanın en özel kadınlarından birisidir ve onu tamı tamına anlatabilen herhangi bir eser daha henüz ortaya çıkarılabilmiş değildir... Dünya döndükçe de onun hayatına bir yıl, bir ay ya da bir hafta bile girebilme şansına sahip olmuş herkesin “izlenim” kitaplarından filmler üretilecektir... Biz bunları izleyerek ya da okuyarak Marilyn fotoğrafının ancak küçük bir bölümünü görebiliriz... Ama yine de Marilyn ile Bir Hafta iyi bir ‘seyirlik’ sunuyor bize. Sıkılmadan kendisini izlettiriyor... Efsanevi yıldıza saygıyla yaklaşıyor ve onu incitmemeye çalışıyor... Bu bile az bir şey değil... 
Açıkçası ben Marilyn Monroe’nun görsellerinin kitap kapaklarında, reklam kampanyalarında kullanılmalarına itiraz etmekteyim... Bu fikirlerimden dolayı filme de önyargılı başladığımı itiraf edebilirim. Ancak filmi izleyince Michelle Williams’ın Marilyn performansının hiç de fena olmadığını ama Kenneth Branagh’ın Laurence Olivier performansını da eşsiz bulduğumu söyleyebilirim. Her iki oyuncu da Akademi’den hak ettikleri adaylıkları aldılar... 3/5

DUYGULARIN RENGİ (The Help)
Amerikan sinemasının zaman zaman “Bir Zamanlar Güneyde” filmlerinden biri... Amerikanın ırkçılık konusundaki en dirençli bölgesi Güney eyaletlerinde geçen ayrımcılık karşıtı insan hikayeleri her zaman belli bir ilginin odağı oluyorlar...
Bir romandan uyarlanan Duyguların Rengi'nin gücü insan duygularına odaklanmış hikayesinden geliyor. 1960’ların Missisippi’sinde evlere hizmetçi olmak dışında başka bir seçenek bırakılmış siyah kadınların çalıştıkları evlerde yaşadıkları ayrımcılığın yüreklere dokunan hikayesi iyi yazılmış ama biraz fazla düz bir senaryo eşliğinde birbirinden samimi oyuncu performanslarıyla süslenmiş. Yönetmen Tate Taylor da sınırları hiç zorlamamış. Bu dokunaklı hikayeyi alabildiğinde rengarenk anlatmış, köşelerini bile yumuşatarak daha garantici olmayı seçmiş. O tarihlerde yaşanan bu tip olayların bu kadar pembe ya da pastel yaşanmadığına biz bile buralardan emin olabiliriz... 
Yine de yönetmen Taylor’ın sıradan ve hatta standart yönetmenliğine rağmen özellikle Viola Davis ve Octavia Spencer’ın sıcak ve gerçekçi performansları sahneleri adeta bir boy yükseltiyor. 3/5

DÜŞMANI KORURKEN (Safe House)
Tabi ki Düşmanı Korurken, Yine bu hafta vizyona giren Köstebek (Tinker Tailor Soldier Spy) gibi konunun felsefesine içerden bir bakış atmak yerine kıyısından dolanıp mevzunun aksiyon ve heyecanına kapılmayı tercih eden bir film.
Cape Town’da CIA’in ihtiyaç zamanı kullanılabilecek ‘güvenli ev’lerinden birinde tam bir yıldır ‘sıkıntıyla’ bekleyen ve bir gün saha ajanı olmayı hedefleyen genç ajan Matt Weston için büyük gün gelmiştir... CIA’in taraf değiştirmiş ajanı Tobin Frost, Cape Town’da kendi isteğiyle ele geçirilmiştir ve hemen orada Matt’in sorumluluğundaki ‘güvenli ev’de sorguya çekilmelidir. Ancak sorgu sırasında gizemli bir grup tarafından yapılan kanlı baskın sırasında Matt riskli bir karar alır ve Tobin’i oradan kaçırır... Tobin, Matt’i altedip kaçmayı amaçlarken, Matt de bu zeki ve tecrübeli ajanı CIA’e teslim etmeye çalışır. Peşlerindeki suikast timi de nereye gitseler onları bulacak güçtedir... Herkes Tobin’de olduğu ortaya çıkan bir ‘dosya’nın peşindedir...
Tobin’in elindeki bu dosya değil filmin derdi... Biz aslında genç bir ajan olan Matt’in uyanışını ve akıllanışını izliyoruz en çok. Matt Weston en başta teşkilatın küçük gördüğü, herşeyin düzgün çalıştığına inanan ‘naif’ bir ajan... Ama Tobin’in sorumluluğunu almak zorunda kalışıyla bambaşka bir kadere doğru ilerliyor. Bir nevi ‘gözü açılıyor’. Açıkçası film de zaten tam bu yola girince cazibesini yitirmeye başlıyor... Nitekim oldukça gergin, stilize ve neredeyse sağlam bir korku filmi entrikasıyla başlayan film, kendi pisliğinden bile malzeme çıkartıp pazarlama konusunda iyice ustalaşan ‘sistem’in bildik ‘filmlerde de olsa arınmak mümkün’ temalı örneklerinden birine dönüşüyor giderek... Ama Denzel Washington’ı hele bir de böyle bir rolde izlemeyi özlemişiz yine de...  3/5

KÖSTEBEK (Tinker Tailor Soldier Spy)
Soğuk savaşın en harharlı döneminde geçen bir John Le Carre romanından daha soğukkanlı başka bir ajan romanı bulabilmek mümkün mü? Bir zamanlar TV dizisi olarak da TRT’de gösterilen aynı hikaye ülkemizde hatırı sayılır bir izleyici kitlesine sahipti. Hikayesi karışık ve ağırdır... Çünkü hikayenin aksiyon tarafından çok zeka ve (olabildiği kadarıyla) duygu kısmıyla ilgilenir roman... 
Köstebek de aynısını yapıyor. Gir Kanıma (Let The Right One In) filmiyle gönlümüzü kazanan Tomas Alfredson yine çok estetik ve incelikli bir film çıkarıyor önümüze. İngiliz istihbaratının giyimine, stiline, konumasına dikkat eden ajanları 70’lerin koyu soğuk savaş zamanında birbirlerinin ama bir yandan da başka ülkelerin kuyularını kazıyorlar... Onlar 'sistem' tarafından verilmiş yetki ve güçleriyle ulusların kaderleriyle oynarlar... Bunu yaparken "kalp"lerini dinlemezler ya da dinlemez gözükürler... Köstebek'te bize gösterilen ajanların kalplerini gizlemek için ne kadar büyük çabalar harcadıklarına şahit olacaksınız... 
Bütün bu kaotik günlerin içinde Smiley aralarındaki 'köstebek’i bulmak zorundadır. Bu görev sinema tarihinin en romantik cinayetlerinden (!) biriyle sonuçlanacaktır üstelik... 
Köstebek'te birbirinden iyi oyunculuklar izliyoruz ama Gary Oldman’ın incelikli ve usul usul, ekonomik bir tavırla ele aldığı Smiley’i izlemek gerçekten meraklısı için büyük bir keyif... Ama Oldman'ın dışında BBC dizisinde Sherlock Holmes'u başarıyla canlandıran Benedict Cumberbatch, Mark Strong ve Tom Hardy de dikkat çekiyor... Filmde yaklaşık 10-15 dakikalık yer işgal eden 70’lerin İstanbul’u sahneleri ise gerçekten çok başarılı... Son jeneriğinde İstanbul ekibinin kalabalıklığını görünce zaten anlıyoruz bu başarının sebebini...
Gir Kanıma ve Dövüşçü (The Fighter) filmlerininde görüntü yönetmenliğini yapan Hoyte Van Hoytema’nın işçiliğine ise laf yok... 4/5

JACK VE JILL (Jack And Jill)
Al Pacino’yu bu filmde, kötü yazılmış bu senaryonun içinde öyle cıvık hareketler yaparken izlemek öyle büyük bir acı veriyor ki tarifi yok bunun...
Reklam yönetmeni Jack, bir türlü anlaşamadığı ve de pek sevmediği ikiz kız kardeşi Jill’in ziyaretini kısa kesmeye çalışır ama Jill erkek kardeşinin yanında epey bir vakit geçirmek niyetindedir. Bu arada Jack bir Dunkacino adlı (!) bir çöreğin reklamı için Al Pacino’yu ikna etmek zorundadır... Al Pacino da meğer öyle boş ve öyle dangalak bir hayat yaşamaktaymış ki bu Jill adlı kaba saba kadına aşık oluverir... Ama Jill Al Pacino’dan hiç hoşlanmamıştır vs vs...
Al Pacino ve Robert De Niro’nun kariyerlerinin son filmleri böyle mi olacaktı? De Niro’ya nispeten alışmıştık da Pacino’nun son yıllarda De Niro’yu geçercesine kötü film seçme merakına ne diyeceğiz? Para mı? Efsanevi bir isime sahip olmanın getirdiği bir sorumluluk yok mu? Osuruk sesleriyle dolu, Adam Sandler’ın saçma sapan esprilerine sırtını dayayan bu son derece kaba komedide Al Pacino’nun ne işi var? 1/5

12 Aralık 2011 Pazartesi

“YENİ HAYAT”IN PEŞİNDE

 
Acaba hayatımız bir trendir de, biz bazı istasyonlarda durup da bir yolcu aldığımızda birşeyler gerçekten değişiyor mu?
"...Oysa tren kompartımanları iğrenç kokar. Ama bir süre sonra kokuya alışmaya başlarsın. En kötüsü de nedir biliyor musun? Yolun uzun olduğunu bilirsin. Çok uzundur.
Ne hikmetse bizde Amerikalılar adıyla oynayan Glengary Glen Ross'da Al Pacino ağzı laf yapan bir emlakçıdır ve kafalamaya çalıştığı müşterisine böyle bir hayat tanımı yapar. Sadri Alışık ise Şakayla Karışık filminde hayatı başka bir şeye benzetiyor: “Hayat da bir futbol oyunu değil mi be! Biz oyuncularıyız işte bu oyunun. Ortadaki top da gururumuz, şerefimiz değil mi? 
Bir de hayat filmlerden öğrenilmez derler. Oysa her film bize değişik hayatlar göstermez mi? Bu filmlerde tanıdık birtakım hayatlara ya da özlemle beklenen “yeni hayat”lara rastlamaz mıyız hiç?

Hayatından memnun olmayanlarımızın ya da memnun olup da yine de başka bir hayatı yaşama isteğini içinde duyanlarımızın hayatıdır bu “yeni hayat”. Tıpkı cennet ve cehennemin gerçekte olup olmadığı kadar muğlaktır yeni hayatın da varlığı. Oysa bu meseleye Gerard Depardieu güzel bir anlam katmıştı daha önce bir filmde: “Cennet de cehennem de dünyevi olabilir. Onları gittiğimiz her yere götürürüz.”(1492 Cennetin Keşfi). Ama yeni hayat için pek kafa yorulmuyor genellikle. Neler tartışılabilir oysa: Acaba herkese yetecek kadar yeni hayat var mıdır bu dünyada? Herkesin “yeni hayat”ı farklı mıdır? İlla aşık olunca mı ‘yeni bir hayat’a başlarız? Dante’nin Beatrice’e aşık olması gibi...

Peki eski hayattan ne haber ?
Yeni olan bir hayattan bahsedildiğine göre eski bir hayatın da varlığı sözkonusu değil midir? O zaman bu ‘eski hayat’ da nedir?

denizlerimiz var, güneş içinde
ağaçlarımız var, yaprak içinde
sabah akşam gider gider geliriz
denizlerimizle ağaçlarımız arasında
yokluk içinde.


Varlık içinde yokluk çektiğimiz, otomatiğe bağlayarak yaşadığımız bu hayatı tarif etmiş bu şiirinde acaba Orhan Veli?
Gülmek, sevinmek; ağlamak, üzülmek; bakmak, görmek ve dokunmak... “Hayat böyle anlardan ibarettir. Kimimiz daha hayatının başındadır. Kimimizse sonuna yaklaşmıştır. Ne olursa olsun en önemli şey yaşadığımız anlardır. Hastalanmak mı ?İflas etmek mi? Ölmek mi? Ya da sevdiğin birini kaybetmek mi? Bunlar herkesin başına gelen şeylerdir. Hayatın birer parçasıdır. Bunu bildiğimiz halde biz neden üzülüyoruz ?”(yine Al Pacino, yine Glengary Glen Ross)
Belki Al Pacino da bir eski hayat tanımı yapıyordur bu sözleriyle. Yaşanarak değil, kaygılanarak eskitilen bir hayat!
Neden yeni bir hayatın peşındeyizdir çoğu zaman? Eski olduğuna inandığımız hayat neden eskimiştir ki? Kimse için kolay değildir ki hayat... Peki yine de nedir bu isyan?
Aslında David Bowie’nin de bir şarkısında dediği gibi “Biz başkalarının depresyonlarıyla yaşamayı öğreniyoruz. Ama ben başkalarının depresyonuyla yaşamak istemiyorum.”(Fantastic Voyage). Çünkü bir insan birisiyle yaşlanmalıdır gerçekte. Birisi yüzünden değil….
Oysa öyle değil midir bu ülkede genelikle? Karımız, çocuğumuz, annemiz, babamız için yaşamıyor muyuz çoğu zaman? Neden hep takdir edilmeyi bekliyoruz ya da neden hep sevilmek, beğenilmek ihtiyacı duyarız? Çünkü zaman geçip giderken bizim yaptığımız tek şey birilerine birşeyler kanıtlamaya çalışmak. Karımıza veya sevgilimize onu sevdiğimizi kanıtlamak, patronumuza iyi bir çalışan olduğumuzu kanıtlamak, anne ve babamıza da iyi evlat olduğumuzu kanıtlamak. “Başkaları için yaşamaktır kimilerinin kaderi.” (Hülya Koçyiğit, Düğün)
Niye böyle şeylere muhtacız ve kim bizi bunların mecburiyetinden kurtaracak? Grace Kelly, Arka Pencere’de (Rear Window) “Bir erkeğin başı derde girdi mi onu sadece bir kadın kurtarır” demişti. Kim? Kadınlar mı bizi kurtaracak? Ama bakın Charles Bukowski ne diyor bu konuda ?
Kadınlar... giysilerinin rengi, konuşma tarzları, bazılarının yüzündeki acımasızlık ifadesi yada saf neredeyse büyüleyici kadınsı güzellik daima etkilemiştir beni. Bizden üstünlükleri vardır: Her şeyi daha iyi planlarlar ve organize ederler. Erkekler bir futbol maçı izler, bira içer ya da bowling oynarken; kadınlar bizi düşünüyorlar. Bizi kabul edip etmeme, atıp atmama, öldürüp öldürmeme, ya da sadece terkedip terketmeme konusunda enine boyuna düşünüp karar veriyorlardır. Sonu pek önemli değil, ne yaparlarsa yapsınlar sonunda biz yalnız kalıp kafayı yiyoruz.
Bazen bazılarımız için kadınlar bir yeni hayatın anahtarıdırlar, doğru. Nitekim Kadın Kokusu'nda (Scent of a Woman) Al Pacino’ nun da dediği gibi: “Beni bunca sene ne ayakta tuttu biliyor musun? Sadece bir günün olabileceğini düşünmek. Bir sabah uyanıp o kadının hâlâ yanımda olduğunu bilmek. Onun kokusunu hissetmek...
Ama burası dünyanın doğusu. Bizim kadınlar atmaca gibidirler.” (Kadir İnanır, Med Cezir Manzaraları)

Çıkış var mı peki ?
Yoksa yalnızlık mı bizi ‘eski hayat’tan kurtulma isteğimize iyi gelecek olan şey? Bazılarımızın başvurduğu en kolay yoldur bu. Özlenen bu yeni hayatı kendi içinde aramak. Dışardaki hayatla pek ilgilenmemek. Ama yalnızlığın iki mevsimi vardır. Yaz mevsimi iyidir yalnızlığın. Rahatsınızdır ve dünya sanki sizindir. Fakat “Yalnızlığımızın kışı çok sert geçer. Ne bir yaprak, ne bir ses...”(Robert Redford, Three Days of Condor)
Böyle yalnız durumlarda oturup şunu sorarız kendimize bazen, diğer mutlu insanlara bakaraktan: Niye “bazıları yerden alır elmayı, bazıları dalından koparır”? (Kadir İnanır, Bir Yudum Sevgi).
Ya da teslim olup da birkaç güzel gün aşkına eski hayatla yeniden uyuşmalı mıyız acaba? Eski hayatı yeniden yaşanabilir yapabilir miyiz alabildiğine? Yoksa “dünya böyle deyip yürüyeceksin ve hiç arkana bakmayacaksın” mı? (İlyas Salman, Sarı Mersedes)
Ya da eski hayatın yine de giderek özlenen eski güzel günlerine ağıtlar yakıp kafamızı bir yerlere mi vuracağız hep?
neydi aydınlığa rağmen parlayan?
artık hiçbirşeyi geri getiremeyiz.
ne otlardaki o parıltıyı
ne çiçeklerdeki o gösteriyi
yas tutamayız artık
elimizde kalanlarla yetinmeliyiz.” (Natalie Wood, Splendor in the Grass)

Belki de boşu boşuna bir hayalin peşinden koşmuşuzdur biz yeni bir hayat isteyenler. “Yeni hayat” yoktur aslında. Sadece bir hayat vardır gerçekte ve biz de onu yaşayarak eskitmekteyizdir günbe gün.
Belki de o eski şarkıda da dendiği gibi; "bu yüzden her gece ben, her gece üzülmüşüm... O yüzden her gece ben aşkın diline düşmüşüm..."

Not: Bu yazı 1997’de Yeni Yüzyıl gazetesinin Café Pazar ilavesinde yayınlanmış olan yazının kısaltılmış halidir…